Son dönemde artan ve artık kasıtlı olarak şişirildiğini gözlediğim aşırı iyimserliğin özellikle temkini eden bırakacak yatırımcılara büyük faturalar çıkarma ihtimalinin unutulmaması gerekir.
Beklenti yönetimi her zaman ekonomi yönetiminin başvurduğu bir yöntemdir. Beklentilerin altı dolu olduğu takdirde, gidişata yarar sağlayabilir. Ancak daha önce de gördüğümüz gibi; somut dayanaklardan yoksun sadece beklenti yönlendirilirse, beklentiler gerçekleşmediği takdirde yaşanan hayal kırıklığı çok daha büyük oluyor.
Bakanlar sürekli olarak yeni teşvikler açıklıyor, ekonominin ne kadar iyi olduğundan ve olacağından söz ediyorlar. Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek bile daha önce konuşmalarında risklere değinirken, artık bunu bıraktı. Şimşek, enflasyonun tek haneye inmesi, cari açığın azaltılması, işsizliğin düşürülmesinde çok daha iddialı demeçler vermeye başladı. Son olarak Hazine borçlanmasında yetersiz kalan talebi bile, “rahatlatmak için bilerek piyasada para bıraktık” gibi, aslında enflasyonist bir yöntemi savunarak anlatmaya çalıştığına şahit olduk.
Diğer bakanlar da demeç yarışına girdiler, neredeyse iki güne bir, spesifik ya da genel konularda pembe sayılabilecek tablolar çizerek, gazete ve TV’lerde sürekli yer alıyorlar. Danışmanlar abartılı kelimelerle pembe tablolar çiziyorlar.
Son günlerde bu demeçlerine dayanak olarak Almanya ve AB ile ısınan ilişkileri, ABD ile ilişkilerdeki düzelmeyi alıyorlar. Ancak tüm bunları da yine sanki her şey hallolmuş, tüm sorunlar çözülmüş gibi anlatıyorlar.
Son dönemde dört bir koldan ekonomik beklentileri şişirme telaşının altında yatan amaç nedir, söylendiği gibi 15 Temmuz’da baskın bir seçim mi planlanıyor bunu bilemiyoruz ama olağan dışı bir çaba olduğu açık.
GERÇEKLER FARKLIYSA
Halbuki hem siyasi hem ekonomik olarak örneğin 3 ay öncesinden bir fark yok. Bölgedeki karışıklık devam ediyor, yine ABD ile ilişkiler eskisinden çok farklı değil. AB ile ilişkilerde gözden kaçırılan ise AB’ye üyelikten artık söz etmiyoruz, ilişkiler sadece AB ülkelerinin ekonomik çıkarları doğrultusunda gelişiyor, gümrük birliği yenilenmesi talebimiz bile kabul görmüyor.
Geçen hafta ABD Dışişleri Bakanı Tillerson’ın ziyareti sonrası yapılan açıklamalar piyasayı tatmin etmiş görünüyor. Açıklamalar ardından tüm piyasalarda olumlu fiyatlamaya geçildiğini söyleyebiliriz.
Görüşmeler sonrasında en olumlu etkilenen döviz piyasası oldu. TL’nin dolar karşısında yüzde 0.6 oranında değerlendiği görüldü. Başka para birimleri aynı gün dolara karşı değer kaybederken TL’nin değerlenmesi, tümüyle ABD ile ilişkilerde yeni beklentiye bağlandı.
Kurların seyrinde önümüzdeki haftalarda asıl unsur tabi ki küresel finans kesimindeki trend olacak. Küresel piyasalarda ABD dolarının dalgalı bir seyir izlediği göz önüne alınırsa, TL’nin de dalgalanması kaçınılmaz görülüyor. Buna karşılık ABD ile ilişkiler konusundaki mevcut hava devam ederse, diğer para birimlerine kıyasla TL’nin biraz daha olumlu bir seyir izlemesi de beklenebilir.
