26 Aralık 2004
<B>REKABET, </B>zor olsa da, ölçülebilir bir büyüklüktür. Az mı yoksa çok mu olduğu konusunda bir yargıya varılabilir. Sosyal amaçlar ise çoğu kez kişiden kişiye değişebilir. Örneğin, devlet iş bulmada engelli vatandaşlara mı yoksa suç işleyip cezasını tamamlamış vatandaşlara mı öncelik vermelidir sorusuna farklı insanlar farklı cevaplar verebilir. Ayrımcılığın daima kişiye göre değişen bir tarafı vardır.
Her iki gruba da iş olanaklarının açık olması en ideal durumdur. Ama, öncelik sıralaması istendiğinde, farklı cevaplar alınacaktır.
TANIM
Sosyal içerikli düzenlemeler çoğu zaman rekabet ilkesiyle çelişki içindedirler. Sosyal amaçları gerçekleştirmek için rekabetten taviz verilir. Verilen tavizler zaten rekabetçi olmayan piyasaların olumsuz etkilediği kesimlere şans verilmesi olarak haklı gösterilir. Çoğu zaman da bu yargı doğrudur. Yine de, objektif bir kriter sübjektif bir yaklaşımla sakatlanmaktadır. Bu yaklaşım mutlaka ‘yanlış’ olarak alınmamalıdır.
Örneğin, iş alemi tarafından engelli vatandaşların istihdam edilmesinden kaçınma söz konusu olabilir. Bazı işler engelli insanların yapabilecekleri işler de olmayabilir. Ama, engelli insanların yapabilecekleri işlerde onlara öncelik tanımak en gerçekçi sosyal politikalardan biridir. Çünkü, bazen rekabet de ayırımcılığa neden olabilir.
İlk bakışta bu da rekabeti sakatlıyormuş gibi görünür. Ama, engelli olmayanların çalışabilecekleri iş yelpazesi çok daha geniş olduğundan, bazı alanlarda engellilere öncelik vermek kadar doğal olan bir durum yoktur.
Sosyal politikaların içeriğinin ayrıntılı bir biçimde tanımı yapıldığında, rekabeti engellemesi asgariye indirilebilir. Sorun, ayrıntıları atlayıp sosyal politikaların genel tanımlarıyla uygulanmasına çalışılmasıdır.
Örneğin, suç işlemiş ve cezasını çekmiş insanlar da istihdam edilmelidir. Ama, çoğu kez, bir katilin ya da hırsızın istihdam edilmesinden kaçınılmaktadır. Devlet tüm işyerlerinde belli sayıda hırsızın istihdam edilmesini mecbur kıldığında ortaya komik durumlar çıkabilmektedir.
Geçmişte banka soymuş bir kişi bir bankada istihdam edilebilir mi? Elbette istihdam edilebilir. Bu durum kuzunun kurda emanet edilmesi anlamına gelmez mi?
Bu çeşit çarpıklıklar yaratıldığında, artık sosyal politikalardan çok, rekabetin engellendiğinden söz etmek daha anlamlı olmaktadır. Dolayısıyla, bu çeşit sosyal politikalar oluşturulurken içeriğinin de iyi tanımlanması hem ayırımcılığın asgariye indirilmesine yardım edecektir hem de yürürlükteki sosyal politikalar uygulanabilir olacaktır. Amaca daha iyi hizmet edilecektir.
SİYASİ BAKIŞ
Çeşitli şekillerde rekabeti kısıtlamayan hiçbir sosyal politika olamaz. Konunun tartışılacak yanı zaten bu da değildir. Tartışılması gereken, sosyal politikaların rekabeti en az engelleyici bir biçimde uygulanmasına çalışmaktır. Amaç, toplumsal faydayı azamiye çıkarırken bireysel zararları da asgaride tutmak olmalıdır.
Sosyal refah penceresinden bakıldığında, bazen bu konular birbirine karıştırılmaktadır. Sorun bize özgü değil, evrenseldir. Çünkü, politikacılar sosyal refah penceresinden oy talep etmektedirler. Bireysel çıkarlar ise politikacıların kısa vadeli hedefleri önündeki bir engel olmamaktadırlar.
Yazının Devamını Oku 24 Aralık 2004
<B>IMF </B>ile mutabakata varılan üç yıllık <B>stand-by</B> düzenlemesi çerçevesinde bütçede yaşanan zorluklar devam edecek gibi görünüyor. Bundan önceki bütçelerde olduğu gibi, memur maaşlarına, faizlere ve sosyal güvenlik sisteminin açıklarına para yetiştirmekten başka kıpırdanacak yer yok. Bu durum bir süre daha böyle devam edecek.
Bir yandan bütçe açıkları nominal olarak düşürülmeye çalışılırken, devlet kaçınılmaz olarak borçlanmalarına reel faizler vermeye devam edecek. Faiz dışı fazla yüksek tutulsa dahi, borçlar nominal olarak artacak. Doğal olarak, nominal faizlerin düşeceğini ummanın dışında, faiz harcamalarından artık eskisi kadar tasarruf edileceğini beklemek yanlış olur.
