Antalya dünyanın her yanından ziyaretçi alan, ülkemizin özel bir turizm merkezi. Her yıl bir ya da birkaç otel dünyanın en iyileri arasına giriyor. Ama Antalya’ya gidip de sadece otelleri, kumsalları ve güneşi görüp gelenler, aslında çok şeyi görmemiş olurlar. Çünkü Antalya, doğası, deniz kıyıları ve kıyı boyunca otellerinden ibaret, dünyanın bir çok yerinde bulabileceğiniz sıradan bir tatil beldesi değildir; bunlardan çok daha fazladır.
Görkemli antik yerleşimleri, güzel eserleri bağrında saklayan özel bir tarih merkezidir. Doğudan batıya mesafesi 600 km’yi aşıyor. Bu 600 km boyunca doğuda Gazipaşa’da Güney Kale’den, batıda Patara ve Xsanthos’a kadar her adımda yeni bir ören yeri ile karşılaşabilir, kendinizi ansızın tarihin içinde, bir Doğu Roma şehrinin döşeli sokaklarında ya da sırtını kayalara vermiş tiyatro sıralarında bulabilirsiniz. Bu tiyatro sıraları bazen Kaş’taki gibi sahnesi denizin içindeymişçesine kıyılardadır; ya da Termessos gibi, Makedonyalı İskender’in bile ulaşamadığı dağ yamaçlarında...
Pamfilya’nın en ünlü kenti
Benim bugün Antalya’ya gitmişken mutlaka görmenizi önereceğim yer ne çok uzak kıyılarda, ne de tırmanmanız gereken dağ doruklarında. Neredeyse şehir merkezinde, havaalanının yakınında, Aksu kasabasında: Perge. Perge’nin tarihi, bilim insanlarının bulgularında 4.000 yıl kadar önceye gidiyor. Ama Anadolu’nun birçok şehri gibi, yükselişi 1. yüzyıl sonlarında Roma’nın barış ve bolluk döneminde.
Anadolu’yu 19. yüzyılda baştan başa gezen ve gözlemlerini ‘Asie Mineure’ adlı üç ciltlik eserinde toplayan ünlü gezgin Charles Texier, kuruluş tarihi bilinmeyen Perge’nin, ‘Pamfilya’nın (Antalya yöresinin) en ünlü şehirlerinden biri’ olduğunu yazıyor.19. yüzyılın ilk yarısında Texier’in yaptığı bu gözlem, bugün ortaya çıkan yeni bulgularla daha da haklılık kazanıyor. Gerçekten şehircilik bakımından Perge, yerleşim planı ve estetik anlayışı ile -bugün de çevresindeki pek çok şehri kıskandıracak kadar- özel bir kent.
Perge kazıları, 70 yıl kadar önce İstanbul Üniversitesi tarafından başlatılmış Türkiye’nin köklü bilimsel çalışmalardan biri. Bu çalışmalara -sırasıyla- Arif Müfid Mansel, Jale İnan ve Haluk Abbasoğlu gibi Türkiye arkeolojisinin büyük hocaları başkanlık yaptılar. 2012’den buyana bilimsel çalışmalar Antalya Müzesi tarafından sürdürülüyor.
Önce Ağlasun›u duymuştum. 70›lerde soluk soluğa okuduğumuz, çoğu dizelerini de ezberden bildiğimiz şair Hasan Hüseyin, eşi öğretmen Azime Korkmazgil’in memleketi olan Burdur’un Ağlasun kasabasına yerleşmiş; ‘Ağlasun Ayşafağı’ adıyla da, Anadolu’nun doğasını ve tarihini harman eden destansı bir ‘nehir şiir’ yayınlamıştı.
Yıllar sonra, Antalya-Burdur yolunda Ağlasun ve Sagalassos levhalarını görünce,
erken yaşta yitirdiğimiz Hasan Hüseyin’i de anarak, çocuklarımla levhaların gösterdiği yola yöneldik. Yarım saati aşan bir yeşil yolculuğun sonunda karşımıza Ağlasun çıktı. Ağlasun, Korkmazgil’in dizelerinde söylediği gibiydi: “Ağlasun dedikleri bir yaşlı çınar / iki kerpiç dağ başında / bir tenha pınar..”
Asıl derdimiz yön levhasında yazılı tarihi şehri görmek olduğundan, yukarıya, kuzeydeki yamaçlara doğru yolumuza devam ettik. 6-7 km. sonra karşımızda bambaşka bir tablo vardı: Çok güzel bir antik Anadolu şehri: Sagalassos!
Barışın bereketi
Afrodisias, Aydın’ın Karacasu İlçesine bağlı Geyre Köyü yakınında, bilim ve sanat merkezi olarak bilinen bir Roma kenti. Kuruluş söylenceleri çok eskilere, Troya’dan kurtulanlara kadar gidiyor. Prof. Akurgal’ın ‘Anadolu Uygarlıkları’ kitabında, -Afrodisias’a neredeyse tüm yaşamını veren- Prof. Kenan Erim’e dayandırdığı bilgilere göre, kentin eski adı Ninoe. Bu Ninoe/ Nin kökü, tanrıça İsthar’la, oradan da Aphrodite’le ilişkilendiriliyor.
