Paylaş
Güneydoğu Anadolu’nun kültürel zenginliği ve turizm potansiyeli bende hep Endülüs çağrışımları yaratır. Bunu daha önce de yazdım. Hatay’dan başlayıp Gaziantep, Şanlıurfa ve Diyarbakır merkez olmak üzere birçok çevre ili de içine alan bu coğrafya, mimarisi, mutfağı ve müziği ile gerçekten eşsiz ve çok etkileyici bir yolculuk rotasıdır.Bu rotanın en farklı ve çarpıcı duraklarından biri Mardin. Mardin ya da halkın bugün hâlâ söylediği isimle Merdin, büyük Mezopotamya Ovası’nın Anadolu sınırlarında kale gibi yükselen kayalıkların üzerine kurulmuş, neredeyse bütünüyle bir tarihsel anıt şehirdir.
Medeniyetler şehri
Bu şehrin insanı etkileyen birçok özelliği sıralanabilir. Tarih boyunca ve hatta bugün nice kavmin ve dinin ahenk içinde yarattığı bir birlikte yaşam kültürüdür Mardin. Asurlulardan bu yana, Araplar, Süryaniler, Kürtler, Ermeniler, Türkler ve daha niceleri bu şehrin yamaçlarına yerleşmişler, bugün merak ve hayranlıkla gezilen nice eser bırakmışlar.Anadolu’nun hiçbir şehrinde -Antakya’nın hakkını da teslim ederek- bu kadar iç içe, yan yana, duvar duvara camiler, medreseler, manastırlar, kiliseler göremezsiniz. Mardin’de bu mabedlerin sadece binaları değil, sedaları da, duaları da iç içedir.
Bütün yapılar taş işçiliğinin birer sanat eseri. Dinsel ya da kamusal yapıların, varlıklı ailelerin görkemli konaklarının yanı sıra, sokak aralarında sıradan evlerin duvarında, saçak ya da kapı süslemesinde de bu zarafeti görebilirsiniz.Mardin’i özel kılan da aslında bu taş işçiliği. Eski şehirde evlerin birbirinin hukukunu gözeten yerleşimi, taşın sadece bir yapı malzemesi değil, aynı zamanda bir sanat objesi olarak kullanılması, ortaya bütünüyle bambaşka, işlenmiş, süslenmiş bir şehir çıkarmış.Doğu topraklarındaki gezilerimde -savaştan önce- gördüğümde Halep de bu kadar etkileyici bir şehirdi. Ortasında yükselen kale-sarayı ve yapıların taş işçiliği ile Mardin’in, farklı konumda ama benzer güzellikte bir eşi gibiydi. Ne yazık ki, savaş bu güzelim şehri, insanlarıyla birlikte perişan etti.
Modern işgal
Mardin bu açıdan şanslı bir kent. Bölgenin göreceli olarak en sakin, genelde huzurlu yerleşimlerinden biri. Kurtuluş Savaşı yıllarında bile işgal ve savaş yıkımı görmemiş. Şehri işgale niyetlenen Fransız’lar, yalçın kayalar üzerinde yaşayan halkın direncini ve kalenin müstahkem konumunu görünce vazgeçip gitmişler.Ancak bütün şehirlerimizde yaşanan sorunlar Mardin’in de yakasını bırakmamış; eski evlere yapılan uygunsuz-yakışıksız beton eklerin yanı sıra, bir dönem şehir içinde bazı yapılar da, minarelerin ve çan kulelerinin oluşturduğu eşsiz silueti yok etmek istercesine yükselmişti.Son yıllarda bu konularda duyarlığın artmasıyla bu uyumsuz yapılaşma bir ölçüde önlenmiş görünüyor. 2010 Yılı ve devamında, dönemin Valisi sayın Hasan Duruer’in gayretleriyle bazı çirkin yapılar kamulaştırılmış, sonra da yıkılmıştı.