SOSYAL GÜVENLİK
Sosyal güvenlik sistemine bütçeden verilen sübvansiyonların milli gelirimizin yüzde 4.5’i düzeyinde sabit kalacağı varsayılıyor. Milli gelirimizin yaklaşık yüzde 5 büyümesi öngörüldüğüne göre, sosyal güvenlik sübvansiyonlarının nominal olarak yılda yüzde 5 artacağı programlanıyor. Büyüme daha az olursa, bu oran da kaçınılmaz olarak artacak.
Son yıllardaki eğilimlere bakıldığında, yüzde 5’in üzerinde milli gelir büyümesi gerçekleştirildiği halde, sosyal güvenlik sübvansiyonlarının milli gelir içindeki payı arttı. O halde, bu kalemin nominal olarak yılda yüzde 5 büyüyebilmesi için dahi bir şeylerin yapılması gerekiyor.
Sosyal güvenlik kuruluşlarının aynı çatı altında toplanması böyle bir tasarruf getirir mi? Sistem aynı kaldığı sürece, hayır! Kaldı ki, tüm çalışanların hangi sistem altında birleştirileceği de henüz belli değil.
Örneğin, Emekli Sandığı’nın üyelerine sunduğu avantajlar SSK’ya göre çok daha cömerttir. Bundan böyle, SSK üyeleri Emekli Sandığı’nın sunduğu düzeydeki avantajlardan mı yararlanacaklar yoksa, Emekli Sandığı üyeleri SSK ile aynı düzeye mi getirilecekler? Birincisi sistemi daha da batırır. İkincisi ise kısa dönemde çok fazla bir katkı sağlamaz.
Sosyal güvenlik kurumlarının bir çatı altında toplanmasından sundukları hizmetlerin eşitlenmesi ima edilmiyorsa, idarelerinin bir araya gelmesinin çok fazla bir katkısı olmayacaktır. Sunulan hizmetlerin yeknesaklaştırılması hedefleniyorsa, herkesi en kötüde birleştirmekle finansman açısından bazı faydalar sağlanabilir. O faydalar da ancak 5-10 yıl içinde kendilerini gösterirler.
YENİ GELİRLER
Kısa dönemde sübvansiyonların azaltılması her zaman olduğu gibi sunulan hizmetlerin daraltılması yerine gelirlerin artırılmasına dayanacak gibi görünmektedir. Yani, çalışanların sosyal güvenlik sistemine yapacağı katkılar biraz daha artırılacaktır.
Artışlar bu alanda da kalmayacaktır. Bütçe açıklarının nominal olarak düşürülmesi, harcamaların kısılamadığı bir ortamda, ancak gelirlerin artırılmasıyla mümkün olabilecektir. Yani, önümüzdeki yıllarda yeni vergilerin gelmesi de kaçınılmaz olarak görülmelidir. Örneğin, Hazine bonosuna ve hisse senedine getirilmesi planlanan vergiler yalnızca bir başlangıçtır. Devamı mutlaka gelecektir.
Kısacası, bütçede sıkıntılar devam etmektedir. Harcamaların kısılmasında zorluklar vardır. Tek çare gelirlerin artırılması olarak görülmektedir. Ödeyenler açısından zaten yüksek olan vergi yükünün daha da artırılması, gelinen noktada, kayıt dışını genişletmekten başka bir işe yaramamaktadır.
Son açıklanan vergi indirimlerinin, vergi gelirleri açısından, gösteriş tarafı ağır basmaktadır.
Yazının Devamını Oku 23 Aralık 2004
<B>BANKACILIK </B>devletin denetimine ve gözetimine tabi bir sektördür. Çünkü, bankaların mali yapısı hakkında çok fazla bilgisi olmayan insanların mali tasarrufları bankalarca değerlendirilir. <B>Mevduat sahibi ile bankalar arasında bilgi simetrik değildir</B>. Mevduatlar açıkça sınırsız olarak sigorta edilmese de, devletin bankacılık sektörü üzerinde zımni bir garantisi söz konusudur. Devlet, ‘tasarruf mevduatları sigorta kapsamı kadar garantidedir’ diyerek sorumluluktan kurtulamaz. Bankalara bankacılık yapma izni veren devlettir.
SORUMLULUK
Mevduatların selameti açısından bankacılık yapmak devletten bir lisans alınmasını gerektirir. Lisans alındıktan sonra da, yürürlükteki düzenlemeler çerçevesinde gözetim ve denetim yapılır. Bir banka battığında, tüm mevduat sahipleri haklı olarak ‘banka batana kadar bu devlet neredeydi?’ sorusunu sorarlar, geçmişte sordular da. Sorunun yanıtını vermek zordur. Amaç, mevduat sahibini bu soruyu sormak durumunda bırakmamak olmalıdır.