Aphrodite kültünün burada, yaygın olarak bilinen güzellik çağrışımının ötesinde anlamı var. Anadolu’nun Kyble ve Artemis’i gibi, doğayı da temsil eden değer taşıyor. Şehir, milattan önce 1.yüzyıldan itibaren daha da önem kazanmaya başlamış. Bazı altın ve gümüş sikkeler üzerinde bu tarihlerde adının geçtiği yazılıyor. Julius Caesar döneminde özerkliğe kavuşmuş ve Aphrodite adına yapılmış olan yapılara dokunulmazlık verilmiş.
şilırmak -adı üzerinde-, Kuzey Anadolu’da çevresine yeşilin bereketini yayan bir nehir. Sivas yakınlarında Kösedağ’ın 2800 metreyi aşan yamaçlarından doğar; 500 km’den fazla yol katettikten sonra, katılan ırmaklarla birlikte getirdiği alüvyonun yarattığı Çarşamba ovasından, geniş bir delta halinde Karadeniz’e dökülür. Yeşilırmak üstünde en eski ve en önemli yerleşim merkezi Amasya’dır. Amasya’da nehir, iki yanı dağlarla kaplı sarp bir vadiden geçtiği için, en görkemli halini alır. Tarihin bilinen ilk coğrafya bilgini Amasyalı Strabon (MÖ 60- MS 24), ünlü eseri Geographika’da doğduğu şehrin konumunu şöyle anlatır: “Benim şehrim, içinden İris Irmağı’nın (Yeşilırmak) aktığı geniş ve derin bir vadide kurulmuştur. İnsan emeği buraya hem şehir ve hem de kale özelliklerini çok iyi sağlamıştır.”
Strabon’un yazdığı gibi, Yeşilırmak çevresi, bu vadide bereketli ve korunaklı konumuyla 5 bin yıldan buyana insanların yerleşmesine ve güvenlikli bir şehir inşa etmesine yol açmış. Şehir, Karadeniz’den, batı ve iç Anadolu’dan doğuya giden yolların zorunlu geçiş güzergâhında olduğu için, çok eski dönemlerden bu yana önem taşımış, sayısız egemenlik mücadelesine sahne olmuş. Romalıların, Pontusluların, Moğolların, Selçukilerin ve Osmanlıların mücadeleleri, bölgenin topraklarında acılı anıların yanısıra, görkemli tarihi eserler de bırakmış.
Amasya, tarihin binlerce yıllık farklı dönemlerinin eser ve kalıntılarını, aynı zeminde ve bir arada sergileyen ender şehirlerden biridir. Yeşilırmak’ın kuzey yamaçlarına bakınca Pontus Kralı Mithridates’in Harşena Kalesi’ni, Helenistik dönemin kaya mezarlarını, Osmanlı şehzadelerinden kalan harem yapısı Kızlar Sarayı’nı ve yalı boyunca uzanan tarihi konakları aynı tablo içinde, bir arada görebilirsiniz. Karşınızda sanki bütün tarih kesitlerini anlatan usta bir sanatçının elinden çıkmış bir ‘patchwork’ var gibidir.
İspanya’nın, Andalucia (Endülüs) bölgesi, tarih içindeki özgün ve farklı konumu, mimarisi, mutfağı ve müziği ile bugün dünyanın en çok ziyaret edilen bölgelerinden biri. İspanya dünyanın en çok turist alan ülkeleri arasında, ilk beşin içinde. Fakat Endülüs, neredeyse İspanya’dan ayrı bir turistik destinasyon gibi. Dünyanın her yerinden tarihi olaylara ve farklı mekânlara ilgi duyan, kültür ve gelir düzeyi yüksek özel ziyaretçileri var.
Bizim, Hatay’dan başlayıp Gaziantep, Şanlıurfa, Diyarbakır ve Mardin’e uzanan, çevresinde daha birkaç ili kapsayan Güneydoğu coğrafyamız da bana hep, böyle özel bir çekicilik potansiyeline sahip bir bölge olarak görünür. Mimarisi farklı. Bazalt taşının zarif işlemelerle süslendiği kamusal ya da özel yapılar, daracık sokaklardan girdiğinizde bir vaha serinliği hissettiğiniz geniş avlular, Anadolu’nun en eski camileri, Hıristiyanlığın en eski kiliseleri, sinagoglar, kaleler, hanlar, kervansaraylar var.
Arkeoloji ile yakın ilgisi olmayanlar, bu tarih zenginliğinin Ege ve Akdeniz kıyıları ile sınırlı olduğunu sanırlar. Antik eserler açısından bu bölgelerin zenginliği gerçekten tartışmasızdır. Bunu bizden çok önce yabancılar fark ettiği için de, topraklarımıza ait çok eser, -ne yazık ki arkeolojinin değerinden habersiz saltanat dönemi izinleriyle- dünya müzelerinde sergileniyor.
