GÖRÜŞLERİNE değer verdiğim bir arkadaşım, geçen gün ilginç bir gözlemini aktardı:
"Başbakan’ın belagat şehvetini eleştiriyorsun, ama sende de üslup şehveti yok mu?"
Son 2 yılda bunu ikinci defa söylüyordu.
Son örneği ise "AK Verilmez Alınır" başlıklı yazımdı.
Yazının konusu, Başbakan Erdoğan’ın, "AK Parti’ye AKP diyen edepsizdir" sözleriydi.
"O sözleri eleştirmem yanlış mıydı" diye sordum.
"Hayır, yanlış değildi. Eleştirmen de gerekliydi. Ama Başbakan’ın sözlerini eleştirirken, sen de aynı hataya düşmüyor musun?"
"Ne gibi" dedim.
"Yazında, ’Asıl AKP’ye hálá AK Parti diyenler edepsizdir’ diyorsun."
"Onu kesin yargı olarak yazmadım. Sorun olarak dile getirdim. Ayrıca söyleyen ben değil bir arkadaşımdı. En önemlisi, bu yargıya katılmadığımı da özellikle belirtmiştim" dedim.
"Yani bunu yutacak kadar enayi miyiz? Neticede cinlik yapıp güya başka birine söyletiyorsun. Neticede yazdığın, Erdoğan’ın söylediğinden hiç farklı değil. Sen de AK Parti diyenlere edepsiz diyorsun."
Bir noktaya daha dikkatimi çekti.
"Yazında, Deniz Feneri davasının siyasi boyuta tırmanmasından söz ediyorsun. Bu konuda somut bir bilgi var mı?"
Ben boyuta tırmandı dememiştim. Tırmanması ve bunun haber yapılması durumundan söz ediyordum.
"Cümleyi bir kere daha okursan, çok muğlak olduğunu ve her iki tarafa da çekilebileceğini sen de kabul edeceksin" dedi.
* * *
Arkadaşıma bozuldum, ama bugüne kadar görüşlerine çok değer verdiğim için, söyledikleri kafama takıldı.
Yazıyı bir kere daha okudum.
Tamamen haksız değildi.
Köşe yazarlığının trajedilerinden biri budur.
Her yazınızı okutmak, mümkün olan en çok sayıda insana okutmak için yazıya başlarsınız.
Zekánızı teşhir etmek istersiniz.
Yazma dehanızı, üslup kabiliyetinizi mutlaka göstermek istersiniz.
Kafanızda belli bir okur profili varsa, onun hoşuna gitmek istersiniz.
Veya bir hedefiniz varsa, onu biraz bazen de bayağı acıtmak istersiniz.
Bütün bunları bir yazıda ispatlamak isterseniz, haksızlık yapma ihtimaliniz iyice artar.
Yazmanın egoist bir yanı vardır. Neticede böyle bir yazı ortaya çıkabilir.
Başbakan belagat şehvetiyle haksızlık yapar.
Siz üslup şehvetiyle haksızlığa haksızlıkla cevap vermeye kalkarsınız.
Peki sonuç nedir?
Bundan siyaset de zarar görür.
Siz de zarar görürsünüz.
* * *
Oysa ben o yazıyı yazmaya bambaşka bir amaçla oturmuştum.
Deniz Feneri davasını manşete taşıyarak Türkiye gündemine getiren gazete Hürriyet oldu.
Önümüzde bir Ergenekon davası var.
Çok haklı olarak çeteleri yok edelim derken, hukuki açıdan dev çamlar devriliyor.
Amacım, Deniz Feneri davasında da aynı hataların tekrarlanmamasına yönelik bir uyarı yazmaktı.
Mesela önümüzde, Deniz Feneri davasının AKP’ye uzandığına dair bilgi yok.
Ama bazı yazılarda, varmış varsayımından hareket edildiğini gözlemliyorum.
Hürriyet’teki yayınlarda buna çok dikkat etmiştik.
Ama diyorum ya, üslup şehveti.
Bazen insanı alıp savuruyor.
* * *
Diyeceksiniz ki, bunu yazıyı yazmadan, yayınlamadan düşüneceksin.
O da doğru.
Meslekte böyle güvenilir filtrelerimizin, erken uyarı sistemlerimizin olması gerekir.
Kritik bazı yazılarımı güvendiğim insanlara okutup görüşlerini alıyorum.
Onların telkiniyle çıkardığım, hatta tamamını çöpe attığım çok yazım var.
Ama sonradan pişmanlık duyduğum epey yazım da var.
Ben hiç kompleks duymadan pişmanlıklarımı, özürlerimi, yanlışlıklarımı yazıyorum.
Bunu yapmak itibarımı artırır mı, yerin dibine dibine mi sokar, umurumda da değil.
Hayatım boyunca kendimi korumak için hiçbir şey yapmadım.
Çünkü, samimi yazmanın, sahici olmanın birinci kuralı, korkmamak, kendini şu veya bu cemaatin taarruzuna karşı koruma duygusundan azade olmaktır.
Ama şunu da sanmayın: Hayatı boyunca hiç pişmanlık dile getirmemiş yazarlar, hep doğruyu yazmıştır.
Tam aksine, gazetecilik mesleğindeki en büyük utanç örneklerini o saflarda aramak lazım.