Bu noktadan hareketle, devlet kimlere bankacılık yapma lisansı vereceğini iyi düşünmek zorundadır. Banka sahibinin başka ne işler yaptığı değil, ne kadar itibarlı bir kişi ya da şirket olduğu önemlidir. Sahibi itibarlı olmayan bir banka itibarlı olamaz.
Lisans verdikten sonra da, devlet bankanın mali yapısını uzaktan ve yakından iyi gözetlemeli, gerektiğinde, çeşitli nedenlerle bozulabilecek mali yapının yeniden normale dönemsi için uygulamaya konacak önlemleri hem iyi saptamalıdır hem de uygulanmasını yakından izlemelidir.
Amaç, bankaların sağlıklı bir biçimde işlev yapmalarını sağlamak olmalıdır. Bankalar batmamalı, ama gerektiğinde, gözetim ve denetim otoritesinin arzuları doğrultusunda el değiştirebilmelidir. Çünkü, yıllar evvel banka lisansı almaya layık bir sermayedarın bu özelliği kaybolmuş olabilir.
Bütün bu yapı bankaların tabi olacağı bir yasa ile düzenlenir. Yasa, gözetim ve denetim otoritesinin yetki ve sorumlulukları ile bankaların uyacakları kuralları genel hatlarıyla sıralar. Yasa, iki konuda dikkatli olmalıdır: 1. Gözetim ve denetim otoritesi esnek olmalıdır, 2. Bankalar mali güçlerini bozmadan arzuladıkları iş stratejilerini uygulayabilmekte serbest olmalıdırlar. Bankaların iş stratejileri yasayla sınırlandırılmamalı, ama uygulanan stratejiye göre gerekli sermaye ve kurallar uygulanabilir olmalıdır.
Bu ilkeler nedeniyle dünyanın bir çok ülkesinde bankaların gözetim ve denetimi siyasetin etki alanından çıkarılmıştır.
YENİ YASA
Tartışmaya açılan Finansal Hizmetler Yasa Tasarısı böyle bir yapı oluşturmaktan çok, geçmişle uğraşmaktadır. Bankacılık sektöründe geçmişte yaşanan sorunlara tepki yasası hazırlanmıştır. Halbuki, yürürlüğe konacak yasa geçmişte yaşanan sorunları değil, gelecekte yaşanabilecek sorunları çözmeye yönelik olmalıdır.
Bankacılıkta bir vizyona ihtiyacımız var. Vizyon olmayınca, gelecekle değil, geçmişle uğraşılmaktadır. Tepki yasalarıyla bir yere varılmadığını en iyi bizim bilmemiz gerekiyor. Yıllarca sayısız Bankacılık Yasası yürürlüğe konuldu. Hepsi, bir önceki dönemin olaylarına tepkiydi. Hiçbiri yaşanan sorunlara çözüm bulamadı.
1999 yılından bu yana Bankacılık Yasası’nı her yıl değiştirdik (bazen bir yılda birden fazla). Yine sonuç alamadık. Çünkü, hiçbirinin bir vizyonu yoktu.
Vizyonu uzaklarda aramayalım. Tam üye olmak istediğimiz Avrupa Birliği’nin bankacılık vizyonunu sahiplenelim. Sahiplenirsek, sorunların yarısından fazlasını aşmış oluruz.
Yazının Devamını Oku 22 Aralık 2004
<B>PARA </B>politikasının şeffaflaşması ve kurumsallaşması açısından Merkez Bankası önemli adımlar atıyor. Bu konunun önemini dünkü yazımda vurgulamıştım. Kurumsallaşma doğal olarak yalnızca karar mekanizmasının yapılaştırılmasıyla olmuyor. Kurumsallaşma zaman alan bir süreçtir.
Zaman içinde para politikasını ilgilendiren konularda merkez bankalarının amaçları doğrultusunda inandırıcı kararlar alması ve görüşlerine sahip çıkması da konunun önemli bir boyutunu oluşturuyor. Para politikasının kurumsallaştığı Almanya ve Amerika’dan bazı örnekleri sıralamak konuyu yeterince aydınlatacaktır.
ALMANYA VE AMERİKA
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra çok yüksek enflasyonla tanışan Almanya tövbekar olmuştur. Yeni yasasıyla Alman Merkez Bankası (Bundesbank) için yalnızca bir hedef belirlenmiştir: fiyat istikrarını korumak. Almanlar enflasyondan öcü gibi korkar olmuşlardır. Bu nedenle Bundesbank’ın arkasında çok ciddi bir kamuoyu desteği vardır.
