Paylaş
Geçen gün Nazar Büyüm anlattı. İnsanın doğduğu zaman aldığı ilk nefes hep içinde kalırmış. Bütün hayatı boyunca kalırmış.
Ve öldüğü gün verdiği son nefes de işte o nefesmiş.
Hiç işitmemiştim.
Doğru mudur bilmiyorum.
Bilimsel, fizyonomik, tıbbi bir izahı var mıdır?
Hiçbir yerde okumadım.
Yoksa dini bir hurafe, ne bileyim sade bir inanış mıdır haberim yok.
Bilmiyorum ama bir his olarak içime oturan, orada açık bir yere vida gibi giren bir şey var.
Eğer hayat dediğimiz şeyin ruhunda insanı allak bullak eden bir sembolizm varsa, işte o sembol mutlaka bu ilk ve son nefestir.
Bu izah beni çok etkiledi.
O nedenle bunun böyle olduğuna inanmaya karar verdim.
Yani hayat, dışardan alınan ve bütün bir ömür boyunca içerde tutulan o küçücük nefesin ruhani serüveninde mana bulan bir seyahattir diye düşünüyorum.
* * *
Dün yaş günümdü.
Gidilecek durağın, gelinen yerden daha yakın bir menzile girdiği anlarda insan o hüzünlü ve hazin muhasebeyi yapmaya başlıyor.
Hayatımda neler yapmak istedim, neleri yapamadım?
Hangi arzular tatminsiz kaldı?
Hangileri yarım yamalak kaldı, sanki yaşamışız gibi yaptık.
Nelerden gurur duyduk, nelerden utandık.
Kendi kendimize kaldığımızda hangi utanç, zift gibi oramıza buramıza yapıştı?
Çetele uzun.
Bilanço bir türlü denkleşmiyor.
* * *
Mesela Katmandu'ya bir türlü gidemedim.
Uzun saçlı hippilik yıllarımdan beri kafama koyduğum o efsane uygarlığa bir türlü ulaşamadım.
O zamanlar parasızlıktan...
Veya parasızlık bahanesinin arkasına sakladığım bir korkaklıktan.
Paramın olduğu zamanlarda ise zamansızlıktan.
Veya yine zamansızlık arkasına sakladığım başka bir şeyden.
Yağmur ormanlarında da dolaşamadım.
O şehvetimi hep belgesel filmlerin karşısında tatmin ettim.
Dokümanter bir vekáletname veya sanal bir serüven.
Hadi gelin, hiç olmazsa adını koyarken bahanelerin arkasına korkakça sığınmayalım.
Bir tür mastürbasyon diyelim.
Key West'e gitmek de nasip olmadı.
Oysa Hemingway'in oturduğu o masalarda oturmayı, bir pazar yazımı oradan şarabımı yudumlarken yazmayı ne kadar istemiştim.
* * *
En üst düğmesi iliklenmiş ipek gömleğim ve ince kaşmir ceketimle, Robert Redfort'un Havana filminin son sahnesinde durup okyanusa baktığı o yerde durmayı ne kadar çok hayal etmiştim.
Küba'yı oradan görebilmeyi ne kadar arzulamıştım.
Olmadı.
Sadece bu kadar mı, değil elbet.
Belki de bunlar sadece itiraf edebildiklerimden birkaçı.
Oysa o tatminsizlikler, yarım kalmışlıklar buzdağının altında kimbilir daha kaç Titanic batıracak kadar aysbergler var.
Görünmeyen, itiraf edilemeyen, ama holigan bir aysberg gibi çarpacak masum gemiler arayan, ona buna tuzak kuran arzular ve ihtiraslar.
Onlar bilançolarda da görünmüyor.
Onların oraya buraya yazılmış kayıtları yok.
Belli ki hiçbir yere delil bırakmamışız, izleri silmiş, ortalığı toplamışız.
* * *
Onlar sadece bizim.
Hatta bizim bile değil.
Yalnız başımıza kaldığımızda bile korkaklığımızı tedavi etmeyen arzular.
İşte onlar hiçbir zaman yaşanmadı.
İtiraf bile edilmedi.
Sadece saklandı.
Dün yaş günümdü.
Ben yine o ilk nefes efsanesine döndüm.
İnsanın aldığı ilk nefes hep içinde kalırmış.
Ve ölürken verdiği son nefes de işte oymuş.
İlk nefes gövdemde dolaştığı sürece hep eksik kalmış, tatmin edilmemiş bu duyguları hissedeceğim.
Çünkü onlar benim hálá yaşadığımı ispat eden manevi deliller.
Paylaş