Durmak yok eziyete devam (mı?)

YEREL seçimler geride kaldı ve Ankara’yı beş yıl daha yönetecek başkanlar makam koltuklarına oturmaya başladı. Hiç kuşku yok ki, sonucu en çok merak edilen seçim Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı yarışında yaşandı. İpi göğüsleyen ise "Durmak yok hizmete devam" sloganıyla Melih Gökçek oldu. Kişiliğini ve icraatlarını beğenmeyen yüzde 62 oranındaki Ankaralıya karşın yüzde 38 oranıyla iktidarını sürdürdü.

Hal böyle olunca da bizlere Başkentlilerin tercihine saygı duymak kaldı. Ancak niye yalan söyleyeyim, birçok vatandaş gibi bu tercihe gönül rahatlığıyla saygı duyamadım. Gökçek’in 15 yıldır yaptıklarına, hatta seçim sonucu söylediklerine bakıp, bu koltuğu hak etmediğini düşündüm. Zira Ankara Cumhuriyet Savcılığı’nın açtığı, İçişleri Bakanlığı’nın da izin verdiği soruşturmanın içeriği bile tek başına yeterliydi. İsterseniz konuyu biraz daha açıp, nedenlerimi bir bir sıralayayım.

İlk sırada hiç kuşku yok ki, en sakin insanı bile çileden çıkarabilecek üslubu var. Kendisine eleştiri getiren, yanlışlarını söyleyen, açıklarını gözler önüne seren herkese en olmadık sözleri sarf edebiliyor. Hatta işi hakaret boyutuna bile vardırabiliyor.

İkinci sırada ise amacına ulaşmak için her yolu mubah sayması var. Çok rahatlıkla kişisel ve toplumsal değerleri çiğneyebiliyor. Örneğin seçim yarışında izlediği stratejiye bakın, ne demek istediğimi çok rahat anlarsınız.

BİLDİĞİMİ OKURUM GÜNLERİ GERİDE KALDI

Üçüncüsü, uzlaşmaz tavrıyla şehri kendi bildiği gibi dizayn ediyor. Aranızdan "Vatandaş, oylarıyla ona bu yetkiyi vermiş" diyen çıkabilir. Ama hepimiz Ankara’da yaşıyoruz ve şehrin bugününü, yarınını belirlerken ortak akıl yürütmeliyiz. 2004 seçimlerinde Ankaralının yüzde 55’i onu desteklemişti. Eh çoğunluk ona bu yetkiyi verince de söylenecek fazla söz yoktu. Ama şimdi kendisine verilen destek oyları azınlıkta kaldı ki çoğunluğun sesine kulak asması gerekiyor. Artık bildiğimi okurum günleri geride kalmalı.

Yaşanılan kentler canlı bir organizma gibidir. Yani onun da bir ruhu vardır. Beton binalar, asfalt yollar, bitkilerle bezenmiş parklar kadar insana aidiyet ve mutluluk duygusu tattıran ruhu da olmalıdır. İşte bu nedenle şehrin planlaması yapılırken meslek grupları, işin uzmanları, bilim yuvaları devreye girmeli, birikimleri yönlendirici olmalı. Örnek mi? Ziraatçılardan kentin iklim şartlarına uygun bitkilerin listesi alınmalı, yerine göre ağaç ve çiçek ekimi yapılmalı. Yoksa senede birkaç kez dikilip, ölen bitki örtüsüyle Ankara deneme tahtasına dönüştürülmemeli. Sonuçta harcanan para hepimizin cebinden çıkmıyor mu?

CADDELERDEKİ DEVRİM VE ŞEHRİN RUHU

Belediye başkanının ve yürüttüğü şehir plancılığının ruhla ne alakası var dediğinizi duyar gibiyim. Örneklerle açıklamaya devam edeyim. Tüm çağdaş kentlerde çok iyi bilinir ki, yayaların geçiş üstünlüğü ön planda tutularak yaya geçitleri düzayak yapılır. Şehrin merkezi denen bazı bulvarlar sadece yaya trafiğine açık tutulup, gezinti alanları yaratılır. Tıpkı Paris’in Şanzelize Bulvarı gibi. İşte bu alanlarda hem şehirde yaşayanlar, hem de dışarıdan gelen misafirler ortak olarak kentin ruhunu yakalarlar.