Fiyat istikrarını tehdit eden her gelişmeye Bundesbank karşı çıkmıştır. Bu mücadelede kamuoyundan çok büyük destek almıştır. O kadar ki, Alman mucizesinin mimarlarından biri olarak bilinen Adenhauer Hükümeti’ne enflasyon yaratabilecek uygulamalara başvurduğu için sıkça kafa tutmuştur. Hatta, Bundesbank’ın tavırları hükümetin düşmesine dahi neden olabilmiştir.
İki Almanya’nın birleşmesi sırasında hükümetin Doğu Alman ve Batı Alman paraları arasındaki pariteyi bire bir olarak belirlemesi Bundesbank bünyesinde rahatsızlık yaratmıştır (Bundesbank bir Batı Alman Markı’nın iki Doğu Alman Markı’na eşitlenmesini arzuluyordu). Karar siyasi olduğundan Bundesbank bir şey yapamamıştır. Ama, kararın hemen arkasından Bundesbank Başkanı görevinden ayrılacağını açıklamıştır.
Şimdi, Avrupa Merkez Bankası Bundesbank’ın bıraktığı miras üzerinde oluşturulmaya çalışılmaktadır.
Amerika’da Başkan Bush’un ikinci döneminde Hazine Bakanı olması için Amerikan Merkez Bankası (FED) Başkanı Alan Greenspan’in ağzı aranır. Greenspan kendine yapılan bu görevi nazikçe reddeder.
Greenspan’in gerekçesinin gerçekten ne olduğunu hiç kimse bilmemektedir. Yaşının 76’ya gelmiş olması mutlaka nedenlerden biridir. Ama, bir başka neden olarak finans piyasalarının ve kamuoyunun, Greenspan’in Bush İdaresi’ni destekler nitelikteki bazı konuşmalarının, aradan birkaç yıl geçtiği halde, partizanca yapıldığı izlenimi edinmesinden çekindiği gösteriliyor (örneğin Financial Times).
Geçekten de, Greenspan bütçe fazlasının hızla eridiği bir ortamda Bush’un vergi oranlarını indirme projesine destek vermişti. O dönemde de, Greenspan’in siyasi bir tavır aldığı yönünde yorumlar yapılmıştı. Greenspan ısrarla fikirlerinin siyasi bir içeriği olmadığını, doğru oldukları için savunduğunu iddia etmişti.
Hazine Bakanlığı görevini hangi nedenle kabul etmediği bilinmese de, finans piyasalarının konuyu bu şekilde yorumlamaları FED açısından çok büyük bir itibar işaretidir. Para politikasının kurumsallaşmasına hem çok büyük bir katkıdır hem de FED’in ya da Başkanlarının ileride öne sürecekleri görüşlerin değerini artıran bir olgudur.
İTİBAR VE PARA
Paranın değeri kamuoyundaki itibarın bir sonucudur. Para otoritesinin itibarının olmadığı bir yerde paranın değerli olması mümkün değildir. İtibar, ancak alınan kararların tutarlılığı ve hedefe dönük tutarlı davranışlarla uzun bir sürede elde edilebilmektedir.
Fiyat istikrarı açısından Türkiye bu yola daha yeni girdi sayılır. Merkez Bankası’nın geçmişi de bu yolda daha hızlı ilerlenmesinde mutlaka yardımcı olacaktır.
Yazının Devamını Oku 21 Aralık 2004
UYGULANAN para politikasının itibarı, doğru hedefe odaklanması yanında, çoğu zaman şeffaflığından kaynaklanır.Ekonomik birimlerin para otoritesinin hedeflerini bilmesi ve bu hedeflere varabilmek için neyi nasıl yapacağı konusunda aydınlanması hedeflere varmayı kolaylaştırır. Para otoritesinin söylediğini yapması para politikasına güveni artırır. Fiyat istikrarının oluşturulması ve kollanması konusunda piyasaların ikna edilmesi kolaylaşır. Mali disiplinin korunması daha kolay ödüllendirilir. Mali disiplinde görülebilecek yalpalamaların cezalandırılması da kolaylaşacağından, maliye politikalarının da fiyat istikrarı hedefine odaklanması sağlanabilir.Kısacası, para politikasının şeffaflaşması, fiyat istikrarı yönünde, ekonomi politikaları bütününde küçümsenmeyecek bir ‘çapa’ görevi görür.