Piyasalar aslında son dönemde ilişkilerin iyice gerilmesine rağmen, özellikle son Münbiç tartışması sırasında, “Nasıl olsa ABD ile sıcak çatışma olmaz” havasını sürdürmüşlerdi. Yani ABD ile Türkiye arasında iplerin kopmaya başladığı beklentisi zaten fiyatlanmamıştı. Ancak buna karşılık son bir-iki yıl içinde jeostratejik risklerin sürekli gündemde olması, TL’nin diğer para birimlerine kıyasla daha çok değer kaybetmesine de yol açmıştı. Bu nedenle bazı piyasa uzmanlarının kurlarda TL lehine bir düzeltme yaşanacağını söylediklerine şahit oluyoruz. Yani bu piyasa uzmanlarına göre önümüzdeki dönem TL’nin değer kazançları sürebilir.
Bir başka deyişle; piyasanın Türkiye-ABD ilişkilerinde artık bir sorun kalmayacağı havasına girme niyeti olduğu söylenebilir. Önümüzdeki haftalarda piyasaların bu en iyi senaryoyu fiyatlamaya devam edip etmeyeceğini göreceğiz.
SORU İŞARETİ ÇOK
ABD ile ilişkilerde en iyinin satın alınması demek, hem Suriye’deki görüş ayrılıklarının giderilmesi, hem ABD’den gelecek ceza ve yaptırımlar konusunda yaşanan risklerin bertaraf edilmesi anlamına geliyor.
Halbuki diplomatik çevreler ve ABD ile ilişkiler konusundaki uzmanlara sorduğumuzda tablonun, söz edildiği kadar pembe olmadığını görüyoruz. Basına yansıyan haberlerde Halkbank’a kesilecek cezalar, S-400 alımları nedeniyle uygulanabilecek yaptırımların da görüşmelerde gündeme geldiği ve olumlu gelişmeler olduğu söyleniyordu. Halbuki kurulması planlanan üç komisyonun Münbiç, YPG ve FETÖ konularıyla ilgili olduğu görülüyor. ABD uzmanları Tillerson’ın ABD Hazinesi ve Kongresi’nde olan dosyaların sonuçları konusunda garanti vermesi, hatta bu konuların detayına girmesinin bile mümkün olamayacağını belirtiyorlar. Bunun yanında komisyonların kurulmasının ABD’nin Türkiye’nin tezlerine yaklaştığı anlamına gelmediğini, bu görüşmelerde sadece
Bir başka deyişle; büyüme belli bir seviyenin üzerine çıkınca, Türkiye’nin cari açığı da ısınıyor ve tehlikeli boyutlara gitmeye başlıyor. Mart sonunda açıklanacak 2017 yılı büyüme oranının yüzde 7 civarında gerçekleşmesi bekleniyor. Dolayısıyla cari açığın milli gelire oranına baktığınızda yeniden yüzde 5.5’lik oranlara ulaştığımızı göreceğiz. Bu oranın tehlikeli bir oran olduğunu, geçmişte bu oranların ardından gelen ekonomik sıkıntılar ile yaşamıştık. Tekrar bu oranlara ulaşılması bence ciddi bir uyarı işareti olarak kabul edilmeli.
Bir başka açıdan bakacak olursak; cari açık rakamı bu kadar büyürken bütçenin bozulması, faizlerin yükselmesi, kurların hızlanmasının da doğal olduğunu artık bilmemiz gerekiyor. Yani komplo teorileri ve “bizi zora sokmak istiyorlar” gibi politik sözlerin geçerliliğinin olmadığını kesin olarak görmüş oluyoruz. Siz bu kadar cari açık verirseniz bunun sonuçlarına da katlanmak zorundasınız. Siz ekonomiyi dengeli ve istikrarlı götürmek yerine, aşırı büyüme sevdasına kapılırsanız, bunun sürdürülebilir bir denge olmadığını da, tekrar ve tekrar, görürsünüz.
