Ağrı Patnos’ta, 70’li yılların başında askerdim. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni yeni bitirmiş, Ordu da stajımı tamamlamıştım. Avukatlığa başlamadan askerliği aradan çıkarmaya karar verdim. Önce Tuzla’ya, oradan kura sonucu Patnos’a atandım. Van’ı ilk kez o yıllarda, bir görev nedeniyle gittiğimde gördüm. Ordu’dan Patnos’a (en az üç kez araç değiştirerek) giderken gördüğüm Anadolu şehirlerinden oldukça farklıydı. Doğudaydı ama sanki deniz kıyısındaydı.
‘Van Denizi’ deyimini sanırım ilk o günlerde duymuştum. Ağrı’nın sıcak, kurak bozkırından sonra Van bana sakin, huzurlu bir sahil kasabası gibi göründü. Havasını deniz özlemiyle içime çektiğimi anımsıyorum. Göl kıyısındaki iskeleye uzanan yol, iki yanındaki yüksek ağaçlarla gölgelenmişti. Yıllar sonra bu ağaçları, 12 Eylül askeri yönetimin atadığı valinin ‘kırsal görüntü veriyor’ diye kestirdiğini anlattılar. Dönüş yolunda Erciş’e doğru giderken çay içmek için durduğumuz göl kıyısında kocaman bir sukaplumbağası gördüm. İlk kez gördüğüm için ilgimi çekmişti. Halk arasında ‘Van canavarı’ diye söz edilen efsanevi yaratığın bu kaplumbağa olduğunu hep düşünürüm.
Konya, Türkiye’nin sadece yüzölçümü olarak en büyük değil, geniş coğrafyasının farklı özellikleriyle de en ilgi çekici illerinden biri. Merkezde birbirinden güzel Selçuklu yapılarının yanı sıra Mevlana Celaleddin Rumi Türbe ve çevresi, Beyşehir’de tevazunun zarafetini cisimleştiren -ve bence- Anadolu’nun en güzel Selçuklu Camii olan Eşrefoğlu Camii, göl kıyısında Kubad’Abad Sarayı, Ereğli yakınlarında Hititlerin görkemli eserlerinden olan İvriz Kaya Anıtı, her biri başlıbaşına görmeye değer yerlerin ilk akla gelenleri.
Akşehir, bu geniş toprakların en yeşil ve en renkli köşelerinden biri, belki birincisidir. Bilirsiniz, dünyaca ünlü Nasreddin Hocamız burada yaşamış; yemyeşil bir yoldan girilen şehir mezarlığında karşınıza çıkan, her yanı açıkken orta yerinde kocaman bir kapı bulunan mezarın ona ait olduğu kabul edilir. Son yıllarda kabrin dört yanını demir korkulukla korumaya almışlar. Umarım Hoca’nın ruhu, -dünyanın ne kadar maddileştiğini anlayarak- onun mizahına yapılan bu iyi niyetli müdahaleyi bağışlar.
Gülmece Parkı
Son yıllarda Türkiye’de eski eserlere ilgi ve duyarlılık artıyor. İnsanlar ekonomik ve siyasi konuları tartışırken doğa, çevre, arkeoloji, tarihi dokunun ve eski eserlerin korunması gibi konuları da sıklıkla dile getiriyor, olumlu ya da olumsuz örnekleri kamuoyuyla paylaşmaya çalışıyorlar.
Konuları yakından takip eden -her kesimden, her sosyal çevreden- yurttaşlarımız, gelen eserlerle ilgili sevinçlerini ifade ederken, başka önemli eserlerin ne zaman ve nasıl geleceğini de merakla sorguluyorlar. Gerçekten, şu anda özellikle Avrupa müzelerinin sergileri büyük ölçüde Anadolu, Ön Asya ve Mısır’dan (kısmen de Yunanistan’dan) götürülmüş eserlerden oluşuyor. En çok sorulanların başında da Bergama’dan Almanya’ya taşınmış olan ünlü Zeus Sunağı geliyor. Gerçekten 18. ve 19. yüzyılda Osmanlı coğrafyasının her yanından, özellikle Batı Anadolu’dan dünya kültür mirası açısından son derece önemli, estetik açıdan değerli eserler Avrupa ülkelerine taşınmış. Efes’ten, Ksanthos’tan, Milet’ten, Antakya’dan, Aydın’dan, Konya’dan çok sayıda eser, anıtlar, anıtsal kapılar, heykeller, mozaikler, mihraplar, sandukalar, rölyef ve çiniler bunların arasında.
Polonezköy, Beykoz sırtlarında Polonya göçmenleri tarafından kurulmuş, güzel bir köy yerleşimi. Tarihi 200 yıla yaklaşıyor, yerleşimin kökleri 1840’lara uzanıyor. Osmanlı kayıtlarında Lehistan diye anılan Polonya, 18. yüzyıl sonlarında Rusya, Avusturya ve Prusya tarafından paylaşılınca, binlerce Polonyalı vatanını terk etmek zorunda kalmış. İşgale karşı direnişin önderlerinden Prens Adam Czartoryski, kuzeni Michal Czajkowski’yi İstanbul’da temsilcilik kurmakla görevlendirmiş.