ÖNEMLİ ADIMTürkiye’de para politikası daima maliye politikalarının stepnesi olarak görülmüştür. Maliye politikaları her zaman belirleyici olmuştur. Para politikası maliye politikasını takip etmiştir. Ekonomide ‘önlem alınması gerekir’ dendiğinde, parasal önlemler alınmış, ama onların tamamlatıcısı olacak maliye politikası önlemleri hep unutulmuştur.Böyle bir yapıda, doğal olarak, enflasyona çözülmesi gereken bir sorun olarak bakılmamıştır. Hatta, para otoritesinin dahi kim olduğu çoğu zaman karışmıştır. Hazine kendini, tek olarak görmediyse dahi, para otoritesinin bir parçası olarak görmüştür.Merkez Bankası Yasası’nın 2001 yılında değişip Banka’nın Hazine’ye kredi vermesi durdurulunca durum değişti. Yasa’nın Merkez Bankası için fiyat istikrarını ödün verilmeyecek bir hedef haline getirmesiyle para otoritesi en azından kağıt üzerinde tek hale geldi. Uygulamada ise, para politikası etrafında bir savunucu grup oluşmasıyla para otoritesinin Merkez Bankası olduğu kesinleşecektir. Bu anlamda, para politikasının şeffaflığı çok önemlidir. Merkez Bankası geçenlerde para politikası uygulamalarının daha fazla şeffaflaşacağını açıkladı. Para Kurulu her ayın belli bir gününde toplanacak. Gelişmeleri değerlendirecek. Merkez Bankası’nın para piyasalarında alacağı tavrı belirleyecek. Bu uygulama doğru yönde atılmış önemli bir adımdır. Ama, atılacak daha önemli adımlar da vardır. Kısa süre içinde mutlaka bu konularda daha fazla ilerleme sağlanacaktır.BİR ADIM DAHAPara Kurulu toplantısında konuşulan konuların ayrıntıları ekonomik birimler açısından önemlidir. Toplantı tutanakları en azından bir sonraki toplantıdan sonra kamuoyu ile paylaşılmalıdır. Bu yaklaşım, kamuoyunun bilgilendirilmesi yanında, Para Kurulu üyelerinin de para politikasının uygulanmasına daha ciddi katkılar yapmasını sağlayacaktır. Siyasi kanattan gelen baskı eğilimlerine karşı durmak Merkez Bankası açısından kolaylaşacaktır. Dolayısıyla, siyasi baskı kurmanın çok fazla anlamı da kalmayacaktır. Siyasetçiler açısından, Merkez Bankası üzerinde siyasi baskı kurmanın maliyeti artacaktır.Para politikasının kurumsallaşması ve para otoritesinin yalnızca Merkez Bankası olduğunun tescili açısından bir adım daha gereklidir. Hazine’nin kuruluş yasasındaki görevleri arasında ‘Merkez Bankası ile birlikte para politikasını oluşturmak’ anlamına gelen maddeler çıkarılmalıdır. İlk bakışta önemsiz gibi görünse de, Hazine’nin yasal olarak para politikasının ortağı durumundan çıkarmak gerekmektedir.
button
Yazının Devamını Oku 20 Aralık 2004
<B>TÜRKİYE</B> ile <B>Avrupa Birliği</B> (AB) ilişkileri geçmişe göre çok daha az belirsizlikler taşıyan bir yola girdi. Yolda engebeler mutlaka olacaktır. Karamsar olunacak olaylar yaşanacaktır. Ama, amaç her iki taraf için de <B>Türkiye’nin Topluluğa tam üyeliğidir</B>. Bu amaca giden yolun başındayız. Yol, uzun, ince ve yokuştur. Yola nasıl girdiğimizin şartlarını eleştirmekle zaman kaybedeceğimize, üstümüze düşen görevlerin bilinci içinde hemen çalışmaya başlamalıyız. Kısır tartışmalarla daha yokuşun başında kendimizi yormamalıyız.
Kalıcı önlemlere kafayı takmamalıyız. Kalıcı önlemlerin kalıcı olmalarını anlamsız kılacak şekilde kendimizi konumlandırmalıyız. Yani, değişmeliyiz.
AB üyeliği, Türkiye’yi her açıdan daha iyiye yaklaştıracak bir ‘değişim projesi’dir. Bu projede herkese görev düşmektedir. Yapılacakları ve yapılması gerekenleri katkı yapmaya yönelik eleştirmeliyiz. Doğrudan katkı yapmanın yollarını araştırmalıyız. Siyasi partiler, sivil toplum örgütleri, sektör temsilcileri, mesleki kuruluşlar ve üniversiteler bu sürecin ayrılmaz birer parçası olmak durumundadırlar.
Toplum olarak bir Avrupa vizyonu geliştirmek durumundayız. Çeşitli kesimler statükonun korunması için mücadele edeceklerdir. Statüko ile mücadelenin tek yolu gidilecek yol konusunda vizyon sahibi olmaktır. Aksi taktirde, uzun, ince ve dik bir yokuşta çok yalpalarız, çok çabuk yoruluruz.
AB ile müzakereler uzun sürecektir. Bunu herkes biliyor. Önemli olan müzakerelerin uzunluğu değil, içeriklerinin doğru olmasıdır. Her istediğimizi alamayacağız. Müzakereler sonucunda, alamadıklarımız gelişmemizi durdurmamalı, aldıklarımız gelişmemizi hızlandırmalıdır.