Cari açık rakamı başlı başına tehlikeli bir sınırı gösteriyor. Ancak yüksek cari açığın finansmanının da ayrı bir uyarı verdiğini görmek gerek. Cari açık yüksek olabilir ama bunun finansmanını sağlıklı yollarla, örneğin doğrudan yabancı sermaye yatırımlarıyla sağlıyorsanız, yine de fazla sorun olmaz. Ancak siz bu açığı sürekli borçlanma ve sıcak para ile kapatıyorsanız, işte o zaman sorun bulunduğunu, sürdürülebilir olmadığını kabul etmeniz gerekir.
2017 yılında turizm gelirleri bir önceki yıla göre bir miktar arttı ama bankaların ve reel sektörün borçlanmasının yükseldiğini, portföy yatırımlarının arttığını, doğrudan yabancı sermaye girişinin azaldığını buna karşılık sermaye çıkışının hızlandığını, yani finansmanın giderek daha sağlıksız hale geldiğini gördük.
Özetle; dün açıklanan cari açık rakamları ekonomideki dengelerin sürdürülebilirliği açısından ciddi bir tehlike sinyali niteliğinde. Aynı zamanda sürdürülebilir büyümeyi sağlayacak bir üretim yapısından çok uzak olduğumuzun da işareti.
ENFLASYON GÜVENSİZLİĞİ
Ekonominin bir diğer yumuşak karnı da yüksek enflasyon. Küresel krizden bu yana neredeyse hiçbir ülkede yüksek enflasyon kalmadı, biz aşırı büyüme sevdasının bir sonucu olarak, enflasyonumuzu yeniden çift haneye çıkardık.
Şimdi başta gelişmiş ülkeler olmak üzere dünya yeniden enflasyonla tanışırken, bizim enflasyonu indirmemiz daha da zorlaştı.
Bu hesabın daha çok Refahyol Hükümeti döneminde gündeme gelen havuz hesabını çağrıştırdığını söylememiz gerekir. Zaten kamu kuruluşları için Hazine’de tek hesap uygulaması varken, KİT’lerin ve fonların da kapsama alınması bence buna Tek Hesap yerine Havuz Hesabı denmesini gerektiriyor.
Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, yeni yaptığı açıklama ile kamunun nakit yönetiminin efektif hale getirilmesi için böyle bir yola gidildiğini söylemiş. Bunu yaparken de Avustralya dahil başka ülke örneklerinden söz etmiş.
Her şeyden önce şunu söylememiz gerekir ki; böyle bir hesabın oluşturulması ekonomi çevrelerinde “yine sıkışıldı, demek ki ekonomide zor günler bekleniyor” algısı yaratıyor. Konuştuğum bankacıların da geçmişteki bu tip örneklere dikkat çekerek, ekonomik olarak sıkıntıların, nakit yönetiminde zor günlerin beklentisinin bir işareti olarak yorumladıklarına şahit oldum. Yani yine “attığınız taş ürküttüğünüz kurbağaya değmez” misali, faydadan çok özellikle yaratacağı tedirginlik nedeniyle yanlış bir iş yapılıyor olabilir.
Havuz hesabı ekonomi gazetecilerini uzun süre meşgul etmiş konulardan biridir. Refahyol Hükümeti döneminde milli görüş ideolojisi çerçevesinde gündeme getirilmiş, siyasi bir karar olarak algılanmıştı. Şimdi bazı yorumcular o dönem bu hesap sayesinde çok önemli tasarruflar yapıldığını söyleseler de, hesap ortada. O dönemin ekonomi yönetiminin başarısızlığı, sonucunda bir sürü krizin oluşmasına neden olan yan unsurlardan biri olduğunu biliyoruz.
Aslında mevcut iktidar için de bu karar yeni değil. AKP’nin iktidar olduğu ilk aylarda hemen havuz hesabı yeniden gündeme getirilmiş ancak o dönemki tartışmalar ve geçmişteki deneyim göz önüne alınarak böyle bir kararın uygulamasından vazgeçilmişti.
