Yazdılar, “Ünlü yönetmen Metin Erksan son yolculuğuna uğurlandı” diye.
Günlerden 4 Ağustos Cumartesi imiş yaşayıp da yaşattığı yolun tükendiği gün, şu içinde eriyip gittiğimiz 2012’de. Başlarmış şimdi de bir “son” yolculuk!
1 Ocak 1929’den sürüp gelen 83 yıllık bir ömür.
“Türk Sineması” adına, olabilecek ne varsa, neleri başarmamış ki.
* * *
Yine de...
Ne zaman sahnede değildi ki!
Hürriyet’te yazmaya başladığı günden beri, her gün biraz daha yaygınlaşan ünüyle, basının “kendine özgü” yazarı olmuştu Yılmaz Özdil.
Türkiye’nin çelişkili gerçeklerini yakalayıp kurcalamakta herhalde üstüne yok!
Sözcüklerle ustaca oynayıp siyasetin oyuncularını kendi köşesinde oynatmakta sanki.
Ve sonunda Yılmaz Özdil’i o köşeden çekip sahneye indirivermişler.
* * *
“İsim Şehir Hayvan”, Yılmaz Özdil’in köşe yazılarını topladığı ilk kitabının adı. Artık bir “tiyatro oyunu” adı oldu.
Beethoven’i bilirdi; Chopin’i de, Rahmaninof’u da. Bizim de duymuşluğumuz vardı, bilirdik.
Ya Gershwin? “Rhapsody in Blue” dedikleri. O dinletmeseydi, nereden bilecektik!
1950’nin hemen sonrasıydı. Biz Atatürk Lisesi’nde birkaç kişi, piyano çalan bir arkadaşımızın arkasına takılır, Türk – Amerikan Derneği’nde plaklardan müzik dinlemeye giderdik her cumartesi.
İzmir’de ne tiyatro var, ne senfoni orkestrası o yıllarda. Hele opera ile bale birer sözcük, olsa olsa.
O yoklukta sanatın ne olduğunu anlamaya çalışan biz gençler için Türk – Amerikan Derneği bir kültür sanat ocağıydı sanki.
Ve o ocakta, bize müziğin çağdaş kapılarını açan, 25 yaşlarında genç bir adam, İlhan Mimaroğlu idi.
* * *
Türk – Amerikan Derneği, Kordon’daydı o yıllar .
Duydum ki, ölmüş.
Deseler de... “ölmüş” diyemem sana!
Duru dost, arkadaş, yol gösterici, öğretmen, tiyatroya özgün yollar açan, yaratıcılığı kendi içine sığmayıp taşan ve insan!
Boğazım düğümleniyor.
* * *
Ergin Orbey’in yaşamı, yaratıcılık yeteneğiyle Türkiye’nin düzeyinin de, düzeninin de çok üstünde olmanın sıkıntıları arasında sıkışıp kalmışlığın bir yansıması oldu.
1955’te girdiği Ankara Devlet Konservatuarı’nın “üstün yetenek”li bu kısa boylu, tombulca öğrencisi daha diplomasını almadan Oda Tiyatrosu’nda sahneye koyduğu Büchner’in “Leonce İle Lena”sındaki başarısıyla Devlet Tiyatrosu’nun adı öne çıkan bir “rejisör”ü olmuştu. Devlet Tiyatrosu’nda özgün bir yaklaşımla yorumlayıp sahneye koyduğu oyunlar birbiri ardından geldi sonraları.
Duyduğumda “vay” demişim, acı bir çaresizlikle. Kendi yaşlanmışlığımın 70’leri çoktan aşmışlığını hiç ayrımsamamışım da, onu hep “genç yaşta” saymışım.
82 yaşında yaşamdan ayrılmış.
İzmir’deymiş.
İki ay önce geçirdiği bağırsak ameliyatı sonrasında yoğun bakımdan sıyrılıp çıkamamış.
8 Temmuz 2012, bir Pazar günü ölmüş Güngör Dilmen Kalyoncu.
* * *
1959 yılıydı Güngör Dilmen’le “yan yana - karşı karşıya” gelişimiz. 53 yıl önceymiş!
Bu Temmuz ayının başında iki haber arka arkaya geldi. Biri yüzyıllar öncesinden bir ses getiriyordu, öteki yaşadığımız bir gerçeği yüzümüze vuruyordu.
“Höyük” üstüneydi ikisi de!
Biri Konya’larda; öteki Hanya’larda değil, İzmir’de.
Bin yılların tozu toprağıyla örtülüp de çifte tepe altına gömülmüş gibi duran “Çatalhöyük” ile denizden doğru bakıldığında koca bir “höyük” gibi duran “Kadifekale”.
* * *
UNESCO Dünya Mirası Uzmanlar Kurulu, Rusya’nın St. Petersburg kentinde toplanmış, Çatalhöyük’ün bir Dünya Mirası sayılmasını oy birliğiyle onaylamış.
Kadifekale’den İzmir’in üzerine yıkılırcasına birbiri üzerine binmiş 57 konut daha yıkılmış da, yıkılıp dümdüz edilen gecekondu sayısı “şimdilik” 1968’i bulmuş!
Adında bir de “Devlet” var diye bilirdim. Acaba “devlet” mi çekildi oradan, yoksa sanata karışmamak adına devlet çekildi mi aradan!
Dedim ya, yolumun üzerindeydi; hele bir gireyim dedim içeri. 480 metrekarelik bir galeri uzanmakta önümde.
Bomboş. Benden başka kimse yok içerde.
Baktım duvarlara asılmış tablolara; her biri sanki ilk adımlarını sanat tutkunluğuna atmışların coşkusuyla, seyredenin gözlerinde canlanma telaşında.
Heykelcikler var. Gerçeği yakalamaya çabalayanlarla, gerçekten kaçıp soyut olana bir anlam yüklemeye çalışanlar iç içe dizilmiş.
Üç boyutlu olmaktan kaçınanlar, seramikleriyle bir başka boyut yakalamaya çalışmış olmalılar.
Süsleme, tezhiple ince ince oyalanıp kendine günlük sıkıntıların dışında, küçük de olsa, bir yer arayanlar.
Hiç de yabancısı olduğumuz bir sözcük değildir şu “han”!
Uzanır tarihin gerilerine, gelir günümüze dayanır da acaba hangi anlamıyla yerini alır?
O İpek Yolu boyunca yola düşenlerin konakladıkları, sonra yeniden yola koyulup bir sonrakinde soluk aldıkları yapılardan biri midir “han”?
Yoksa “han” deyince Oğuz Han, Cengiz Han gibi bir hükümdarı mı çağrıştırır o “han”?
Ne kervanların uğradığı, ne bir başbuğu yücelten bir “sözcük” değildir artık günümüzde “han”.
İzmir’de bir “Han Tiyatrosu” var. Acaba şimdi ne düşünmeli!
¡¡¡