Büyümedeki düşüş geçici olabilir
YILIN ilk yarısında üç aylık bazda yüzde 10’un üzerinde büyüyen milli gelirimiz bu yılın üçüncü çeyreğinde yüzde 4.7 büyüdü. Ekonomi soğuyormuş gibi bir izlenim edinildi. Yılın ortasında tüketici kredilerinin pahalılaştırılması işe yaradı gibi görüntü ortaya çıktı.
Rakamların ayrıntıları ise aynı izlenimi vermiyor. Toplam yurt içi talep artışı eski hızında devam ediyor. Devlet İstatistik Enstitüsü verilerine göre, bu yılın ilk üç ayında yıllık bazda yüzde 11 büyüyen toplam iç talep yılın ikinci ve üçüncü çeyreklerinde yüzde 14 büyümeye devam ediyor.
Üretimdeki düşüş stok büyümesinin yavaşlamasından kaynaklanıyor. 2002 yılı ve 2003 yılının bir bölümünde iç talep büyümesi çok fazla olmadığı halde, stok büyümesinden üretim artıyor gibi görünüyordu. Şimdi de, iç talep büyümesi eski hızında devam ettiği halde, stok artışının yavaşlamasıyla üretimdeki büyüme yavaşlamış gibi görünüyor.
Kamu kesiminin tüketimi azalıyor. Ama, özel sektör tüketimi hızlanarak artıyor. Geçen yılın son çeyreğinde bu yılın ilk çeyreğinde yüzde 7 artan özel tüketim harcamaları bu yılın ikinci çeyreğinde yüzde 10, üçüncü çeyreğinde ise yüzde 11 arttı. Yatırım artışı hızlanarak devam ediyor.Yılın başlarında yüzde 10 civarında artan yatırım harcamaları son altı ayda yüzde 30’un üzerinde artıyor. Özel yatırım harcamalarındaki reel artış ise yüzde 50’ye dayandı.
Milli gelir hesaplamaları bir tahmindir. Doğal olarak, yapılan tahminler belli bir hata içerir. Hesaplamada yapılan hataların büyük olmadığı kabulüyle, milli gelir büyümesinin yılın üçüncü çeyreğinde yavaşlamış gibi görünmesinin geçici bir olay olabileceği çok yüksek bir olasılıktır. İç talep büyümesi devam ettiği sürece, üretim mutlaka iç talep büyümesini takip edecektir.
Dolar bir süre düşük seyreder
DÜNYANIN en zor işlerinden biri kur tahmini yapmaktır. Ekonomik büyüklüklerin tahminiyle uğraşan bilim adamları ‘tahmin yaparken ya zaman ya da büyüklük ver, ama ikisini birden verme’ derler. Bu tavsiyeye uyarak doların diğer para birimleri karşısında bir süre daha düşük kalacağı söylenebilir. Ama, ne kadar süre düşük kalacağını kestirmek çok zordur.
Amerika’da bütçe açıkları büyüdü. Cari işlemler açığı rekorlar kırıyor. Son verilere göre, Amerika’da cari işlemler açığı Temmuz-Eylül döneminde 165 milyar dolar oldu. Bunun anlamı ABD ekonomisinin dünyanın diğer ülkelerinden üç ayda 165 milyar dolar daha borçlanmış olmasıdır.
Doların diğer ülkelerce rezerv para olarak kabul edilmesi nedeniyle, ABD ekonomisinin cari işlemler açığı vermesi diğer ülkelerin dolar olarak tuttukları mali servetlerinin aynı boyutta artması demektir. Yani, dünyada dolar arzı hızla artmaktadır.
Arzın arttığı yerde, talep aynı hızda artmazsa fiyat düşer. Dolar’da da şimdilik aynı şey yaşanmaktadır. Kısa dönemde dolar arzındaki artışın durması olasılığı yok denecek azdır. Doların diğer paralar karşısındaki değerinin istikrara kavuşması dolara olan talebin yükselmesiyle gerçekleşecektir.
Dolara olan talebin kısa dönemde artması ABD ekonomisinde bütçe açıklarını azaltıcı önlemlerin gündeme gelmesiyle olabilecektir. Siyasi olaylardan bağımsız olarak, gelecekte dünyada dolar talebinin artması ABD’nin bütçe dengesiyle yakın ilişkilidir. Dolar faizlerinin artması dolar talebini canlandırması açısından şimdilik yetersiz görünmektedir.
Petrol bir süre pahalı kalacak
1990’lı yılların ikinci yarısında varili 12 dolara kadar düşen petrol bugünlerde 50 dolar civarında. Genellikle petrol fiyatındaki bu denli yükseliş dünya ekonomilerini sarsar. Ama, en azından şimdiye kadar herhangi bir sarsıntı hissedilmedi.