Şimdi yeniden ısıtılıp gündeme getirilmesinin dış kaynağın kısıtlandığı, seçime kadar yüksek büyümenin sürdürülmesi için her şeyin denenmeye başladığı bir döneme denk gelmesi de, zaten başlı başına bir tedirginlik unsuru.
Genç bankacı ve iktisatçılar hatırlamayacaktır; Refahyol Hükümeti döneminde çok sayıda kaynak paketi açıklanmış, bu kapsamda bir sürü “cin fikir” gündeme gelmiş, bunlardan bazıları uygulamaya girmiş ama hiçbirinden ciddi bir olumlu sonuç alınamamıştı. İşte havuz hesabı da bu uygulamaya giren fikirlerden biriydi. İktisadi olarak bakıldığında ise tam bir fiyasko dönemiydi.
Başbakan Yardımcısı Şimşek
Bakanlar ve danışmanlar başta olmak üzere, bankaların kredi faizlerini indirmeleri gerektiği yönünde, yine demeçler verilmeye başladı. Hatta bu kez bazı danışmanlar faizin kaç olması gerektiği konusunda net rakamlar bile vermeye başladılar.
Faizlerle ilgili bu baskının yeniden gündeme getirilmesini bankacılara danıştığımda, bu demeçleri pek dikkat almadıklarına şahit oldum. Bu tür demeçlerin hep verildiğini ama durumun somut olarak ortada olduğunu kaydeden bankacılar. “Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek ve Merkez Bankası yönetimi söylemeye başlarsa o zaman tedirgin oluruz. Ama diğer demeçlerin etkili olduğunu artık düşünmüyoruz” diyorlar.
Ancak bu kez hükümetin geçen yılki yüksek büyümeyi devam ettirmek için her şeyi yapacak gibi gözüktüğünü hatırlattığımız bir banka yöneticisi, “Gerçekten zorlama yaparlarsa faizler 1 ay düşer, 1 ay sonra yine piyasa kendi gerçeğine geri döner, yapabilecekleri fazla bir şey olamaz” yanıtını verdi. Geçmişte bunun örneklerinin yaşandığını, baskıların sonuçta daha fazla faiz artışına neden olduğunun görüldüğünü kaydeden bankacılar, bunun artık politikacı tarafından da görüldüğünü söylediler. Buna rağmen neden bu baskının devam ettiği konusunda ise “politikacılar hep aynı şeyi yapmaya devam ediyorlar” yanıtı veriyorlar.
Türkiye’nin kaynak yetersizliğini artık herkesin gördüğünü, konuştukları bazı bakan ve bürokratların da durumun farkında olduğunu, sağduyulu konuştuklarını kaydeden bir bankacı, şimdiye kadar bu sağduyulu seslerin uygulanan politikalarda genel olarak etkili olduğunu, bu nedenle fazla tedirginlik duymadıklarını kaydetti.
MEVDUAT FAİZİNİN KAÇ OLACAĞINI DA SÖYLESİNLER
Bankaların yüksek karları yine politikacıların elinde malzeme olmaya devam ediyor. Bankacılar bu nedenle kar rakamlarına öz kaynaklarına kıyasla bakılması gerektiğini, diğer sektörlere göre bu oranın küçük olduğunu savunuyorlar.
Bu tartışmadan bağımsız olarak ekonomik dengeler ve bankalar açısından zor bir döneme girildiği çok açık. Geçen yılki yüksek kredi büyümesine destek için yüklendiler ve bankaların dış borçları çok arttı. Buna karşılık inşaat gibi itici güç olan sektörlerde kredi geri ödemelerinde sıkıntılar başladı. Müteahhitler hem kendi kullandıkları kredilerin, hem de konut kredilerinin faiz oranlarının inmesi konusunda politikacılara baskı yapmaya başladılar. Bu arada bazı çok büyük şirketlerin bile geri ödeme sıkıntıları nedeniyle yeniden yapılandırma istemeleri, sektörü “yenileri gelecek mi?” diye kaygılandırmaya başladı.
