2015’i beklerken umutlar çöküvermişti. Ya 1829’de Victor Hugo’nun “bir prensestir, çok güzel küçük şapkasıyla” dediği o İzmir, 2020’de prenseslik tacının başına konduğunu görebilecek mi!
Kapitülasyonların prensleri Fransız’ı İtalyan’ı İngiliz’i Rum’u ile Avrupa kollarını açmışken Osmanlı’nın İzmir’i bir “prens” olacak değildi ya.
Krallar’a “prens” mi gerek, “prenses”mi!
Hani Victor Hugo’nun ününe sığınıp da, 1829’un yedi satırlık bir güzellemesinden 2020’e doğru İzmir’e pay çıkarmaya kalkışsak da, EXPO şiirden ne anlar.
* * *
İnternette dolaşıyorum da, şu EXPO nicedir, niye ardına düşer her kent, anlayayım diye.
1851’de EXPO’yu düzenledi diye Londra, ünlü “Kristal Palas”ı yaratmış. 1889’da Paris, EXPO’su onuruna Eyfel Kulesi’ne kavuşmuş.
Her EXPO, belleklerden silinmeyecek bir iz bırakarak yüceltirmiş bir kenti.
T.S. Eliot, ünlü İngiliz ozanı, “Nisan zalimdir.” der bir şiirinde. Burç falcılarından yakalarını hiç kurtaramasa da, aylar ozanların diline düştü mü şiirleşiverirler.
Her yıl, yorgun günlerin ardından gözlerini kapamaya doğru yol almışken, “Ekim” gülümser sanki birden. Bana öyle gelir hep!
Ozan olduğumdan değil, “tiyatrocu” olduğumdan.
Perdeler, tozlarını silkeleyip yeni oyunlara açılıyor yine, Ekim’in günleri bir bir geride kaldıkça.
* * *
Devlet Tiyatroları, yılların dağınıklığından kurtulmak ister gibi, bu yıl bütün sahnelerinde aynı günde perdelerini açıyor.
İzmir Devlet Tiyatroları iki “büyük” oyunlar tiyatro mevsimine giriyor: Konak Sahnesi’nde İbsen’in “Nora”sı, Karşıyaka Ragıp Haykır sahnesinde Güngör Dilmen’in “Bağdat Hatun”u.
“Nora”yı
Atatürk Kültür Merkezi’nin önünden geçerken konservatuarlara giriş, güzel konuşma vb. konularda “deneyimli” eğitmenlerin “kurs” verdiklerini bildirir bir bez afiş gözüme takılır hep.
Hele bir internette dolaşsam da, İzmir’de özellikle “güzel konuşma” üzerine eğitim verenler nasıl bir eğitimden geçmiş bir öğrensem dedim. İlginç bir sonuç çıktı karşıma: Eğitmenlerden hiçbiri, güzel konuşmanın temeli olan “diksiyon ve fonetik” öğretisini Türkiye’de ilk başlatan iki büyük usta, Nureddin Sevin ve Nüzhet Şenbay ile şu ya da bu yolla ilintili değil.
İzmir’de “konuşma” üzerine “kurs” düzenlenmesini ya da eğitmenleri niteliklerini değerlendirecek ya da eleştirecek değilim kuşkusuz. Üstelik bu tür girişimlerin sürekli olmasından yanayım.
* * *
“Güzel – doğru – etkili konuşma”, Ankara’da Devlet Konservatuarı “tiyatro bölümü” kuruluncaya kadar kimsenin derdi değildi.
İstanbul’da Şehir Tiyatrosu sanatçıları için, konuşmaya temel ölçü alınan “İstanbul Ağzı”na uygun konuşmak sorun oluşturmuyordu. Yine de “sahne konuşması” üzerine ilk yayının ortaya çıkması 1947’i bulur: Şehir Tiyatrosu’nun ustalarından İ.Galip Arcan’ın yazdığı “Tiyatroda Diksiyon” adlı uygulamalı kitap.
