Ercan Kumcu

Ekonomik büyümede oynaklıklar

16 Aralık 2004
<B>TÜRKİYE </B>ekonomisinin yakın tarihini hatırlayanlar, <B>ekonomi üç yıl üst üste yüzde 5’in üzerinde büyüdüğünde kaygılanmaktadırlar</B>. Çünkü, en fazla üç yıl üst üste yüzde 4.3’ün üzerinde bir ekonomik büyüme sağlandıktan sonra, mutlaka bir durgunluk dönemi gelmiştir. Uzun dönemli kesintisiz yüksek büyüme hiçbir zaman sağlanamamıştır.

1970 yılından bu yana, Türkiye ekonomisinin ortalama büyümesi yıllık yüzde 4.3 olmuştur. Bu oranın üzerinde iki kez üst üste 1986-87 ve 1992-93 yıllarında büyüme görülmüştür. Uzun dönemli ortalamanın üzerinde üç yıl üst üste iki kez, 1995-97 ve 2002-2004 yıllarında büyüme sağlanmıştır.

GEÇİCİ Mİ?

Birkaç yıl uzun dönemli büyümenin üzerinde bir performans sağlandığında mutlaka bir döviz sorunu çıkmıştır. 1980’li yıllardan önce döviz sorunu döviz rezervlerimizin tükenmesi şeklinde olurken, 1980 sonrasında dış borçlanmada yaşanan tıkanıklıklar nedeniyle ekonomik büyüme performansı düşmüştür. Duvara çarpana kadar büyümeden feragat etmekten kaçınmışız. Bu gerçek de kısa vadeli bakış açımızdan kaynaklanmaktadır.

Kısacası, Türkiye ekonomisinin büyümesi önündeki kısıt hep ödemeler dengesi olmuştur. Bu nedenle, göreli olarak büyüyen cari işlemler açığı kaygı verici olmaktadır. Çünkü, ödemeler dengesi kısıdına çarptığımızda, iniş çok sert olmaktadır. Örneğin, 1988-89 yıllarındaki ekonomik durgunluk, 1994 yılındaki kriz, dış şoklardan kaynaklanan 1998 yılının ortasında başlayıp 1999 yılında derinleşen ekonomik küçülme ile 2001 yılındaki kriz Türkiye ekonomisini izleyenler için oldukça öğretici olmuştur.

Son otuz beş yılın performansına bakarak ileriye dönük tahminler yapmak elbette mümkündür. Ama, tahmin yapılırken, ödemeler dengesi kısıdının ne derece etkili olabileceği de iyi değerlendirilmelidir.

Bu yılın üçüncü çeyreğinde, üç aylık bazda yıllık büyüme uzun dönemli ortalamaya çok yaklaşmıştır. Eğer yılın son çeyreğinde de benzer bir büyüme olursa, çakılmadan ödemeler dengesi kısıdını aşma yolunda önemli bir adım atılmış olacaktır.

Üçüncü çeyrekte gözlenen büyümenin düşmesi geçici bir olgu da olabilir. Son çeyrekte büyüme yeniden hız kazanıp 2005 yılında yeniden uzun dönemli ortalamanın üzerinde bir performans gözlenebilir. Ama, yine de, ödemeler dengesi büyümenin önünde bir kısıt oluşturmayabilir.

REKOR MU?

Avrupa Birliği
üyeliği konusundaki olumlu gelişmeler mutlaka yerli yatırımcıları yüreklendireceği gibi, yabancı mali yatırımcılarının Türkiye ekonomisine bakış açılarını daha da olumluya çevirecektir. Bir başka deyişle, Türkiye ekonomisinin dış borçlanma kabiliyeti artacaktır. Dolayısıyla, daha fazla borçlanabilen bir Türkiye ekonomisinde, ödemeler dengesi kısıdı bir kısıt olmaktan çıkıp büyümeyi engelleyici bir rol oynamayabilecektir.

Bu çeşit tahminler yapmak için henüz zamanın erken olmasına rağmen, gelecek yıl da uzun dönemli ortalamanın üzerinde bir büyüme gerçekleştirip dört yıl üst üste yüzde 5’leri aşarak tüm zamanların rekorunu (en uzun kesintisiz yüksek büyüme) kırmamız şaşırtıcı olmayacaktır.
Yazının Devamını Oku

IMF ile ilişkilerde sürpriz yok

15 Aralık 2004
<B>IMF </B>ile uzlaşmaya varılan üç yıllık <B>stand-by</B> düzenlemesinin ana hatları dün açıklandı. <B>İçerik açıdan programda şaşırtıcı bir şey yok</B>. Kısaca, yeni üç yıllık program, daha önce rakamsal açıdan ayrıntılarıyla verilen katılım öncesi ekonomik programın aynısı. Beklendiği gibi, içi doldurulmaya çalışılmış.