En büyük kaygı nedeni ise 2019’de yapılacak, ya da öne çekilecek, seçim nedeniyle her açıdan zorlamalara gidilen bir döneme girilmesi. Hem bu nedenle gelişen siyasi zorlamalar ekonomiyi dolaylı etkilemeye başladı, hem de büyümenin sürdürülmesi adına doğrudan bankalar üzerindeki baskılar artıyor.
Özetle; küresel büyüme ve enflasyon eğilimi yükseldiği için, şimdi bir düzeltme yaşansa bile, önümüzdeki dönem hisse senetlerinin cazibesini arttıracağı düşünülüyor. İçeriye baktığımızda ise hem küresel gelişmeler hem de bize özgü riskler TL’nin önümüzdeki dönemde değer kaybetmeye devam edeceğini gösteriyor.
TL’de değer kaybının devam edeceği beklentisinde en önemli faktör, büyüme ve enflasyon eğilimine bağlı Fed’in faiz arttırımlarını arttıracağı beklentisi. İçeride enflasyona ilişkin ciddi bir tedirginlik bulunduğunu söyleyebiliriz. Piyasa artan enerji ve emtia fiyatları, dış kaynak temininde sıkıntılar, dış dünyayla yaşanan sorunlar ve bunların getireceği kur hareketi nedeniyle, enflasyonun bu yıl yüksek kalmaya devam edeceğini düşünüyor. Hükümet ve Merkez Bankası sürekli revize etseler bile, koyulan enflasyon hedeflerine piyasanın inancı yok.
Yani hem küresel gelişmelerden kaynaklanacak dış riskler hem de bize özgü iç riskler nedeniyle, TL’nin değer kaybının devam edeceği beklentisi hakim. Piyasa analistleri yazdıkları resmi raporlarda TL’nin değer kaybı tahminlerini düşük tutmaya çalışıyorlar. Başlarına iş açılmasın diye düşük tuttukları TL tahminlerini özel sohbetlerde ya da kendi hesaplamalarında daha farklı alıyorlar. Bir başka deyişle kur tahmini yapanların samimi tahminleri, yazdıkları ve resmi olarak söylediklerinin üstünde.
Aslında sadece piyasa analistleri değil, sanayicinin ve halkın TL’nin değer kaybı konusundaki beklentileri de yüksek. Bunu da dolar kuru 3.70 TL’lere doğru indiğinde döviz tevdiat hesapları hacminin birdenbire yükselmesinden rahatlıkla anlayabiliyoruz.
FAİZLE UĞRAŞMAYA DEVAM
Son günlerde yaşanan ABD kaynaklı piyasa dalgalanmalarının yönü için dünkü hareketlerin netleşmesi bekleniyordu. Hisse senetlerinde düşüş ciddi oranlarda sürdüğü takdirde önemli bir sıkıntı yaşanması tahminler içinde. Dünkü hareketler birkaç günlük düzeltme yaşanıp durduğunu gösterirse, piyasaların daha makul bir trende girmesi bekleniyor. Bu gelişmelerden Türkiye’deki hisse senetleri piyasası yakından etkilenecek. Ancak hisse senedi alım-satım hacminin düşük olduğu, piyasa için asıl göstergenin faiz ve kurlar olduğunu unutmayalım. ABD kaynaklı bunalımın ağırlaşması tüm ülkeleri etkileyecek. Ancak ABD hisse senedi piyasası normalleşse bile, tüm dünyada tahvilden kaçış ve faiz artışı eğilimi varken, bizde kur ve faiz açısından pek umutlu olunamayacağı açık.
Peki, hükümet bu gidişatı görüp önlem alıyor mu, ne yapıyor?
Hükümetin daha doğrusu siyasi otoritenin küresel gelişmelere karşı önlem almaktan çok, seçimler nedeniyle 2 yıl sürebilecek bir ekonomik canlanma hareketinin peşinde olduğunu söyleyebiliriz. Bunun, zaten başlı başına, küresel trende ters ve tehlikeli bir hareket olduğu açık.