Bir de dönüp, Gökçek’in yarattığı cadde ve bulvarlara bakın. Başkent’te yaya olmak demek, birçok zorluğu da beraberinde getirmiyor mu? Kaldırım ve bulvarlar taşıt trafiği yüzünden parça parça yok edilmiyor mu?

Şöyle bir hatırlayın,.. Gökçek, yıllardır alt üst geçitleriyle övünüp, cadde ve sokaklarda yaptığı devrimi anlatıp duruyor. Bu uygulamanın araç trafiğini oldukça rahatlattığı da bir gerçek. Ancak yayalar yönünden bakıldığında, rahatlamayı bir kenara bırakın, uygulamalar faciaya dönüşmüş durumda değil mi? Dört şeride çıkan yollarda karşıdan karşıya geçmek büyük beceri gerektirmiyor mu? Hasar ve yaralanmalar bir kenara, ölümlü kazalar eskisine göre çok daha fazla değil mi? Şehrin kalbindeki birçok ana cadde, hatta sokak otobana dönüşmedi mi? Göstermelik kaldırımlar yayaların yan yana yürümesini bile imkánsız kılmıyor mu? Dahası bazı güzergáhlarda karşıdan karşıya geçmek için yüzlerce metre yol kat etmek gerekmiyor mu?

TÜKÜRMEYİ BIRAK DA MİRASA SAHİP ÇIK

Aslında herkes biliyor ki, büyük kentlerde ulaşımın ana çözümü toplu taşım araçlarında. Yani hafif raylı sistemlerde, metrolarda ve düzenli işleyen otobüslerde. Peki, toplu taşım araçları yönünden Başkent çağdaş ülkelerin çok gerisinde değil mi? Bu nedenle de Gökçek, 15 yıllık kötü sicilini bir kenara bırakıp, en kısa zamanda seçim vaatleri arasında yer alan metro yatırımlarını tamamlamalı.

Şehrin ruhunu yansıtan bir başka alan ise kültür ve sanattır. Hatırlanacağı üzere Melih Gökçek, kültür alanında ilk çıkışını sanatın içine tükürerek yapmıştı. Seçildiğinin ilk yılında bu eylemiyle tepki toplayan Gökçek, ileriki yıllarda yapacaklarının da sinyalini vermişti. Şimdi yapacağı iş tükürmeyi bir kenara bırakıp, kültürel mirasımıza sahip çıkmak değil mi? Ayrıca hayallerle insanları oyalamak yerine, vaat ettiği Disneyland gibi projeleri yaşama geçirmesi gerekmiyor mu?

Ankara amblemi üzerindeki tartışmalara da değinmek gerekiyor. Biliyorsunuz, yıllarca pek çok belediye başkanı tarafından kabul gören Hitit Güneş Kursu, Gökçek’in hışmına uğramıştı. Bu amblemin yerine, "Ankara’yı daha iyi tanıttığı ve ifade ettiği" gerekçesiyle, minareli bir amblem kabul ettirmişti. Amblem için gereken valilik onayını bile beklemeden de, bunu tüm belediyede uygulatmıştı. Artık mahkeme kararıyla bile belgelenen bu yanlışından dönebilecek mi?

Melih Gökçek, belediye başkanlığı sırasında pek çok cadde ve sokak ismini de değiştirmişti. Genellikle dini motifler veya Türkî Cumhuriyetlerle ilgili isimleri tercih eden Gökçek, bu konuda da büyük tepkiler almıştı. Artık bu isim tutkusundan kendini soyutlama zamanı gelmedi mi?

HİÇBİR ŞEY ESKİSİ GİBİ OLMAYACAK

Başkentli, artık su sorunu yaşamamalı. Hatırlayın, 2007 yazı, Ankara’nın tarihine "susuz yaz" olarak kazınmadı mı? Su konusunda gerekli tedbirleri almayan ve yatırımları yapmayan Melih Gökçek, Ankara’yı susuz bırakmadı mı? Bakalım Ankara’nın su sorununa çözüm olarak üretilen Kızılırmak suyu projesi rafa kalkıp, seçimler sırasında söz verdiği Gerede Havzası projesine start verecek mi?