Sonradan Osmanlı uyruğuna geçip Mehmet Sadık Paşa adıyla Kazak birliklerinin başında Kırım Savaşı’na katılan Czajkowski İstanbul’da yerleşik bir misyoner tarikatından bu toprakları süresiz kiralamış. Polonyalı, Slav asıllı, Katolik inancı taşıyan ailelerin yerleşimine olanak sağlanan köyün adı, Prens Adam Czartoryski’ye saygı olarak ‘Adampol’ olmuş. Köy toprakları, önceki sahiplerinden, Adam Czartoryski’nin oğlu tarafından 1883’de kesin olarak satın alınmış; 1908’de Kanun-u Esasi’nin ilanı ile köy, diğer Osmanlı köyleriyle eşit haklara kavuşmuş. 1923’de cumhuriyet döneminde Polonya ile dostluk antlaşması imzalanmış; köy bu arada Polonezköy adını almış.
Polonezköylüler 1938’de Türkiye vatandaşlığını, 1969’da da (Czartoryski ailesinin feragati üzerine) topraklarının mülkiyetini elde etmişler. Polonezköy bugün İstanbul’un Anadolu yakasında yeşil yollar arasından kısa sürede ulaşabileceğiniz bir turizm merkezi konumunda. Kocaman yeşil alanlar, asırlık ağaçlar arasında yer alan eski yapıların çoğu yeme-içme ve konaklama mekânları olmuş. Havuzlar, oyun alanları, yürüme ve bisiklet yolları ile doğaya kaçmak, sakin, gürültüsüz, huzurlu bir ortam arayanlar için İstanbul’un gittikçe azalan yeşili içinde bir saklı cennet; ilk kez görenler için hayret ve hayranlık uyandıran bir sürpriz.
Polonezköylüler bu ortamı hazır bulmamış; inanılmaz bir özveri, inat ve sebatla, deyim yerindeyse tırnaklarıyla kazıyarak oluşturmuşlar. Yerleştikleri dönemde çevre bakımsız, ulaşım neredeyse imkânsızmış. İstanbul’dan Beykoz’a 1,5 saat kayıkla, Beykoz’dan iki saat köye atla, ya da yaya…
Göbeklitepe, Şanlıurfa’nın 20 km kadar kuzeydoğusunda, sadece Türkiye’nin değil, dünyanın en ünlü ve önemli ören yerlerinden biri. 2011 ‘den bu yana UNESCO Dünya Mirası Aday Listesi’nde, önümüzdeki yıl kalıcı listeye alınması bekleniyor.90’lı yılların ortasında Göbeklitepe’nin keşfi, dünyada bilinen ilk tapınağın tarihini, günümüzden 12 bin yıl önceye taşıdı. Ondan önce MÖ. 5 binlere tarihlenen Malta’daki buluntular, ilk tapınak sayılıyordu.
Göbeklitepe’nin, bölge halkı arasında eskiden bu yana bilinen adı ‘Ziyaret’. Daha tapınak buluntuları ortaya çıkmadan, bölge halkı tepede, taşlarla çevrili iki eski mezarın yanıbaşındaki asırlık ağacın duldasında toplanır, adak adar, kurban keserlermiş.
Tepeye verilen yerel adlardan biri de, Kürtçe ‘gire mıraza’. ‘Derde deva aranan tepe’ anlamına geliyor. Halk, burada sunulan adakların, dertlerin giderilmesine, dileklerin gerçekleşmesine yaradığına inanmış. Tapınak öreninin izleri kaybolmuş olsa da, ritüelleri derinden akan bir nehir gibi, binlerce yıl öncesinden bugünlere süregelmiş.
Sabana takılan tarih
Güneydoğu Anadolu’nun kültürel zenginliği ve turizm potansiyeli bende hep Endülüs çağrışımları yaratır. Bunu daha önce de yazdım. Hatay’dan başlayıp Gaziantep, Şanlıurfa ve Diyarbakır merkez olmak üzere birçok çevre ili de içine alan bu coğrafya, mimarisi, mutfağı ve müziği ile gerçekten eşsiz ve çok etkileyici bir yolculuk rotasıdır.Bu rotanın en farklı ve çarpıcı duraklarından biri Mardin. Mardin ya da halkın bugün hâlâ söylediği isimle Merdin, büyük Mezopotamya Ovası’nın Anadolu sınırlarında kale gibi yükselen kayalıkların üzerine kurulmuş, neredeyse bütünüyle bir tarihsel anıt şehirdir.
