Paylaş
Önceki akşam Hilton Oteli’nde, bu yıl ünlü fotoğrafçı Ozan Sağdıç’a verilen Aydın Doğan Ödülü’nün töreninden sonra çok zarif bir kadın yanıma gelip kendini tanıtıyor:
“Ertuğrul Bey, ben Seçkin Selvi.... ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ kitabının çevirmeniyim.”
Anında kendisine 35 yıl gecikmiş bir teşekkür borcunu ödüyorum.
Çünkü kitabı 1970’li yıllarda onun çevirisinden okumuş ve inanılmaz bir zevk almıştım.
Kitap olağan üstüydü... Çevirisi de öyle...
Bilmiyordum...
O harika kitabı hapishanedeyken çevirmiş...
* * *
Törenden ayrıldıktan sonra cep telefonuma Hürriyet Mobil’den Gabriel Garcia Marquez’in öldüğü haberi geldi.
Demek ki, o ölürken, biz onun hakkında konuşuyormuşuz...
Gece eve gelince kitabı açıp bazı bölümlerini tekrar okudum...
Pablo Neruda bu kitap için “Don Kişot’tan bu yana yazılmış en büyük vahiydir” demişti...
“Abartmış” diyeceğim ama söyleyen insan Neruda gibi efsane bir şair olunca duruyorum...
* * *
Kitabı okuduğum zaman o fantastik dünyanın öylesine etkisinde kalmıştım ki...
Aşk ve sevişmenin olağanüstü kozasını, sevişe sevişe bir ceviz kabuğuna sığacak hale gelen bir erkek ve kadının durumu kadar etkili ve fantastik biçimde kim ve ne anlatabilirdi ki...
Yıllar sonra onun yazma okulunun adının “magical realism” olduğunu öğrendiğimde, “İşte benim dünyam bu” demiştim.
“Sihirli gerçekçilik...”
Kim bilir kaç defa yazdım... Ben, gerçeklerden hep kaçtım.
Kendi kendine kurduğum ütopik bir gettoda yaşadım. Tim Burton’un ve Wes Anderson’un dünyaları gibi fantastik bir yarıküreyi seçtim yaşamak ve var olabilmek için.
‘Yüzyıllık Yalnızlık’ta anlatılan fantastik dünya insanların çoğuna şaşırtıcı gelebilir.
Ama Marquez için hiç şaşırtıcı değildi...
“Çünkü babaannem bu fantastik hikâyeleri, kendi yaşamış ve çok normalmiş gibi anlatıyordu ve anlatırken yüzünde son derece ciddi ve normal bir ifade vardı” diyor.
Ben de şaşırmamıştım... Öyle bir dünyada yaşıyordum zaten... Yerçekimsiz bir plasenta içinde gibi boşlukta taklalar ata ata yaşamak...
Hayatım boyunca özgürlük denen şeyi hep bu plasenta halimle tasarladım ve yaşadım...
* * *
Bana “Ne iş yapıyorsun” diye sorulduğunda, nedense “Gazeteciyim” demekte zorlanıyorum...
Bunun, mesleğimi küçümsemekle hiç ilgisi yok, tam aksine çok önemsiyorum. Ama kendimi o tarife bir türlü uyduramıyorum.
Marquez de gazeteciydi... Hayatını kazanmak için yapıyordu bu mesleği...
Ve 1950’li yıllarda işini kaybettiğinde aç kalma tehlikesi yaşamıştı.
Paris’e gitmiş, çöp tenekelerindeki şişeleri toplayıp satmak zorunda kalmıştı.
Bugün Türkiye’deki gibi bir durum vardı... Gazeteler kapatılıyor, insanlar işinden kovuluyordu.
Onu kim işinden etmişti diye hiç merak etmemiştim.
Dün baktım, Rojas Pinilla diye bir adam tarafından işinden edilmiş.
Hayatımda hiç duymadığım bir isim...
Biraz araştırdım, zor da olsa kim olduğunu buldum.