Yeni program, katılım öncesi programın rakamsal hedeflerine nasıl varılıp, istikrarın sağlanıp kalıcı olmasının altyapısını oluşturmaya çalışıyor. Tüm geçmiş programlarda olduğu gibi, ekonomik büyüme önümüzdeki dönemde yüzde 5 olarak hedefleniyor. Gerçekte ne olacağı birçok değişkene bağlı. Bu değişkenleri bir başka yazıda ele alacağım.

Enflasyonun üç yıl içinde yüzde 4’e düşürülmesi hedefleniyor. Bu konuda önemli haber Merkez Bankası’nın ‘enflasyon hedeflemesi’ çerçevesinde para politikası uygulamasına en geç 2006 yılı başında geçeceğidir. Aynı zamanda, kısa bir süre içinde para politikası uygulamasında daha fazla şeffaflığın getirileceğinin açıklanmış olması son derece sevindiricidir. Bu yaklaşım enflasyon hedeflemesinin kredibilitesini artıracaktır.

YAPISAL REFORMLAR

Kamu finansmanında disiplinin devam etmesi
istikrar programlarının geleceği açısından hayati önemdedir. Ekonomik istikrarın sağlanıp kalıcı olması açısından hayati önem taşıyan bir başka boyut kazanımların kalıcılığını sağlayacak olan yapısal reformların tamamlanıp kararlılıkla uygulanmasıdır.

Bu çerçevede, sosyal güvenlik ve vergi sistemlerinde yapılacak yapısal reformlar öne çıkmaktadır. Sosyal güvenlik sisteminin bütçeden aldığı katkı bu yıl milli gelirimizin yüzde 4.5’i olmuştur. Program, bu oranın önümüzdeki üç yıl içinde aynı düzeyde tutulmasını hedeflemektedir. Uzun dönemde de, sosyal güvenlik sisteminin bütçeden alacağı katkının yüzde 1’e düşürülmesi hedeflenmektedir.

Uzun dönemi şimdiden tartışmak fazla bir anlam ifade etmez. Ama, kısa dönemde bu alanda yapılacak reform çok iddialı görünmemektedir. Göreli olarak, sosyal güvenlik sisteminin açıklarını sabit tutmak da bir çaba ister. Yıkımın kontrolü anlamına gelir. Ama, gösterilecek çaba yeterli görünmemektedir. Daha büyük bir çaba gösterilip sosyal güvenlik sisteminin açıklarını daha hızlı indirmek üzere Dünya Bankası desteği aranmalıdır. Kısa vadede sistemin bütçeden alacağı katkı milli gelirin yüzde 3’üne düşürülmeye çalışılmalıdır.

Vergi tabanını genişletme projesi bu aşamada havada kalmaktadır. Ne yapılacağının ayrıntıları henüz bilinmemektedir. Ama, bu konunun da gündeme gelmiş olması sevindiricidir. Niyet mektubunda bu konuda mutlaka daha ayrıntılı bilgiler yer alacaktır. Vergi idaresinin özerkleştirilmesiyle vergi tabanının arzu edildiği ölçüde genişletilmesi mümkün görünmemektedir.

TAZE PARA YOK

Beklendiği gibi, yeni üç yıllık program içinde IMF’den taze para gelmeyecek
. Yaklaşık 15 milyar dolar ödeyeceğimiz üç yıllık dönemde IMF’den 10 milyar dolar kaynak alacağız. Yani, üç yıllık dönemde IMF’ye net borç ödeyicisi durumunda olacağız.

2005 yılında IMF’ye ödenecek borçların bir bölümünün 2006 yılına kaydırılmış olması ve 10 milyar dolarlık 12 taksitte IMF’den gelecek paranın beş taksitinin 2005 yılında gelecek olması nedeniyle, 2005 yılı IMF ödemeleri açısından rahat geçecektir. Asıl net borç ödemesi 2006 ve 2007 yıllarında gerçekleşecektir. Kısacası, IMF’den gelecek para IMF borçlarının ödenmesini bir süre erteleyen bir mekanizmadan başka bir şey değildir. Bu yaklaşım da hem IMF açısından hem de Türkiye açısından çok doğaldır.
Yazının Devamını Oku

Vade perspektifi

14 Aralık 2004
<B>UZUN </B>bir dönem yüksek enflasyonla yaşamış ve krizler geçirmiş bir toplum doğal olarak her şeyden tedirgin oluyor. <B>En ufak bir çalkantıdan sinirleri bozuluyor</B>. Elde ettiği servetin reel değerini koruyabilmek için çok hızlı hareket edebiliyor. Sonuçta, toplumun vade perspektifi ve tercihleri çok kısalıyor.

