Eyüp Can

Ergani’den BM’ye eğitimli bir Kürt kızı: Güleser

3 Mart 2010
GÜLESER 23 yaşında. <br><br>Hayatında ilk kez yurtdışına çıkıyor.

Biraz tedirgin...

Hakkı var, ne de olsa Turkcell’in 10. yılını dolduran Kardelenler projesi kapsamında Birleşmiş Milletler’de bir konuşma yapacak.

BM Genel Sekreter Yardımcısı Rachel Mayanja ve Kadından Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf’ın açış konuşmasını yaptığı salon tıka basa dolu.

Kardelenler BM’de örnek proje seçilmiş.

Yazının Devamını Oku

Hayallerinin peşinde koşan ‘eğitimli’ bir Kürt kızı

2 Mart 2010
GALİBA dört yıl kadar önceydi.Gündemde henüz ne “Kürt açılımı” var ne de herhangi bir “açılım” umudu. Ortam gergin...
Şehit cenazeleri bir yanda, Kuzey Irak’a müdahale çağrıları diğer yanda...
Bir grup aydın İstanbul’da toplanmış enine boyuna “Kürt sorunu nasıl çözülür?”ü tartışıyor.
* * *
Böyle zamanlarda konjonktürün esiri olmadan konuşmak zordur.
Ama herkes içindekini cesaretle ortaya koyuyor.
Fakat daha toplantının başında kullanılan dile ilişkin ciddi bir kriz çıkıyor.
Bazı katılımcılar “Kürt sorunu” tanımlamasına itiraz ediyor.
“Ne demek ‘Kürt sorunu’ sanki bu sorun Kürtlerin sorunuymuş ya da tek başına Kürtler tarafından çıkarılmış gibi!”
İlk oturumu ben yönettiğim için dile ilişkin bu kaygıyı anlayışla karşılıyorum.
Ne de olsa bir sorunu isimlendirmek çözüm ya da çözümsüzlüğün yarısı demek.
* * *
Ayrıca bu tanımlamaya bambaşka sebeplerle resmi ağızlar da karşı.
Onların derdi “sorun” kısmıyla değil “Kürt” kelimesiyle.
Uzun yıllar resmi söylem bu sorunun ne etnik ne de siyasi boyutunu kabul etti.
Hâlâ da edilebilmiş değil.
Hatırlayın Başbakan Tayyip Erdoğan geçen yıl “Kürt açılımı” diye çıktı yola, tepkiler karşısında “demokratik açılım, milli birlik ve kardeşlik projesi”ne döndü.
Anlayacağınız dil sorunu hâlâ çözülebilmiş değil.
Çünkü hâlâ bu meseleyi feodal yapı, geri kalmışlık ve teröre indirgeyenler var.
Elbette bir yanı bölgenin sosyal dokusu, ekonomi ve güvenlikle ilgili.
Fakat bunlarla sınırlı değil.
Sorununun özü “kimlik” meselesi.
* * *
Kürt kimliğinin kültürel boyutuna itiraz eden yok.
Hatırlayın Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ bile Harp Akademileri’nde yaptığı konuşmada geçmişte birtakım hatalar yapıldığını, meselenin terör sorununa indirgenemeyeceğini, bireysel ve kültürel anlamda kimlik taleplerinin karşılanması gerektiğini söylemişti.
“Yeter ki kültürel boyutta kalsın ve grup talebine dönüşmesin...”
Akıntıya kürek çekmek gibi ama bu da önemli bir aşama.
Birlikte yaşama kültürünün gelişebilmesi için Türkiye’nin hızla uçlardan uzaklaşması gerekiyor. Kürt dilinin, Kürt kimliğinin, hatta Kürt müziğinin yasak olduğu günlerden geldik buraya. Bu arada memleketin batı yakasında biz bir aşama kaydettik derken geçmişin asimilasyon politikaları diğer yakada başka uçların yeşermesine sebep oldu.
Bunun en çarpıcı örneğini o gün o toplantıda yaşadım.
* * *
Bir ara söz “Kardelenler” ve “Baba beni okula gönder” kampanyasına geldi.
Hiç unutmuyorum bölgeden gelen bir avukat “Bu bir asimilasyon ve Türkleştirme projesidir” dedi.
Hak veren de oldu itiraz eden de.
Konuşan kendi ilinin ilk ve tek kadın avukatıydı.
Amacı “kız çocuklarının okula gitmesi” olan özel sektör destekli bir kampanyayı hele de o bölgeden çıkan bir kadın olarak “devletin Kürt kızlarını devşirme projesi” olarak nitelemesi birçoğumuzu rahatsız etti.
Sonuçta 450 bin kız çocuğu okula gidemiyor ve birileri yardım eli uzatıyor.
* * *
Elbette bu kampanyaların dili ve yaklaşımı eleştirilebilir, uygulama hataları olabilir.
Fakat hayır onun derdi dil ya da hatalı uygulamalarla sınırlı değil.
Kategorik olarak karşı...
Öyle ki bir ara “Kızım olsa bu kampanyalar sayesinde okuma imkânına kavuşmasındansa hiç okumamasını tercih ederdim” dedi.
“Asimile edilmiş eğitimli bir Kürt kızı olacağına asimile olmamış eğitimsiz bir Kürt kızı olsun daha iyi!”
“Sözün bittiği yer” diyeceğim ama hayır bitmiyor belki de tam da buradan başlayarak tartışmamız gerekiyor.
O gün uzun uzun konuştuk...
* * *
Ama ben bugün bu yazıyı New York yolunda yanı başımda oturan Güleser’i düşünerek yazıyorum.
Güleser birazdan Birleşmiş Milletler’de bir “Kardelen” olarak konuşma yapacak.
Diyarbakır Ergani’den ODTÜ’ye, oradan da BM’ye uzanan hikâyesini anlatacak.
Kendisiyle aynı kaderi paylaşan on binlerce kız çocuğunun “varoluş” mücadelesini...
Hayallerinin peşinde koşan eğitimli bir Kürt kızın kimlik inşasını... Bekleyin...
Yazının Devamını Oku