Oran Semti’nde satın aldığı villasının bahçesine kattığı halka ait park ve trafo alanını gerçek sahiplerine, yani Başkentlilere iade edecek mi?

İşte bu ve benzeri sorunlarımıza çare üretip, inadından vazgeçerse 29 Mart seçimlerine ve Gökçek’in başkanlığına saygı duyacağım. Ama inanırımsınız, hiç umudum yok... Yalnız şuna inanın ki, önümüzdeki dönem Gökçek’in icraatlarına farklı bir perspektiften bakılacak. Yani hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

PEMBE DİZİ DEĞİL GERÇEK BİR YAŞAM HİKAYESİ

Ülkenin yoğun gündemi, seçimler derken yine gece yarısına doğru gazeteden çıktım. Biraz soluklanmak için de rüzgárda savrulan yaprak misali amaçsızca arabayla dolaşmaya başladım. Kısa bir süre sonra da kendimi G.O.P semtindeki Şömine Bar’da buldum. Kulağıma gelen ses Whitney Houston’ın "I will always love you" şarkısıydı. CD çalıyor zannederek bir köşeye kıvrılıp, garsona siparişimi verdim. Başımı sahneye doğru çevirdiğimde ise onunla yüz yüze geldim. Sanki NTV ekranındaki programından fırlayıp, mikrofonun önüne konuşlanmış Müjde Ar karşımda duruyor ve şarkı söylüyordu.

Aslında karşımdaki, tipi Müjde Ar’a, ses tonu da Whitney Houston’a benzeyen Zenovia Roman isimli bayan şarkıcıydı. Yaklaşık 5 yıl önce onunla tanışmıştım. Gülümsemeye çalışan gözlerinin ardında pembe dizileri aratmayacak bir yaşam öyküsü saklıydı. Söylediği şarkılar kadar ilginç yaşam öyküsü de beni etkilemişti. Romanya doğumluydu. Ülkesinde 13 yaşında kros şampiyonu olmuştu. Karaciğer’inden rahatsızlanınca sporu bırakıp, tiyatroya yönelmişti. Müziğe başladığında ise 16 yaşındaydı. Kaset teklifi bile almışken, ailesinin karşı çıkmasıyla müziği bırakmıştı. Morgu görünce de doktor annesinin zoruyla gittiği tıp fakültesinden vazgeçmişti.

SARI GELİN ŞARKISIYLA PAVYONDAN KURTULDU

Bükreş Konservatuarı, tiyatro derken de müziğe tekrar dönmüştü. İyi bir caz ve opera şarkıcısı olurken de önüne Pavarotti’nin asistanı olma fırsatı çıkmıştı. Ancak ses tellerinde oluşan modül, soprano olma hayallerini suya düşürürken, festivallerde birincilik kazanan pop sanatçısı olmasını sağlamıştı. Turneler, konserler derken kısa sürecek bir evlilik ve aileye gelen kız evlat.

Romanya’daki ekonomik krizden kaçmak için Türkiye’ye gelmesi, menajerinin oyunuyla pavyona düşmesi ve Pavyonda "Sarı Gelin"i söylerken keşfedilmesi, ülkemizdeki ilk yılına sığmıştı. Ankara Büyükşehir Belediyesi Kent Orkestrası’yla konserlere çıkmak, Rafet El Roman ve Mahsun Kırmızıgül gibi sanatçılara eşlik derken de bir Türk’le formalite evliliği yapmıştı. Kısa bir süre sonra da onu Türk vatandaşı yapan kimliği cüzdanına girmişti.

Zenovia, şimdi Türkçe dahil tam 7 dilde şarkılar söylüyor. Birçok Başkentlinin yanı sıra Sezen Aksu’dan Demet Akalın’a kadar birçok ünlü sanatçıyı mıknatıs gibi kendine çekiyor. Sizlere de tavsiye ederim, gidip mutlaka dinleyin. Zira o gece benim bütün yorgunluğumu üzerimden aldığı gibi, kulaklarımdaki pası da sildi.
Yazarın Tüm Yazıları