Meğer Kolombiya’nın 19’uncu cumhurbaşkanıymış.
Askeri darbeyle gelmiş pis bir diktatör yani...
Marquez’in çalıştığı gazeteyi kapattırınca, o da işsiz kalmış.
* * *
Marquez öldü...
Meksika’da 3 gün yas ilan edildi.
Ölümü, dünyanın neredeyse bütün gazetelerinin birinci sayfasında haber...
Düşünün...
Hangi romanın adı, “Yüzyıllık Yalnızlık” kadar büyük kavram haline gelmiştir?
Ya öteki herif...
Adı neydi... Ha Rojas Pinilla... Başında bir de Gustavo var...
Söyleyin Allah aşkına adını bileniniz var mı...
Kim bilir hatırası hangi çöplükte yatıyor şimdi...
Merak ettiğim tek şey, acaba mezar taşına ne yazdılar...
Tek adamlar ve diktatörler ne kadar iktidarda kalır
ŞİLİ’de Allende darbecilere teslim olmak yerine ölümü tercih edip, Pinochet iktidara geldiğinde, Marquez bütün dünyaya şu sözü vermişti:
“O diktatör gidinceye kadar roman yazmayacağım...”
Ama bu sözünü tutamayıp yazmış, nedenini de şöyle açıklamıştı:
“Bir diktatörün bu kadar süre koltuğunda oturabileceği hiç aklıma gelmemişti...”
Pinochet 17 yıl iktidarda kaldı...
“Başkan Babamızın Sonbaharı” romanında anlatılan kişi de bir tek adam, bir diktatördür.
O kadar uzun iktidarda kalır ki, insanlar ondan önceki hayatın nasıl bir şey olduğunu unuturlar...
Ne feci bir unutkanlık değil mi...
İnsanlar diktatörleri koltuğunda unuturken, geçmişlerini de siliyorlar.
Tek adamlar ve diktatörler bazen uzun süre kalabiliyorlar.
Ama hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki, sonraları iyi olmuyor...
Çünkü ortaya ağır bir insanlık suç faturası çıkıyor ve o faturanın bedeli mutlaka ödettiriliyor...
12 bin dolar borçla yazılan efsane kitap
“GABO”...
Gabriel Garcia Marquez’in takma adı buydu...
Gabo, ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ı yazmaya 1967’de başlamış...
18 ay, durmadan yazmış...
O sırada evin geçimini karısı çalışarak sağlamış...
Ama kazandığı para yetmiyormuş.
Kitabın bittiği gün eşine, “Gerçekten bitirdin mi” diye sormuş...
O evet deyince, cümlesini tamamlamış:
“İyi öyleyse söyleyebilirim. 12 bin dolar borç aldım...”
Kitap satışa çıkar çıkmaz ilk baskısı tükenmiş...
Marquez o günden sonra bir daha hiç borç para almamış...
Castro, kitaplarını basılmadan okuyordu
MARQUEZ Küba lideri Fidel Castro’nun çok iyi arkadaşıydı.
O kadar iyi ki, kitapları daha basılmadan ona gönderiyor ve o da hemen okuyordu.
Castro Batı dünyası tarafından tecrit edildiğinde de hep onun yanındaydı.
Sandinistalara destek veriyordu.
Amerika Birleşik Devletleri, “komünist” olduğu gerekçesiyle, çok uzun yıllar ona vize vermeyi reddetmişti...
Bazen düşünüyorum...
Bu kadar fantastik dünyası olan bir insan, hayatının sonuna kadar nasıl solcu kalabilir?
Bu soruyu, bütün saflığımla Tansu’ya sorduğumda şu kesin ve net cevabı aldım:
“Ne saçma sapan konuşuyorsun...”
Haklı... Hayatım boyunca bir ütopya gettosunda yaşaya yaşaya ben de kendimce “Yüzyıllık yalnızlık” inşa etmişim.
“Sihirli gerçekçilik...”
Hâlâ mezun olamadığımız okulun adı bu değil miydi...
Paylaş