Sevindim, ki “sanat” yazılarını okuyanlar varmış benim bir köşecikte yazdığım.
Sevindim iki, tepkisini gecikmeden veren “dikkatli” okuyucular eksik değilmiş.
Ve dahi sevindim, “bizim” okulların edebiyatında Nazım Hikmet yok sayılmışken “yabancılar” unutulmazlarını unutturmamayı eğitimin temel ilkesi bellemiş, besbelli.
Önce şu “hata” neydi, görelim.
***
Bana bir e-posta iletisi aktardılar Hürriyet’ten. Şöyle:
“Erol Aksoy Bey’i tanımam. Mutlaka çok değerli bir kişidir... 12 Aralık tarihli yazısında Jacques Prévert’in bir şiiri şöyle biter: “Blasco Posnet adında biri - Tatara titiri” demiş. O “Blaise Pascal adında biri” olacak. ST Joseph’de dünya kadar şiiri boşuna ezberlemedik. Hürriyet ciddi bir gazetedir... Biz okuduklarımıza inanmak zorundayız...”
Kordonboyu’nda gizlenmiş bir gelin gibi duran Fransız Konsolosluğu’ndaki “ard izlemci” resim sergisini görünce kendimi bir an Blasco Posnet gibi “tatara titiri” biri sandım!
Nasıl olmasın ki! Yaratıcılığın sonsuzluğundan bir söz, bir ses, bir renk getirip de sanatlarıyla “ölümsüzleşenler” karşısında “var” olmaktan başka ne değer katmaktayız, düşünmeye değmez mi!
Paris’te Louvre Müzesi’nde beklenmedik bir yerde bekler gibi duran Mona Lisa’yı gördüğümde, yine öyle, sorar gibi olmuştu sanki o, alaycı gülümseyişle:
“Ben yaşıyorum. Ya sen?”
***
İzmirli işadamı Lucien Arkas, yıllar boyu topladığı bine yakın tablodan kırk
beşini, Konsolosluk’un denize bakan bölümünde oluşturulan “Arkas Sanat Merkezi”nde İzmirlilere sunuyor ya, böylesi bir armağan, “sağol” ile karşılamanın ötesinde neleri anımsatmıyor ki!
İzmir Devlet Tiyatrosu’nun dışında, değişik oyunlarla sahnesini sürekli açık tutup tiyatro olgusunu 1992 yılından bu yana yaşatmakla Bornova Belediye Başkanlığı İzmir’in öteki yerel yönetimlerine karşı ayrıcalığını vurgulamış oluyor.
BBŞT, 2011 tiyatro mevsiminin açlışını Bertold Brecht’in “Arturo Ui’nin Önlenebilir Yükselişi” ile yaptı. Açılışın onur konuğu büyük usta Yıldız Kenter’di.
***
Brecht, asıl adıyla Eugen Berthold Friedrich Brecht, Hitler Almanyası’ndan kaçtıktan sonra, 1941 yılında, Finlandiya’da yazmış “Arturo Ui’nin Önlenebilir Yükselişi”ni. Oyunun ilk sahneye konuluşu ise 1958’de.
Oyun, sanki Chicago’lu gangster Al Capone’un öyküsünden yola çıkmış gibi görünüp Hitler’in iktidara yürüyüşündeki toplum sorumsuzluğunu “epik tiyatro” yaklaşımışla vurgulamakta.
Öykü, 1929 ekonomik bunalımı ortamında geçse de hiç de bilinmedik değil. Bir çete örgütünün başı, Arturo Ui, çıkar çatışmalarının yoğun olduğu bir düzende kendisiyle işbirliği yapanları da yok edip sömürü çarkını çeviren “tek kişi” olma gücünü ele geçirir.
Görünen “güç”, ne gibi karanlık ilişkilerle karanlık işler çevirmiştir de halkı “yönetir” olmuştur!
Ve yönetmen taktırır yaka mikrofonlarını oyuncularına; sanki gazinoda gösteriye çıkmış şarkıcılar ya da televizyonlardaki kadın programlarını salına salına sunan sunucular gibi, oyuncular başlar oynamaya o tiyatro sahnesinde.
Oynanan oyun “Romeo ile Jülyet”dir; yakalara mikrofon taktıran yönetmen Malcolm Keith Kay’dir; seslerini mikrofonlara tutsak edenler de İzmir Devlet Tiyatrosu’nun oyuncularıdır.
“Oyuncu” ile “sanatçı” arasında bir fark olsa gerek!
Olsa olsa biri “oynar”; öteki, sanatın yaratıcılığındaki vazgeçilmezleri -sahne sanatında sesi- yok saymaya kalkışanlara karşı durur.
Herhalde sanatçı, “benim” diyebilendir.
***
O tiyatro yönetmeni oyuncularına şöyle der: “Shakespeare’in sözcükleri öylesine kendine özgü anlamlar taşır ki, bir başka dile çevrilemez içerdiği derinliklerle. Türkçe’ye de çevrilemez.”
Yıllar ne çabuk geçmiş!
Geçe geçe yıllar bir ölüme daha gelip dayanmış.
Rastlantı bu ya, Çetin Köroğlu Ankara Devlet Konservatuvarı’nı bitirip de Devlet Tiyatrosu’na sanatçı olarak girerken ben de Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okumaya başlamışım.
Muhsin Ertuğrul’lu, Cüneyt Gökçer’li, Melek Ökte’li, Salih Canar’lı, Muazzez Kurdoğlu’lu, Yıldız Kenter’li yıllardı o yıllar. Devlet Tiyatrosu’nun sanat niteliğini ulaşılmaza doğru sürükleyen yıllar.
