Dünya piyasaları yine karışır mı?

1990'lı yılların ikinci yarısında yaşanan Güneydoğu Asya ve Rusya krizleri dünya kamuoyunu da 'yeni krizler' bekler hale soktu.

İşlerin iyi gittiği dönemlerde dahi, yaşananlar 'fırtınadan önceki sessizlik' olarak nitelendirilmeye başlandı.

Gelişmiş ülkelerde faizler çok düştü. Avrupa Merkez Bankası hariç, tüm diğer gelişmiş ülkelerin merkez bankaları faizlerini cesurca indirdiler. Dünya'da paranın getirisi düştü. Doğal olarak, her anlamda küreselleşmiş finans piyasalarında, para yeni adresler aramaya başladı.

Paranın daha yüksek getiriler elde ettiği yerler, finans piyasalarının liberalleşmesiyle beraber, gelişmekte olan piyasalar (emerging markets) oldu. 1990'lı yılların ikinci yarısında yaşanan küresel krizler bu piyasalara olan iştahı geçici bir süre için de olsa kaçırdı. Para gelişmekte olan piyasalardan gelişmiş piyasalara geri döndü. Gelişmiş piyasalardaki faiz düşüşlerinin arkasında bu olay da vardı.

Bir süre sonra para yine kaşınmaya başladı. Yeni olmasa da, para, daha fazla getirisi olan piyasalar aramaya başladı. Gelişmekte olan piyasalar yine gözde piyasalar olmaya başladı. Gelişmekte olan piyasalara akan para 2002 yılında 100 milyar doların biraz üzerindeyken, 2003 yılında 200 milyar dolara yaklaştı.

Para akımının hacmi yükseldi. Gelişmiş piyasalardan faizlerin artabileceği sinyalleri gelmeye başladı. Gelişmiş ülkeler arasında, İngiltere faizleri artıran ilk ülke oldu. Amerika faizlerin her an artabileceğini ima etmeye başladı. Japonya Amerika'yı takip edebilir. Avrupa, her zamanki gibi, olan biteni seyredecekmiş gibi görünüyor.

Son yıllarda gelişmekte olan piyasaların borçluluğunun artması faizlerin yükselmesi durumunda bir borç krizinin yeniden gündeme gelebileceği beklentilerini filizlendirdi. IMF'nin eski baş iktisatçısı Kenneth Rogoff bu konuyu işlemeye başladı.

Uluslararası bankaların birliği olarak nitelendirilebilecek Institute of International Finance'in Yönetim Kurulu Başkanı da bir borç sorunu çıktığında konunun kolaylıkla çözümüne yönelik yapısal önlemleri devreye sokmanın yarları üzerine konuşmaya ve yazmaya başladı.

Kafalara bir kez kriz olabileceği olasılığı girdi mi, kolaylıkla çıkmıyor. Altı-yedi yıl önce yaşanmış deneyimler yeni beklentilerin tohumları oluyorlar. Bu olumsuz beklentileri kırmanın tek yolu gelişen piyasalardaki ekonomilerin makro ekonomik anlamda iyi bir performans göstermeleridir.

Artan cari işlemler açığı karşısında sıkıntı yaratmayacak fon akımlarını sağlaması açısından Türkiye de dikkatli davranmak durumundadır. Makro ekonomik göstergelerdeki olası bozulmalar bugünkü şartlarda maliyeti yüksek olabilecek riskler almak anlamına geliyor.

Bu ‘Yaklaşım’ hurda otomobil parkı gibi

İSTANBUL Yaklaşımı
hurda otomobil parkına döndü. Bankalara geçmişte aldıkları kredileri ödeyemeyenler İstanbul Yaklaşımı'na girdiler. Bu şekilde, bankalar bu kredileri 'kötü kredi' kapsamına almaktan kurtuldular. Şirketler de, en azından bir süre için, bankaların üzerlerine gelmelerini bu yolla engellemiş oldular.

Bankacılığa bakış açımızı toplum olarak yeniden değerlendirmek zorundayız. Bankalarını batırdılar diye banka sahiplerinin yedi sülalesini sorumlu tutmaktan çekinmiyoruz. Ama, bankalara kredilerini ödemeyen ya da ödeyemeyenleri her türlü şemsiyenin altına almaktan çekinmiyoruz. Hatta, sicil affı çıkararak kredi geçmişi çok fazla temiz olmayanların da sistemin içinde kalmasını sağlamaya çalışıyoruz.

Bütün bunlar vatandaşın mevduatlarının güven içinde ekonomiye katkı yapması adına yapıyoruz. Banka kötü duruma düşünce sahibini sorumlu tutuyoruz. Ama, bankalardan kredi alanlar paranın üzerine yatınca, koruma altına alıyoruz. Halbuki, bankasını kötü idare eden banka sermayedarı da, bankalardan aldığı krediyi geri ödemeyen şirket patronları da vatandaşların mevduatlarının güvenliğine aynı derecede tehdit oluştururlar.