Sonradan adı “Devlet Konservatuarı”na dönüşecek olan okulu 1936’da Prof. Carl Ebert kurar. Prof. Ebert’in Alman olması, Türkçe’ye dayanan tiyatro eğitiminde giderek önemli bir sorun oluşturacaktı. Nureddin Sevin’in, Saray’da yetişmiş bir aileden gelen bir “İstanbul Efendisi” olması ve özellikle Türkçe fonetiğini çok iyi bilenlerden biri oluşu eğitimdeki boşluğu kapatsa da, “diksiyon” dersleri verecek bir öğretmenin yetiştirilmesi kaçınılmazdı.
Konservatuar’ı bitirince Ebert, Nüzhet Şenbay’ın Fransa’da eğitim almasını uygun görmüştü. Emekli oluncaya kadar Nüzhet Şenbay, Ankara’da Devlet Konservatuarı’nın değişmez “diksiyon” öğretmeni olmuştur. Bugün konuşma üzerine eğitim verenlerin temel başvuru kaynakları Şenbay’ın yazdığı uygulamalı kitaplardır.
17 Eylül’müş! Kurthan Fişek o gün gitmiş, 1942’den 70 yıl sonra. Ardından yazılanları okuyunca, sanırsınız ki, bir 70 yıl daha yaşamış da öyle gitmiş.
“Sıfırcı Hoca” diye bilindiği Ankara yılları ve basın çevresiyle iç içe olduğu İstanbul yılları… İleri bir zekânın dışa vurduğu “sivri dili”yle, yaşadığı her çevrede ileri çıkıp sivrilmiş bir “adam”. Türkiye çağdaşlığının hep ilerisinde bir yol arayan…
Ben Kurthan Fişek’i tanıdığımda o herhalde daha yirmi yaşına varmamıştı. 1960 öncesi Demokrat Partiden ayrılıp da Hürriyet Partisi’ni kuran siyasetçilerin Ankara’da çıkardıkları “Yenigün” adındaki gazetede başlar Kurthan Fişek’in gazeteciliğe ilk adımını atışı. Yenigün’de spor kesimini yürüten Hıncal Uluç, spor bölümünde çalışsın diye,
bir rastlantıyla tanıştığı Kurthan adlı genci gazeteye çekip getirmiş.
Yenigün’ün çalkantılı parasal sorunları arasında Mehmet Ali Kışlalı’nın yönetiminde “heveskar” gençler 27 Mayıs 1960 sonrasının “hareketli” ortamında birer “gazeteci” olmuşlardır. Sonraları Cumhuriyet’in yazıişleri müdürü olan Oktay Kurtböke, TRT’nin ünlü spor programcısı Güneş Tecelli, terörün yaşamından haince ayırdığı Ahmet Taner Kışlalı , ataklığı hiç eksilmeyen Hıncal Uluç o çalkantılı günlerden çıkıp yürümüşlerdi.
Ben, şimdi bir “tarih” olmuş Vatan Gazetesi’nde muhabirlik yapardım, bir yandan da Yenigün’de günlük köşe yazısı yazıyordum.
Günün birinde 27 Mayıs ortamının çalkantıları arasında yepyeni bir gazete çıkıverdi Ankara’da. “Öncü”. Türk Gazetecilik Tarihi’nde herhalde en önemli yerlerden birini elinde tutan Altan Öymen, genel yayın yönetmeni olunca “genç” gazeteciler kendilerini “Öncü”nün içinde buluverdiler. Çileli hapislik yıllarından kurtulunca -sonraları bir şair olarak ün salacak olan- Ahmet Arif de “musahhih”ti gazetede.
Ben “Öncü”de sayfa sekreterliği yapıyor, “Günlük” köşemde yazılar yazıyordum. Hıncal ve arkadaşları , Kurthan Fişek de aralarında, akşam sayfa bağlanırken bile matbaadan ayrılmazlardı.
Her kentin, geçmişinden süzülüp gelmiş bir kültürü vardır da o kent anımsandığında ilk akla gelen nedir acaba?
“İzmir” deyince Konak Meydanı’ndaki Saat Kulesi mi hemen dilinizin ucuna düşüverir!
Hele 9 Eylül deyince...