Petrol üreten ülkeler doğal olarak hallerinden memnun. O kadar memnunlar ki, petrol fiyatının üç-beş dolar düşmesiyle OPEC petrol üretimi kısma kararı aldı. Petrol fiyatının yüksekliği Rusya ekonomisini çalkantılardan uzak tutuyor. Diğer gelişmekte olan piyasalara para akışının yüksek meblağlarda devam etmesi şişen petrol faturasının ödenmesinde bir sorun yaratmıyor. Avrupa zaten petrol fiyatları artmadan da işsizlikle boğuşuyordu. Amerika’da ise üretim biraz gerilemesine rağmen, henüz rahatsız edecek boyutlarda değil. Kışa girerken, havalar soğuyor diye petrol fiyatları artıyor. Halbuki, 1996 yılının kışında da havalar soğuyordu. Petrol fiyatları düşüyordu. Belli ki, petrol fiyatlarının yüksekliğinden çok fazla şikayetçi olan yok. O halde, petrolün bir süre daha pahalı kalması bizleri şaşırtmamalı.
Yazının Devamını Oku 19 Aralık 2004
<B>BİR </B>ekonomide <B>arzular sonsuzdur</B>, ama <B>kaynaklar kıttır</B>. Kaynaklar bol (sınırsız) olsa, sonsuz denebilecek arzular da kolayca tatmin edilebilirdi. <B>İktisat</B> denen bir bilimin doğmasına da gerek kalmazdı. En geniş anlamda, iktisatçılar ‘kaynakların en verimli bir şekilde tahsis edilmesi’ olgusu ve bunun sonuçlarıyla uğraşırlar. İktisat biliminin var olma nedeni arzularla kaynakların en verimli bir biçimde buluşturulması gereğidir.
ÇELİŞKİLER
Kaynakların en verimli bir şekilde tahsis edilmesi satıcının malını satabileceği en ucuza satması, alıcının da bir malı alabileceği en pahalıya alması ilkesine dayanır. Rekabet denen olgu bu ilkenin yürürlükte olmasını sağlar.
Rekabetten uzaklaştıkça, ya satıcı malını satabileceği en düşük fiyata satmıyor, ya da alıcı aldığı mal için aslında vermeye razı olduğu en yüksek fiyatı vermiyor demektir. Belki de, iki olgu aynı anda yaşanmaktadır.
Rekabeti engelleyen doğal nedenlerin dışında, rekabeti sakatlayan en önemli etkenlerden biri devletin çeşitli nedenlerle piyasalara müdahalesidir. Çoğu zaman, devlet toplumun refahını artırmak için piyasalara müdahale eder. Refahın artırılması siyasetçilerce hep alıcının malı en ucuza alması şeklinde algılanır. Böyle algılandığında da, ortaya komik bir durum çıkar.
Örneğin;
Çiftçiyi desteklemek için buğday fiyatının yüksek olması arzulanır, ama ekmek fiyatının da düşük kalmasına çalışılır.
Toplumda konut açığı olmaması istenir, ama kiraların da yüksek olmaması için çareler aranır.
İstihdamı artırmak için yurt dışından gelen mallarla rekabet edemeyecek ürünler gümrük duvarları ile korunur, sonuçta ahalinin aynı malı çok daha pahalı aldığına göz yumulur.
Ücretlerin artması arzulanır, ama ürün maliyetlerinin ve fiyatlarının aynı kalması, hatta düşmesi hedeflenir.
İhracatın artmasına alkış tutulur, ama ithalatın artması rahatsızlık yaratır.
Bütün bunlar aynı anda yapılabilseydi, zaten iktisat denen bir bilim de olmazdı. İktisat biliminin ilkeleri ile sosyal kaygılar her zaman çelişki içindedirler. Bu çelişkileri en iyi şekilde çözebilen toplumlar mutlaka başarılı olacaklardır. Yani, rekabeti bozmadan ya da engellemeden sosyal hedeflere ulaşmak bir amaç olmalıdır. Bu amaç, ancak fiyat mekanizmasına çomak sokmamakla bir ölçüde başarılabilir.
Bu nazik dengeyi uzun dönem uygulamayı başarabilmiş bir toplum yoktur. EskidenKuzey Avrupa ülkeleri sosyal devlet uygulamasının şampiyonları olarak gösterilirdi. Bankaları battı. Sosyal harcamaları kısmak zorunda kaldılar.
Daha sonra, Asya Kaplanları diye tanıtılan büyümeyi azamiye çıkaran toplumlar öne çıkarıldı. Yüksek büyüme ile sosyal amaçların daha kolay ve çabuk gerçekleştirilebileceği düşünüldü. Onlar da battı.
Bütün bunlardan çıkarılan ders, herhalde, iktisadi ilkeleri göz ardı eden sosyal amaçlı projelerin çok dikkatle yürürlüğe konmasının gerekli olduğudur. Rekabeti bozmaya yönelik her türlü sosyal proje uzun ömürlü olmamaktadır.
Doğanın dengesi iktisadi ilkelerin yanındadır. Çünkü, iktisadi ilkeler doğal yasalardır.