Ama Türkiye’nin tarih zenginliği Ege ve Akdeniz’le de sınırlı değildir. Gün geçmez ki, bir inşaat alanında ya da altyapı çalışmasında bir mozaik zemin yahut antik yapı kalıntısı çıkmasın. Bu rastlantısal buluntular çoğu kez inşaat sahiplerinin keyfini kaçırsa da, bazen çok önemli zenginliklerin ortaya çıkmasına ve değerlendirilmesine de yol açabilir. İşte, Şanlıurfa şehir merkezinde Haleplibahçe adıyla bilinen alan bunlardan biridir ve Türkiye topraklarında son 10 yılda bulunan en değerli arkeolojik alanlardan belki birincisidir.
Şanlıurfa, bilirsiniz, peygamberler şehri olarak ünlüdür. Bugün Halil-ür Rahman denilen şehir merkezindeki park, Hz. İbrahim’e kadar uzanan menkıbelerle ve ortasındaki havuz kutlu olduğu varsayılan balıklarla doludur.
Halil-ür Rahman’ın hemen yanı başında, tarihi Edessa kentinin merkezinde, ama oldukça bakımsız kalmış olan Haleplibahçe, 2007 yılında ‘park’ yapılmak amacıyla kazılırken, ortaya birden eşsiz güzellikte bir mozaik tablo çıktı. 100 metrekare boyutlarındaki bu tabloda Amazon kraliçeleri Hippolyte, Melanipe, Antiope ve -büyük olasılıkla- Pentesileva ellerinde farklı silahlarıyla atların üstünde vahşi hayvanlarla savaşıyor ve avlanıyorlar. Tablo, Karadeniz kıyılarının savaşçı kadınları Amazonların ününün etkisinin Mezopotamya’nın kuzeyine kadar uzandığını binyıllar ötesinden bize anlatan tarihi bir belge gibi. Hareketli, renkler canlı; en az 1700 yıl önce yapıldığı sanılan eser, sanki sanatçısının elinden dün çıkmış gibi.
Ankara’nın belki de en iyi tarafı, Türkiye’nin neredeyse tam ortasında olması. Bahar gelince seyahat etmekten hoşlanıyorsanız, yarım günde yurdun bir başka köşesine ulaşır, başka bir iklimde, başka dostlarla ve tatlarla buluşabilirsiniz. İflah olmaz bir gezi sevdalısı olarak, kendi payıma, mart başından bu yana yollardayım. Önce -her bahar olduğu gibi,- martın ilk günlerinde Akdeniz kıyılarına indim.Kadim dostum Aziz Nikolaos’u, yeni komşum Likya Müzesini, portakal bahçeleri içinde Limyra’yı ziyaret ettim.Denizin mavisiyle, güneşin ışığıyla sevindim;Kaş meydanında gölgesinde oturduğumuz kauçuk ağaçlarının yerini alan betonlaşmaya baktım, hüzünlendim...
Ankara’ya dönünce, siyasetin insanın nefesini daraltan sisli/ karamsar havasından kaçıp yine yollara düştüm.Aksaray üstünden Antakya’ya, oradan Nizip’e Zeugma’ya, Şanlıurfa’ya, Gaziantep’e uzunca bir yolculuk yaptım.Yaz sıcağının rehaveti çökmezse, bu gezinin her durağını yazmak istiyorum. Çünkü her şehrin tarihiyle, ören yerleri, damak tadları, eski yapıları ve günlük hayatıyla ilginç ve mutlaka bilinmesi gereken yönleri, öyküleri var.
Anlatmaya elbette Antakya’dan başlamak gerekiyor. Çünkü Antakya, Hatay İlinin merkezi olarak sadece bugünün Türkiye’sinin çok kültürlü, çok renkli şehirlerinden biri değil, tarih içinde de çok önemli, özel bir şehir. Tarihi, milattan önce 300’lere kadar uzanıyor. Makedonyalı İskender’in komutanlarından Seleucus Nicator tarafından kurulmuş.Bir zamanlar Roma imparatorluğunun sayılı şehirlerinden biri olarak biliniyor. Habib Neccar (eski adıyla Silpius) Dağı eteklerinden Asi Nehri kıyılarına doğru uzanıyor.
Antakya, dinlerin çok renkli, görkemli, ahenkli mozaik oluşturduğu bir şehir. Hristiyan inancının ilk kilisesi Sen Piyer, Unesco DMA adayı tarihsel bir anıt; yamaçlardan sessizce şehre bakıyor. Müslümanların Anadolu’daki ilk camisi olan Habib Neccar, öncesinde bir pagan tapınağı; bugün avlusunda iki dinin azizlerini bir arada barındıran, eşine ender rastlanan bir kutsal mekân.