Piyasa beklentileri ocak ayında tüketici fiyatlarının yüzde 1.23 oranında artması yönündeyken, dün açıklanan gerçekleşme yüzde 1.02 oldu. Dolayısıyla yüzde 10.59 beklenen yıllık artış yüzde 10.35’e düştü. Çekirdek enflasyondaki yıllık artış beklentisi yüzde 12.23 iken, bu oran da yüzde 12.18 olarak gerçekleşti.
Yıllık enflasyonda sağlanan düşüşte, gıda fiyatlarındaki düşüşün büyük etkisi oldu. Normal kış şartlarının yaşanmamasının da etkisiyle, aralık sonunda yıllık yüzde 23.6 oranında artmış olan sebze fiyatları ocak ayında yüzde 6.3 oranında düştü. Yapılan hesaplamalara göre manşet enflasyondaki yüzde 1.6’lık düşüşün yüzde 1.1’i sebze fiyatlarındaki düşüşten kaynaklandı. İndirim kampanyaları nedeniyle ayakkabı ve giyim fiyatlarında da ocakta düşüş yaşandı.
Buradan da yola çıkarak, yerli ve yabancı analistler, bu düşüşün kalıcı olamayacağını söylüyorlar. Goldman Sachs’ın konuyla ilgili raporunda “Gıda sepetindeki çoğu bileşenin çift haneli yükseldiği ve sebze fiyatlarındaki sert düşüş göz önünde bulundurulursa, düşüşün uzun ömürlü olmasını beklemiyoruz” deniliyor. Gıda fiyatlarının eninde sonunda yükselmesini ve çekirdek enflasyonun kademeli olarak azalmasını beklediklerini söyleyen kurum analistleri, “Bu nedenle enflasyonun yılın çoğu kısmında düşük çift hanelilerde olmasını bekliyoruz” ifadesine, raporlarında yer verdiler.
Geçen yılın gıda enflasyonunda çok yüksek oranlar görüldüğünü kaydeden başka banka analistleri gıda enflasyonunda bir düzeltme beklendiğini, ocak ayında bu düzeltmenin beklentilerden daha keskin yaşandığını kaydediyorlar.
Bu arada hükümetin yılbaşında, enflasyonu düşünerek tütün gibi her yıl yapılan vergi artışlarını bu yıl yapmayarak enflasyon görünümünü düşündükleri gözleniyor. Aslında yılbaşından bu yana kurlarda önemli artış görülmemesi de bu konuda olumlu etken oldu. Ancak dünya petrol fiyatlarındaki yükselişe bağlı akaryakıt ürünlerine yapılan sık zamlar, ulaştırma başta olmak üzere bazı gruplarda önemli fiyat artışlarına neden oldu. Mobilya gibi daha önce vergi indirimine tabi malların normal vergilendirmeye başlaması ise bu mallarda fiyat artışlarını beraberinde getirdi.
Özetle; hükümet uğraştı ama enflasyonu ancak bu seviyelere indirebildi.
TEK HANEYE İNER Mİ?
Bakanlar daha önce “Ocakta tek haneye iner” derken, şimdi nisan ayında enflasyonun tek haneye ineceğini söylemeye başladılar. Geçen yılın aylık enflasyon oranlarına yani baz etkisine bakıldığında, nisan ayında tek haneye inmesi de zor görünüyor. Nisanda tek haneye inse bile, daha sonraki aylarda yeniden çift haneye çıkması da kaçınılmaz gözüküyor.
Torba yasa ile getirilecek düzenlemelerin bakanlar tarafından “reform” ya da “yapısal tedbirler” diye lanse edilmesi ise çok iddialı ve abartılı. Çok sayıda ve birbirinden kopuk vergi indirimi ağırlıklı teşviklerin böyle nitelendirilmesi, bence reform ve yapısal tedbir tanımlamalarının içini de boşaltıyor.