'Kredi riskini idare etmek bankaların işidir' diye sorumluluğu üzerimizden atamayız. Kredilerin kolaylıkla geri ödenebilmesi için gerekli yasal ortamın da sağlanması aynı derecede önemlidir. Borçluyu koruyan, alacaklıyı süründüren hukuk sistemi mevduatların güvenliğini tehdit eden en büyük etkenlerden biridir.

2002 yılı temmuz ayından bu yana İstanbul Yaklaşımı kapsamında korumaya alınan şirket sayısı 321 oldu. Bu şirketlerin yeniden yapılandırılmaya söz konusu borç tutarları 5.5 milyar dolar civarındadır. Yani, tüm bankacılık sisteminin toplam kredilerinin yaklaşık dörtte biri yeniden yapılandırılmaya çalışılmaktadır.

İstanbul Yaklaşımı'na alınan şirketlerin toplam borçları 5.5 milyar dolar olduğu halde, toplam ciroları 3 milyar dolardır. Borçlarını ödeyebilmek için çok ciddi ciro ve kar artışını gerçekleştirmek durumundadırlar.

İstanbul Yaklaşımı bankalar açısından da, şirketler açısından da bir zaman kazanma mekanizmasına dönüşmüştür. Halbuki, bu konularda zaman kazanmaya çalışmak ekonomik verimliliği düşürdüğü gibi, bankacılık sektöründeki rekabet şartlarını da bozmaktadır.

Reel sektörün yeniden yapılandırılması çerçevesinde mutlaka iyi niyetle gündeme gelen İstanbul Yaklaşımı reel sektörün yeniden yapılanmasını yavaşlatan, hatta durduran bir mekanizma haline dönüşmüştür.

Kesintisiz büyüme

AYLIK
imalat sanayi endeksinde göre, 2003 yılında imalat sanayi üretimi ortalama yüzde 9.7 büyüdü. Aynı bazda, 2002 yılındaki imalat sanayi büyümesi yüzde 10.7 olmuştu. Yılın ilk dokuz aylık milli gelir verileri de göz önüne alındığında, 2003 yılında milli gelirimizin reel olarak yüzde 5'in üzerinde büyümüş olabileceği anlaşılıyor.

Krizlerden sonra iki yıl üst üste yüzde 5'in üzerinde büyümüş oluyoruz. Halbuki, 1970 yılı başından beri bakıldığında, Türkiye'nin ortalama büyümesi yüzde 4.2 olmuştur. 1990-2003 yılları arasında (son on üç yılda) ortalama ekonomik büyüme yüzde 2.9 olmuştur.

Grafikte görüldüğü gibi, 1970'li yılların başından beri en fazla iki yıl üst üste ortalamanın üzerinde bir büyüme performansı gösterebilmişiz. İki yıl üst üste yüzde 4.2'nin üzerinde büyüdükten sonra, mutlaka bir mini kriz yaşamışız. Buna tek istisna 1995-1998 arasında üç yıl üst üste ortalama yüzde 8 civarında büyümüş olmamızdır. Bu istisnai performansımızın faturasını da 1999 yılında yüzde 6.3 ve 2001 yılında yüzde 9.3 küçülerek fazlasıyla ödedik.

2004 yılı, geçmiş deneyimlerimizi göz önüne aldığımızda, kritik bir yıl olmaktadır. Bu yıl yüzde 5 civarında büyüyüp üst üste üç yıl ortalamanın üzerinde büyüyerek rekorumuzu egale mi edeceğiz, yoksa yüzde 4'ün altında büyüyerek ekonominin biraz nefes almasına izin mi vereceğiz?

Ekonomik büyümenin sıkıntı yaratan etkisi artan cari işlemler açığı (döviz açığı) olmaktadır. Büyümenin yarattığı döviz açığı büyüdükçe finansmanı zorlaşmaktadır. Son iki yıldır IMF'den gelen paralar ve gelişmekte olan piyasalara akan fonların artmasıyla bir sıkıntı yaşanmadı. Ama, böyle ortamlar kalıcı olamazlar.

Örneğin, 1999 yılında yaşadığımız ekonomik küçülmenin arkasında 1997 yılındaki Güneydoğu Asya ve 1998 yılındaki Rusya krizlerinin bizim gibi ülkelere uluslararası fon akışını durdurmasından kaynaklanmıştır. Finansman zorlukları nedeniyle ekonomiyi büyütecek cari işlemler açığı veremediğimizden ekonomi küçülmek zorunda kalmıştır.

Kesintisiz büyüme, büyüme eğilimlerinin makul düzeylerde tutulmasıyla mümkün olabiliyor. 'Ne kadar büyüyebilirsek, o kadar büyüyelim' yaklaşımı bir dönem sonra mutlaka hüsranla bitiyor. Dolayısıyla, bu yıl iç talebin idaresi, enflasyonla mücadelenin yanında, ekonomik büyümenin kesintisiz devamı içinde de önemli olmaktadır.
Yazarın Tüm Yazıları