Yaşanan krizlerin boyutu ne olursa olsun, kriz dönemlerinde toplumun öngörebildiği vade bir güne kadar inebiliyor. Gelecek haftanın kurlarına ya da faizlerine değil, yarının faizlerine, öğleden sonranın kurlarına dikkatlerini çevirebiliyor.

Göreli bir istikrar geldiğinde, toplumun vade perspektifi bir günün ötesine geçiyor, ama çok da uzamıyor. Dünkü yazımda verdiğim veriler bankaların hala üç ay ya da daha kısa vadelerde kaynak toplayabildiğini gösteriyor. Yani, ekonomik birimler hala tetikte bekliyorlar. Mali servetlerini çok çabuk bir yerden diğerine taşıyabilecekleri bir pozisyon almayı tercih ediyorlar. Çünkü, geçmişte acı tecrübeler yaşadılar.

ÜRETİMDE VADE

Toplumun vade tercihinin kısa olması kendini yalnızca mali sektörde göstermiyor. Benzer bir durum üretimde de var
. Dünyanın hiçbir ülkesinde, ekonomi yıkılma noktasına gelmedikçe, üretim büyümesi üç aylık bir sürede yıllık bazda yüzde 15 olurken, bir sonraki üç aylık dönemde yüzde 5 olmaz. Büyüme bir dönemden diğerine üçte bire inmez. İstikrarlı ekonomilerde zaman içindeki değişme yavaş olur.

Vade perspektifinin kısalmış olması üreticileri de çok çabuk hareket etmeye zorluyor. Çok çabuk gaza basılabiliyor. Her an fren yapılabiliyor. Vade perspektifinin kısalmış olması koskoca tankerin bir sandal hafifliğinde açık denizde yol alması gibi bir durum yaratıyor. Çoğu zaman bizler bu duruma ekonominin dinamizmi dedik. Ama, aslında gözlediğimiz ekonominin temel istikrarsızlıklarından biridir.

Sandal gibi hareket etmenin elbette avantajları da vardır. Manevra yapmak kolaydır. Dar alanda hareket etme olanağı vardır. Küçük koylara girip çıkmak sorun yaratmaz. Ama, sandal kadar hafif olmanın sorunları da vardır. En ufak bir rüzgarda sandalın devrilme olasılığı küçük değildir.

İSTİKRARDA VADE

Türkiye ekonomisi, kişi başına geliri göreli olarak düşük de olsa, büyük bir ekonomidir. Bir tanker gibi olmasına rağmen, bir sandal gibi hareket edebilmektedir. Dolayısıyla, çok hareketlidir. Küçük dalgalarda çok sallanabilmektedir. Bununda nedeni ekonomik birimlerin vade perspektifinin kısalığından kaynaklanmaktadır.

Ekonomik istikrara yaklaştıkça, toplumun vade perspektifi elbette uzayacaktır. Uzadıkça, ekonomide keskin dönüşler de şimdiki kadar sert olmayacaktır. Ekonomik büyüme de, daralma da daha istikrarlı bir biçimde gerçekleşecektir. Küçük dalgalanmalar büyük sarsıntılara neden olmayacaktır.

Vade perspektifini uzatamadığımız durumda ise, ekonomik istikrarın kalıcı olacağından söz edebilmemiz mümkün olmayacaktır. Çünkü, üç ayın ötesini göremeyen bir ekonomide, istikrar yakalanmış gibi görünse de, kalıcı bir ekonomik istikrardan söz edebilmek zordur. Küçük bir dalga her zaman sandalı ters çevirebilir.

Bu şartlarda, yılın üçüncü çeyreği için tahmin edilen milli gelir büyümesindeki düşüş geçici de olabilir. Yılın son çeyreğinde ya da gelecek yılın ilk çeyreğinde ekonomik büyümenin yeniden kıpırdadığını görebiliriz. Dolayısıyla, büyüme eğilimleri konusunda tahmin yapmak şimdilik erken olabilir.

Gaza basmak için önümüzde yeterince bahane var!
Yazının Devamını Oku

Bankalar ne yapsın?

13 Aralık 2004
<B>İKTİSADİ </B>sıkıntılarımızın çözümünün bir çoğunu <B>bankalardan</B> bekliyoruz. Bankalar da kendi sıkıntılarının çözümünü nasıl bulacağının çıkmazı içinde. Sektör itibar kaybetti. Ekonomi, yüksek enflasyon döneminde her yönüyle çarpıldı. Dolayısıyla, çözümler de zaman alacak. Sabırlı olmalıyız.