Bu temizlik sürecinde, kapısı muhteşem bir taş ustalığı eseri olan Kız Lisesi önünde, yıkılması gereken birkaç duvara ilk balyozu vurma şansı bulduğumu, bugün de buruk bir mutlulukla anımsarım.Son gördüğümde bu çalışmalar kısmen sonuç vermiş, tarihi şehirde tabela temizliği -benzer bazı kentlere örnek olacak biçimde- sağlanmış; uyumsuz kamu yapıları ya yıkılmış ya da kısmen uyumlu hale getirilmiş. Ama hâlâ bir kısım yapıların temizliği ve trafikle ilgili sorunlar var.Bu eksikler giderilince Mardin’in, örneğin Toledo gibi dünya çapında ünlü bir müze kente dönüşmesi -sadece benim hayalim değil- bir gerçek olabilir.Şehrin tepesinde tarihi kale ve çevresinde askeri bölge olarak kullanılan alan, önceki yıllardaki umutlu sözlere karşın, hâlâ boşaltılmamış. Oysa bu alan halka açılabilir ve bütün Mezopotamya’yı sınırsızca görecek bir büyük parka dönüştürülebilirdi.
Masal şehir
Hızlı nüfus artışının getirdiği yoğunluk yamaçların eteklerinde yeni bir şehir yaratmış. Bu şehre de Mardin demek doğru olmaz. Abartılı yüksekliklerin yanısıra, yapıların görünümü hiç bir açıdan Mardin’i çağrıştırmıyor; Anadolu’nun her yanında hüzün verici örneklerini gördüğümüz bir beton yığını..Mardin’in eteklerindeki bu Yenişehir’le, 20 km mesafedeki en büyük ilçesi olan Kızıltepe neredeyse birleşmiş konumda; yüksek ve özensiz yapılaşmaları da birbirine benziyor.
Oysa yamaçlardaki tarihi şehir, bugünün sözde göğe tırmanmaya çalışan mimari anlayışından çok farklı. Daracık yollardan girilen birbirine saygılı yapılar, iç avlulardaki eyvanlar, gece sohbetlerine mekân olan tahtlar, bir sokaktan diğerine kolaylıkla geçmenizi sağlayan abbaralarla bu şehir, göğü görmekte zorlanarak yaşadığımız, yaşarken bunaldığımız bugünkü şehirlerden çok farklı.
Onun için Mardin’e ‘masal şehir’ diyorlar. Hem gece kale eteklerindeki ışıklarıyla bir masal alemine benziyor, hem de masalların masalı ‘Şahmeran’ın en güzel resmedildiği yer burası.Yapıları, anıt eserleri saymakla bitmez: Ulu Cami, Şehidiye ve Latifiye Camileri, Zinciriye Medresesi, Kırklar (Mor Behnam) Manastırı, bugün üniversitenin kullandığı eski postane binası bunlardan sadece birkaçı.
Her yanı sürprizlerle dolu
Mardin’de gezerken ‘Mor’ sözcüğü ile çok karşılaşıyorsunuz. Mor, Süryanice ‘Aziz’ anlamına geliyor. Merkezde ve ilçelerde birçok manastır, ‘Mor’ olarak başlayan isimler taşıyor. Bunlardan şehir içindeki Mor Behnam Manastırı Süryani inancının Metropolit Merkezi.
Medreselerin en ünlüsü, Mezopotamya’yı ayaklarınızın altında hissedeceğiniz Kasımiye Medresesi. Avlusunda akan suyun iç içe geçtiği havuzların insan yaşamının evrelerini anlattığını öğrenmek bile başlı başına bir ders gibi.
Manastırların en ünlüsü de Deyrulzafaran. Dünyanın en eski mabetlerinden biri, adı Safran Manastırı anlamına geliyor. Altında binlerce yıllık bir güneş tapınağı, üstünde birkaç kilise yapısı var.Son yıllarda manastırın dostları çevreyi yemyeşil bir bağa çevirmişler, üzüm, zeytin ve badem yetiştiriyorlar. Bu güzel ürünleri işleyip karşılama merkezinde satışa da sunmuşlar. Benim alıp evde tadına baktıklarım gerçekten nefisti.
Mardin’in yapılarının mimarisini ve başka özelliklerini burada anlatamam. Sadece Kasımiye’yi yahut Deyrulzafaran ya da Ulu Cami’yi anlatmak için herbirini ayrıca yazmak gerekir. Daha şehir içinde birbirinden güzel iki müzeden, gördüğüm en işleyen, cıvıl cıvıl Arkeoloji Müzesinden ve Sabancı Müze-Galerisinden bile söz edemedim. Onun için Mardin’i anlatmak bu sayfaya sığmaz, gidip görmelisiniz.
Hem sokaklarında dolaşır, badem şekerlerini ve güzel yemeklerini tadar, hem de Midyat’a ve belki Dara’ya kadar uzanır, yeni sürprizlerle karşılaşırsınız.
Paylaş