Giderek ‘Devlet Tiyatrosu’ gerçeği tartışılır oldu Ankara’da; tek seslilik, sahne sanatında Devlet Tiyatrosu tekeli. Başka bir soluk arayan sanatçıların, bu soluğu destekleyen eleştirmenlerin sayısı artar oldu.
Çetin Köroğlu’nun 1962’de perdelerini açan Ankara’nın ilk özel tiyatrosu Meydan Sahnesi’nin kuruluşuna, eşi Mediha Köroğlu ile katılışı, Devlet Tiyatrosu içinde kendilerini “soluksuz” kalmış gibi duyumsamış olanlar arasından, sonu pek kestirilemese de bir “öne çıkış”tı o günlerde.
“Meydan Sahnesi”, Yenişehir’de, o bir bodrum katında, yönetmen ve oyuncu olarak Çetin Köroğlu’nun göğüslediği sorunları aşa aşa Başkent seyircisinin benimseyip vazgeçemediği “özel tiyatro” olmuştu. Ve biraz daha “büyük” sahneye açılalım derken büyü bozuldu herhalde.
Dahası, Londra’nın sisinden daha koyusu sahneyi, ardından yayıla yayıla salonu kaplar sık sık. Bir yandan da alabildiğine yüksek, karmaşık bir müzik salona yayılır. Bu arada Jülyet’in demir kafesi de tepeden inivermiştir.
Ortaçağı andıran giysileri içinde sanatçılar, yarı karanlıkta, kimi zaman da sis makinalarının birden sahneye saldığı sis dalgalanmaları arasında, görünebildikleri kadarıyla, Romeo ile Jülyet’i oynarlar.
İzmir Devlet Tiyatrosu’nun Karşıyaka Sahnesi’nde mevsimin açılış oyunu diye sunulan William Shakespeare’in “Romeo ile Jülyet”ine Londra esin kaynağı olmuş herhalde...
* * *
Ya Tybalt’ın Mercutio’yu tabanca ile öldürüşüne ne demeli!
Tüfeğin boyutunu küçülme düşüncesiyle geliştirilen ilk tabancalar 1550’lerde süvari silahı olarak görünmeye başlıyor. Çakmaklı ateşleme sistemi ancak 1800’lere doğru bulununuyor. Bu sistemle imal edilen tabancalar da tek atışlık; her atıştan sonra doldurulması gerekiyor.
“Romeo ile Jülyet” oyununun ilk baskısı 1597’de yapılmış. Her nekadar Shakespeare, “Romeo ile Jülyet”te hiç tabancadan söz etmese de İtalya’nın Verona’sında geçen olay boyunca soylular sürekli “kılıç” kullanmakta iseler de yönetmen Malcolm Keith Kay’in seyircisine, Shakespeare’i aşarak, “ateşli” bir oyun oynamak istediği düşünülebilir!
Bu oyunu kesinlikle görün. Yaşamınız boyunca böylesi bir “temsili” bir daha görme olanağınız olmayacaktır çünkü.
Gidin, görün. Bakalım, benim gibi düşünecek misiniz!
* * *
Bir çok “ilk”leri barındırıyor, “Romeo ile Jülyet” temsili. Öncelikle, İzmir Devlet Tiyatrosu perdelerini 1 Ekim’de açmış olmakla, çok uzun yıllar sonra ilk kez Devlet Tiyatroları’nın bir geleneğini anımsamış oluyor. Ya da anımsamaya zorlanmış...
İzmirlilere unutturulmuş olsa da, her yıl 1 Ekim’de perde açması ve akşam temsillerinin 20.30’da başlaması Devlet Tiyatroları’nın geçmişiyle kökleştirdiği bir gelenekti.
Bir başka ilk: “Romeo ile Jülyet” temsili, İzmir Devlet Tiyatrosu’nun, ola ki Devlet Tiyatroları’nın, bugüne değin sahneye konulmasına en çok harcama yapılmış temsili olmuş.
Yerinden kımıldaması olanaksız dekoruyla, bir başka sahnede oynanması olanağı da olmamakla “Romeo ile Jülyet” bir ilk olmakta!
‘İzmir’in projeleri “zirveye” çıktı’
Zirve önemli olmalıydı ki, “zirveye” sözcüğü çift tırnaklanmış, ayrıca kara başlık ortasında kırmızı rengiyle göze çarpıyordu.
Eklenen bir de fotoğraf vardı habere. Son yıllarda artık uluslarası toplantılarda gelenek olduğu üzere, toplantıya katılan bir hayli kalabalık zevat, aralarında üç hanımefendi olmak üzere, ayakta poz vermişlerdi fotoğrafta.
Toplantı gerçekten önemli olmalıydı; esasen fotoğrafta görülen kişiler de İzmir için değer taşıyan insanlardı.
* * *
Haber, öncelikleri belirlenmiş “İzmir’in Beklentileri” ile ilgiliydi. Son genel seçimde İzmir’in iki “bakan” çıkarmış olması gerçeği karşısında, artık Ankara’nın “İzmir’in Beklentileri”ne yakın durması dileğinin dile getirilmesinin tam zamanı olmalıydı ki, böylesine “doruklu” bir buluşma gerçekleşmiş oluyordu.
Toplantıya -milletvekilleri, parti il başkanları olmak üzere- katılanlar, ‘tek yürek’ olmaya çağrılıyor, son genel seçimde İzmirli seçmenin Başkent’le işbirliği yapılmasını “işaret ettiği” değerlendirmesiyle, “Sağlanacak güçbirliğinin önümüzdeki tüm engelleri aşacağına inanıyor ve şehrin partisi olmaz düşüncesinden hareketle” hareket edilmesi isteniyordu.