* * *
TRT yıllarımda Ulusal Bayramlar’ın yıldönümlerinde program yapmak hep bana kalırdı. O günlerin dar olanakları içinde kırık dökük film parçalarından, Mustafa Kemal’in kopyası alına alına silikleşmiş fotoğraflarından oluşan, “günün anlam ve önemi”ni vurgulayan bir program çıkardı ortaya.
Her yıl TRT’nin bir programla Ulusal Bayramlar’ı kutlamaya özen gösterdiği o dönemlerde, değişik yaklaşımlarla bir program üretmiş olsak da “değişmeyen” bir görüntü vardı: 9 Eylül 1922’de İzmir Hükümet Konağı’nın balkonuna Türk Bayrağı’nın çekilişi.
Subayların merdivenleri koşa koşa çıkışları ve Türk Bayrağı’nın bir sopa gibi iğreti duran göndere coşkulu bir telaş içinde çekilişi! O görüntü olmasa, yayınlanan program sanki bütün değerini yitirmiş olurdu.
* * *
“Spor”la aram pek iyi sayılmaz. Yine de televizyonlardaki spor programlarını izlemekten ya da gazetelerdeki spor sayfalarına bakmaktan uzak durduğumu söyleyemem. Hele futbol milli takımımızın maçı olursa televizyonun başına çakılır kalırım.
Son Hollanda – Türkiye maçında da öyle oldu, geçtim televizyonun karşısına. Basında öyle kıvandırıcı ön değerlendirme yazıları çıkmıştı ki, durup dururken şehit olanların acısına katlanmakta ufacık bir teselli kapısı aralar belki “bizim milliler” diye umutla bekler olmuştum.
Yine duran toptan “alışıldığı üzere” ilk golü yedik! Nedense “duran” topun kalemize girmesine iyiden iyiye alışır olduk.
Uzaktan kumandanın bastım düğmesine, geçtim “cinayet” yayınına., Gönül bağladığım takımın karşı takımın ayakları altında ezildiğini görmektense, kafası çalışan insanların “katilleri” bulma uğraşında düğümleri bir bir nasıl çözdüklerini izlemekle, başarısızlığa ortak olmuş gibi üzerimize çöken karamsarlığa bir perde mi çekilmiş mi oluyor!
Kendi kendime karalar bağlamaktan kaçmak belki de.
Yenile yenile yenmesini öğrendiğimiz gün ne zaman gelir acaba!
* * *
29 Ağustos’tu, Londra’da “Paralimpik Yaz Oyunları başlamıştı. BBC’nin görüntüleyip yayınladığı açılış törenini TRT canlı olarak aktarıyordu.
“Aman Tanrım!” demişim.
Işıl ışıl Londra Olimpiyat Stadı’nın orta yerinde kocaman bir “çıplak kadın” heykeli!
Oturmuş “müstehcen” olmanın sınırlarını aşa aşa, gerçeği insanlığım yüzüne vururcasına “çıplak”.
Ve kolları yok, bacakları eriyip gitmiş gibi sakat.
Cinselliği vurgulamakta diye “heykele tükürmek”, ya da dikildikleri meydanlardan söküp atmak, ya da kadını baştan ayağa örtüp kapatmayı “ahlaklı ve inançlı olma” sayanların hiç eksik olmadığı Türkiye’mizde, Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu, yayının neredeyse her ânında görülen bir “çıplak kadın”ın heykelini göstermekten kaçınabilir miydi!
“30 Ağustos” geliyor diye ekranın sağ üst köşesine Türk Bayrağı üzerine Atatürk iliştirilmiş.
Bakmakta Atatürk.
80’ninde ölmek, o yaşantının gerisinde duran yarattığı değerlerle ölmemiş olmak!
Tiyatro adamı Müşfik Kenter, 7 Ağustos 2012 günü aramızdan ayrılıvermiş.
Bir yerlere gitmiş de, dönecekmiş gibi.
Ne çare, bu ayrılış da unutulup gidecek yaşam önceliğinde sanatın pek gerilerde kalmış olduğu güzel Türkiye’mizde.
* * *
Müşfik Kenter oyunculuk sanatında ulaşılabilecek en tepeye varıp, orada çakılıp kalmaya “mahkum” edilmiş sanatçıların önde gelenlerinden biriydi.
Ablası, yüce sanatçı Yıldız Kenter gibi.