Siz olsanız ne yapardınız?

28 Şubat 2010
ELİF dün kitap turnesi için <br><br>Amerika’ya uçtu. Bense BM’de bir toplantı için bugün uçuyorum.
Bir gün arayla New York’a gittiğimizi duyan herkes aynı “tatsız” soruyu soruyor...
“Ne o bir kaza ihtimaline karşılık ayrı ayrı mı uçuyorsunuz?”
“Yok, hayır, ne alakası var! Hatta aynı güne almak istedik ama bilet bulamadığımız için beceremedik” diyecek oluyorum, sonra geçen yaz yaşanan bir kazayı hatırlayıp vazgeçiyorum...
* * *
Doğrusu son zamanlarda hiçbir kaza haberi beni İsveçli bir ailenin “zor seçimi” ve sonrasında yaşadıkları dram kadar etkilemedi.
* * *
İsveçli Scnabl ailesinin en büyük korkusu, bir uçak kazasında hep birlikte ölmekti.
Bu yüzden her yere, baba-kız ve anne-oğul olarak, iki ayrı uçakla seyahat ediyorlardı.
Geçen yaz tatil için İsveç’e gitmeye karar verdiler. Uzun zamandır Rio’da yaşadıkları
için çocukların anavatanlarını görmelerini istiyorlardı.
Her zamanki gibi baba Fernando 3 yaşındaki kızı Celine ile uçacaktı, anne Christine ise
5 yaşındaki oğlu Philipe ile.
Nedense aralarında öyle anlaşmışlardı...
* * *
Nitekim bütün hazırlıklar yapıldı Rio’dan Paris’e arka arkaya kalkan iki uçakğa biletler alındı.
Baba Fernando ile kızı Celine tam vaktinde Paris’e ulaştı.
Başladılar havaalanında anne ve erkek kardeşi beklemeye.
Eğer bir gecikme olmazsa bir saat sonra da onlar havalimanına inmiş olacaktı.
Sordular Fransız havayollarına “Uçak zamanında kalktı” bilgisini alıp rahatladılar.
Alanda baba-kız oyunlar oynayıp anne ve kardeşi beklemeye koyuldular.
* * *
İniş saati geçti fakat Air France uçağından haber yoktu.
Kızına fark ettirmese de Fernando tedirgin olmaya başladı.
Gidip yetkililerle konuştu fakat hiçbir bilgi alamadı.
Celine’e mamasını yedirip altını değiştirdi.
Fakat saatler geçti hâlâ ne bir haber ne bir uyarı.
Havalimanında huzursuz ve çaresiz bir bekleyiş...
* * *
 Tüm bu bekleyiş sırasında Fernando’nun aklında hep o duymak istemediği ihtimal.
Oysa öylesine çok konuşmuştu ki bu ihtimali karısı ile.
Giderek bir takıntıya dönüşmüş ve
sonunda bir uçak kazasında hep birlikte ölme ihtimaline karşılık ayrı ayrı uçmaya karar vermişlerdi.
Doğrusu o ana kadar akıllıca bir çözüm gibi gelmişti.
Ama o an.
Karısı ve oğlu dahil 228 yolcu taşıyan Air France uçağının Atlantik Okyanusu üzerinde aniden kaybolduğunu sonra da suya çakıldığını öğrendiği an...
Kızının her şeyden habersiz şaşkın bakışları arasında yıkıldı.
* * *
Havacılık tarihinin en gizemli kazalarından biri olarak kayıtlara geçti.
Hız sensöründe meydana gelen bir arıza dendi önce.
Sonra pilotlar suçlandı. Düşmeden önceki o son dört dakika aylarca incelendi.
Ve nihayet önceki gün kazanın sebebi anlaşıldı.
Dışarıdan ısı sensörünü kaplayan pilotların yanlış algılamasına sebep olan minik buz kristalleri.
Konunun uzmanları bile şokta.
Çünkü “Böyle bir şeyin olması milyonda bir” diyorlar.
Gelin de siz bu milyonda bir ihtimali o uçakta hayatını kaybedenlerin yakınlarına anlatın, özellikle de o ihtimale karşılık hazırlık yapmış olan Scnabl ailesine.
Çok zor...
Ne olur hangisi demeyin, siz karar verin...
Hayat herhalükârda pamuk ipliğine bağlı...
Birlikte ya da ayrı...
Yazının Devamını Oku