Medeniyetler şehri
Bu şehrin insanı etkileyen birçok özelliği sıralanabilir. Tarih boyunca ve hatta bugün nice kavmin ve dinin ahenk içinde yarattığı bir birlikte yaşam kültürüdür Mardin. Asurlulardan bu yana, Araplar, Süryaniler, Kürtler, Ermeniler, Türkler ve daha niceleri bu şehrin yamaçlarına yerleşmişler, bugün merak ve hayranlıkla gezilen nice eser bırakmışlar.Anadolu’nun hiçbir şehrinde -Antakya’nın hakkını da teslim ederek- bu kadar iç içe, yan yana, duvar duvara camiler, medreseler, manastırlar, kiliseler göremezsiniz. Mardin’de bu mabedlerin sadece binaları değil, sedaları da, duaları da iç içedir.
Bütün yapılar taş işçiliğinin birer sanat eseri. Dinsel ya da kamusal yapıların, varlıklı ailelerin görkemli konaklarının yanı sıra, sokak aralarında sıradan evlerin duvarında, saçak ya da kapı süslemesinde de bu zarafeti görebilirsiniz.Mardin’i özel kılan da aslında bu taş işçiliği. Eski şehirde evlerin birbirinin hukukunu gözeten yerleşimi, taşın sadece bir yapı malzemesi değil, aynı zamanda bir sanat objesi olarak kullanılması, ortaya bütünüyle bambaşka, işlenmiş, süslenmiş bir şehir çıkarmış.Doğu topraklarındaki gezilerimde -savaştan önce- gördüğümde Halep de bu kadar etkileyici bir şehirdi. Ortasında yükselen kale-sarayı ve yapıların taş işçiliği ile Mardin’in, farklı konumda ama benzer güzellikte bir eşi gibiydi. Ne yazık ki, savaş bu güzelim şehri, insanlarıyla birlikte perişan etti.
Modern işgal
Şanlıurfa’yı ilk ziyaret edişim galiba 80’lerdeydi. O zamanlar hemen herkesin ilk -ve neredeyse tek- ziyaret mekânı olan Halilürrahman Camii’nde gezmiş, çevredeki çocuklardan aldığımız balık yemlerini havuza serpiştirmiş, kökü Hz. İbrahim’e kadar uzanan öyküler, akşam da geniş ve serin bir han avlusunda tarifsiz güzellikte türküler dinlemiştik. Bir başka defa -sanırım 90’ların başındaydı- henüz düzenlenmekte olan tarla görünümündeki havaalanına, küçük bir özel uçakla inen ilk yolcular arasındaydım. Oradan Atatürk Barajı’na gidip, ülkenin bu dev yatırımı hakkında bilgi sahibi olmaya çalışmıştık.
İlk görevim Şanlıurfa
2007 Eylül’ü başında, bakanlık görevime başladığım gün masamın üzerinde bulduğum bir davet mektubuna uyarak, bu kez ‘Tarihi Kentler Birliği’ toplantısına katılmak için Şanlıurfa’ya gittim. Vali Kemalettin Gazezoğlu Kültür Merkezi’nde yapılan toplantı, ilk görev günümün heyecanı yanında, katılımcıların niteliği açısından da -benim için- çok önemli ve değerli oldu.
Halilürrahman Camii’nin hemen yanı başında özel bir park alanı için kazı yapılan Haleplibahçe’de mozaikler henüz yeni bulunmuştu. O gün ilk kez gördüğüm Amazon Kraliçeleri Mozaiği, bugün şehrin ortasında yükselen, Türkiye’nin en büyük müzesinin ve çevresindeki Arkeopark içinde yer alan Mozaik Müzesi’nin temel fikirlerinin oluşmasına yol açtı. Sonra bu fikrin takibi için defalarca yolculuk yaptım Şanlıurfa’ya; tabii -başka bir yazı konusu olan- Göbeklitepe’ye, Harran’a, Eyüp Nebi’ye, Viranşehir’e de uzanarak.
Nekropole çeki düzen
İstanbul’dan Marmara’nın güneyine ulaşmak artık eskiye oranla çok daha kolay ve rahat. Tekirdağ-Çanakkale üzerinden yapacağınız keyifli yolculuğun, İzmit Körfezini kısaltan Osman Gazi Köprüsü alternatifi yanında, Yenikapı’dan Bandırma feribot olanağı da var. Marmara’yı seyrederek yapacağınız iki buçuk saatlik yolculuk sizi doğruca Bandırma’ya ulaştırıyor. Biz bu yolu seçtik.
Bandırma-Susurluk- Balıkesir-Havran-Edremit yolu sakin ve güzel. Yol üzerinde doğanın bereketini sofranıza getiren, yeşilin içine saklanmış, göl kıyılarında güzel yol lokantaları var. Balıkesir, Kurtuluş Savaşımızda ilk Kuvayı Milliye örgütlenmelerinin yapıldığı yurt köşelerinin öncüleri arasında yer alıyor. O yüzden güzergâhta, önemli arkeolojik eserlere ev sahipliği yapan Bandırma Arkeoloji Müzesinin yanı sıra, Balıkesir Kuvay-ı Milliye Müzesi de mutlaka görülmesi gereken bir tarih durağı olarak ziyaretçilerini bekliyor.