Yazının Devamını Oku 17 Aralık 2004
<B>Son </B>otuz yıldır bir çok gelişmekte ülkelerde yaşanan <B>ekonomik istikrarsızlıklar</B> iktisatçıları istikrar politikaları konusunda oldukça fazla eğitti. Kalıcı istikrarı sağlayabilmek için çeşitli ülkelerde çeşitli yollar denendi.Döviz kuru bazlı istikrar politikalarında tüm planlar sabit ya da önceden bilinen kur düzeyinde oluşturulmaya çalışıldı. Bazı ülkelerde bir süre başarılı olundu. Bazen de daha büyük sorunlar yaratıldı.
Bazı stratejilere ortodoks dendi. Katı maliye ve para politikaları yoluyla istikrarın sağlanması öngörüldü. Bazı ülkelerde ücret ve fiyatlar donduruldu. Para ve maliye politikalarının ücret ve fiyat artışları için baskı yaratmamasına çalışıldı. Ortodoks olmayan istikrar politikaları da başarılı sonuçlar vermedi.
ALTYAPI
Şimdi yeniden başa dönüldü. Dalgalı kur sisteminde sıkı maliye ve para politikaları yanında kurumsal düzenlemeler (yapısal reformlar) de yapılarak kalıcı ekonomik istikrar sağlanmaya çalışılıyor. Her ne kadar bu stratejide kur düzeyi açıkça bir politika aracı olmasa da, politikalar doğru uygulandığında, nominal kur düzeyi piyasa şartları içinde sabit kalıyor, hatta düşebiliyor da.
Kur bazlı istikrar politikaları, bir süre sonra kur düzeyinin gerçekçi olmakta çıktığı için eleştirilir. Halbuki, kur bazlı olmayan istikrar politikaları da bir süre sonra piyasa şartları içinde kur düzeyini gerçekçi olmaktan çıkarabilirler. Demek ki, sorun istikrar politikalarının kur bazlı ya da bir başka şekilde olmasında değil, kur düzeyini gerçekçi kılacak diğer şartların sağlanamamasından kaynaklanmaktadır.
Ekonomik istikrara giderken kur düzeyini gerçekçi kılmanın yolu kurları artırmak değildir. Aksine, fiyat istikrarına giderken daha önce istikrara kavuşan kurları gerçekçi kılacak altyapının kurulması istikrarın kalıcılığını sağlayan en önemli unsur olacaktır. Kurların istikrara kavuşup fiyatların istikrara kavuşmasının daha uzun zaman aldığı zaman ayakta kalmanın yolu maliyet kontrolüdür. Altyapıdan ima edilen budur.
GELECEK YIL DA AYNI
Kısacası, üretimde verimlilik artışı, fiyatlar daha istikrara kavuşmadan istikrara kavuşan kurları gerçekçi kılacak tek gelişmedir. Fiyatların yükselip de kurların yükselmediği dönemde rekabetçi dengeyi korumanın tek yolu üretimde paralel bir verimlilik artışının sağlanmasıdır. Türkiye son üç yıldır bu gerçeği yoğun bir biçimde yaşamaktadır.
2002 yılında ortalama 1 milyon 506 bin lira olan dolar kuru 2003 yılında 1 milyon 493 bin liraya düşmüş, bu yıl da şimdiye kadar 1 milyon 425 bin lira olmuştur. Yani, dolar her yıl TL’ye göre nominal olarak düşmüştür.
Dolar kurundaki düşüşün bir bölümü doların diğer paralara karşı değer yitirmesinden kaynaklanmıştır. 2002 yılında ortalama 1 milyon 429 bin lira olan Euro, 2003 yılında 1 milyon 685 bin lira, bu yıl da şimdiye kadar 1 milyon 762 bin lira olmuştur. Son üç yıldaki Euro kurundaki artış yüzde 23 olmuştur. Halbuki, aynı dönemde enflasyon ortalama bazda yüzde 40 olmuştur. Yani, Euro da TL’ye karşı reel olarak değer kaybetmiştir.
Bir başka anlatımla, her yerde olduğu gibi, fiyat istikrarına giderken döviz kurları fiyatlardan çok daha çabuk istikrara kavuşmuştur. Döviz kurlarının istikrara daha çabuk kavuşmasının zorlukları ancak verimlilik artışıyla aşılacaktır. Verimlilik artışı yerine kur değişmelerini enflasyona uydurmaya çalışırsak, fiyat istikrarını rafa kaldırmış olacağız. Diğer politikalar doğru da olsa, verimlilik artışını yeterince sağlayamamak fiyat istikrarının önündeki en büyük engeldir.
Son üç yıldır gözlenen eğilimler, saçmalamazsak, gelecek yıl da devam edecektir. O halde, maliyet kontrolü ve verimlilik artışı gelecek yıl daha da önemli hale gelecektir. Son üç yıldır üretimde verimlilik artmaktadır. Artışın hız kesmeden devam etmesi önemlidir.
Yazının Devamını Oku