Türkiye’nin en yalın hali

27 Şubat 2010
MAĞDURUM, mağdursun, mağdur.<br><br>Mağduruz, mağdursunuz, mağdurlar.

* * *

İsmin halleri olur da ülkelerin olmaz mı?

Bal gibi olur...

Buyurun size Türkiye’nin en yalın hali.

Yazının Devamını Oku

İşte Türkiye’yi birleştiren tek ortak nokta

26 Şubat 2010
SEVİP sevmemeniz hiç önemli değil. <br><br>Eğer biraz olsun vicdanınız varsa Mustafa Balbay, Tuncay Özkan ya da Mehmet Haberal’ın tutuklu yargılanmasına isyan edersiniz.

Üçüyle ilgili suçlamaları da okudum.

Hiç kimse kusura bakmasın, bu insanların tutuksuz yargılanabileceğini anlamak için hukukçu olmaya gerek yok.

Eğer Ergenekon davası “ulusalcı ideolojinin” yargılandığı bir davaysa sözüm yok.

Ama yok eğer söz konusu olan hükümeti devirmeye dönük her türlü illegal örgütlenme ve darbe girişimiyse orada durun.

Yazının Devamını Oku

Mürtecisin be paşa? Mürteciyim hamdolsun...

24 Şubat 2010
MADEM önceki gün başlayan operasyona “var olma savaşı” dedik, gelin bu savaşın sonunu da konuşalım.

Suçlama ne?

“Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni cebren (zorla) ıskat (devirme) ve Anayasal düzene karşı eyleme girişme...”

Suçlananlar kim?

Aralarında kuvvet komutanlarının da bulunduğu 17 emekli general, 4 muvazzaf amiral, 28 subay ve 1 astsubay.   

Yazının Devamını Oku

Oyunun gerçek adı

23 Şubat 2010
“DÜNYA bir oyun sahnesi, bizler sadece birer oyuncuyuz...” der William Shakespeare.

Dün Balyoz Darbe Planı doğrultusunda başlatılan gözaltı dalgasını izlerken kendimi aynı oyunun ikinci perdesinde buldum.

Shakespeare’in oyununun adı ‘Beğendiğiniz Gibi’ydi.

Erkek kılığına giren bir kadına âşık olan kadınların anlatıldığı karmaşık aşk ilişkileriyle örülü pastoral bir komedi...

* * *

Yazının Devamını Oku

İşte Türk halkının mutluluk tablosu

21 Şubat 2010
HER şey Rus asıllı iki çılgın ressamın “Evinizin duvarında nasıl bir resim olsun istersiniz” sorusuyla başlıyor.

Geçen pazar Amerikalıların bu soruya verdiği cevabı anlattım.

Hatırlayalım...

En çok istenen: Bulaşık makinesi büyüklüğünde mavi renkli doğa manzarası...

Hiç istenmeyen: Kitap kapağı büyüklüğünde grafik şekillerden oluşan soyut resim...

Peki Türk toplumunun ‘en beğendiği ve hiç beğenmediği resim’ ne?

İşte Komar ve Melamid’in ‘Rakamlarla Resim’ yöntemiyle, 102 soruluk anket sonucunda buldukları cevap.

En çok istenen: Bulaşık makinesi büyüklüğünde mavi renkli doğa manzarası...

Hiç istenmeyen:

Yazının Devamını Oku