Bu teşviklerin işe yaraması için her şeyden önce yatırım ikliminin oluşması şart. Şu anda bir yatırım ikliminin olmadığı ortada. Yatırımcılar önlerini göremiyorlar ki, yeni yatırım planlasınlar. Küresel finans koşulları, Türkiye’nin dış dünyayla yaşadığı gerilim, içinde bulunduğu siyasi ortam, OHAL’in devamı, bölgedeki gerilimler ve Türkiye’nin sıcak çatışma içine girmiş olması yatırım ikliminin oluşmasını engelleyen başlıca faktörler. Bu iklimi düzeltemezseniz; istihdam için verdiğiniz Hazine katkılarını sürdürmek, ihracatçıya KDV kolaylığı, otomobil satışlarını canlandırmaya dönük hurda teşvikleriniz, bürokrasi kolaylıkları ancak marjinal katkılar sağlayabilir. Ekonomi canlanmadığı sürece sizin Hazine’den karşıladığınız bu teşvikleri karşılayacak gelir artışları da olmaz, bütçe açığınızı artırırsınız.
Bence paket içindeki en yararlı ve sonuç getirebilecek teşvikler teknolojiye dönük teşvikler ama bunların da ancak ileri ki yıllarda sonuçları alınabilir.
İnşaat sektörüne dönük daha çok alt gelir gruplarına dönük devlet katkısının ise sektörün sorunlarına çözüm olamayacağı açık. İnşaat sektöründe alttan alta, birikimli bir sorun yumağı oluştu, şimdi karşımıza çıkmak üzere. Bunun en önemli nedeni hızlı ve hesapsız büyüme. Faiz artışlarının sıkıntılardaki etkisi büyük ve bunun da enflasyonist politikalardan kaynaklandığı açık. Bence zaten inşaat sektörüne devlet yardımlarının da sınırına gelindi. O nedenle yatırım iklimi ve normalleşme sağlanmadan artık bu sektörün sıkıntılarının büyümesi kaçınılmaz.
KREDİ SIKINTISI HİSSEDİLİYOR
Bankacılarla konuştuğumuzda yeni yılda hem kredi talebinde hem de bankaların kredi verme isteğinde ciddi bir durgunluk yaşandığını söylüyorlar. Geçen yıl ekonominin canlanmasında önemli rol oynayan Hazine destekli KGF kredilerinde, bu yıl limit 50 milyar TL yükseltilmesin rağmen, bir hareketlilik gözükmediğini belirtiyorlar. Bir bankacı kamu bankaları dışındaki bankaların çok temkinli bir tavır içine girdiklerini ve yeni kredi konusunda bu yıl sıkıntıların büyüme ihtimalinin yüksek olduğunu söyledi.
Bunun nedeni ise hem küresel iklimin hem içerideki siyasi ve ekonomik koşulların bankaların temkinli davranmasına neden olması. Bankaların yurt dışından kaynak temini güçleşti, kredi alamayan bir kamu bankasının yerine, başka bankaların borçlanma limitlerini artırmak istemesi bile, dışarıda kabul görmedi. Sektöre dönük cezaların büyüklüğü ve zamanlaması izleniyor. ABD ekonomisindeki son gelişmelerin yeni ve yüksek Fed faiz artırımlarına neden olması ihtimali, bunun da devam eden sıcak para akışında sıkıntı yaratması ihtimalinin büyüdüğünden söz ediliyor. Enflasyon ve cari açık başta olmak üzere, makro ekonomik dengelerin tehlike sinyalleri verdiği bir ortam söz konusu. Sektörün dış kredi temininin yanı sıra, sıcak para akışında da sıkıntılar çıkabilir. Bunun kurlara etkisi büyük olabilir.
Özetle; KGF gibi dökme suyla çarkın döndürülmesinde de sona gelinmek üzere. Gerekli dış kaynak ve yatırım iklimini yaratmak için ise artık her açıdan normalleşme şart oldu.