Her ne kadar sermaye yeterliliği kuralların öngördüğü düzeyde desek de, bankacılık sistemi serbest öz kaynak sıkıntısı içindedir. Sektörün öz kaynak düzeyi kárlılık için yeterli olacak düzeyden oldukça uzaktır. Örneğin, geçen yılki sermaye piyasası kárları elde edilemediğinden, bu yılın ilk dokuz ayında bankaların toplam kárlarında bir artış olmamıştır.

Geçmişten gelen sorunlar henüz temizlenememiştir. Öz kaynakların önemli bir bölümü sabit kıymetlere ve iştiraklere bağlanmıştır.

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun (BDDK) son verilerine göre, özel sermayeli bankaların öz kaynaklarının dörtte üçü sabit kıymetlere, karşılığı ayrılmamış sorunlu kredilere ve iştiraklere yatırılmış durumdadır. Bazı bankalarda bu oran yüzde 100’ün üzerindedir. Dolayısıyla, bankalar ancak daha fazla borçlanarak yeni kaynak yaratmak durumundadırlar.

Borçlanmalar hem pahalıdır hem de vadeleri göreli olarak kısadır. Yani, bankalar da bu anlamda reel faizin yüksekliğinden şikayetçidirler. Topladıkları fonların üzerine konan vergi ve benzeri yüklerden şikayetçidirler.

Banka bilançolarının vade dağılımı tablosu çok çarpıcıdır. Sektörün içinde yaşadığı sorunların önemli bir bölümünün resmi gibidir.

Bankaların toplam yükümlülüklerinin yüzde 70’inin vadesi üç aydan düşüktür. Daha ince bir hesap yapılsa, ortalama mevduat vadesinin iki ay civarında olduğu anlaşılacaktır. Buna karşılık, bankaların plasmanlarının (krediler, Hazine bonoları gibi) ancak yüzde 31’i benzer vadelerdedir. Plasmanların yüzde 70’i üç aydan daha uzun vadelidir. Yani, bankalar kısa vadeli borçlanıp uzun vadeli borç vermektedirler.

Teknik deyimiyle, bankalarımız akıl almaz ama zorunlu bir vade riski taşımaktadırlar. Risk, ancak getiri ile karşılanabildiği ölçüde anlamlıdır. Piyasadaki rekabet şartları içinde bankaların aldıkları vade risklerini daha yüksek getirilerle anlamlı bir hale getirmeleri mümkün değildir.

O halde, ortaya şu sonuç çıkmaktadır: Vade risklerinin getiriyle karşılanamaması bankaları, likidite riski gibi, daha başka riskleri almalarına zorlamaktadır. Bu yapı içinde kısa vadeli oynamalar haricinde reel faizleri düşürmek mümkün değildir. Doğal olarak uzun vadeli faizler kısa vadede geçerli olmak zorundadır.

Bu yapı bankaların suçu olarak görülemez. Bu yapıyı dikte ettiren tasarruf sahiplerinin tercihleriyle, banka kaynaklarını kullanan kesimlerin (şirketler ve devlet) vade tercihleridir.

Bu yapı, ancak, enflasyonun indiğine ve enflasyonun düşük kalacağına ekonomik birimlerin inanmasıyla değişebilecektir. Yani, enflasyonun daha da inmesini ve makul bir süre düşük düzeylerde kalmasını ekonomik birimler gözlemeden banka bilançolarındaki çarpıklık değişmez. Bu yapıyla daha bir süre daha yaşamak durumundayız.

Bu çarpıklık değişmediği sürece, alınan riskleri içeren banka karlılıkları düşük olacaktır. Reel faizler yüksek olmaya devam edecektir. Bankaların uzun vadeli kredi vermeleri mümkün olmayacaktır. Bankalar uzun vadeli krediler vermeye kalkarlarsa, en önce BDDK tarafından engellenmelidirler.

Bazı fiyatlar ortalamanın üzerinde artacak

YILLIK
bazda enflasyon yüzde 10-15 civarında olduğu halde, kiraların yüzde 20’nin üzerinde artmasının şaşılacak bir tarafı yoktur. Her zaman bazı fiyatlar ortalamanın üzerinde artacaktır. Bazen, bazı fiyatlardaki artış ortalamanın üç misli dahi olabilecektir.

Ortalama fiyatlarda istikrar gözetildiğine göre, bazı fiyatların çok fazla artması durumunda ortalama olumsuz etkileniyorsa, diğer fiyatların çok daha az artması, hatta düşmesi gerekmektedir. O halde, fiyat istikrarı konusunda gerekli çaba gösterilememiş demektir.

Önümüzdeki dönemde de, kira dışında, sağlık ve eğitim fiyatları ortalamanın oldukça üzerinde artacaktır. Bu eğilimi değiştirebilmek mümkün görünmemektedir. Hastane sahiplerini ya da özel okulları suçlayarak enflasyonu arzuladığımız düzeylere getiremeyiz.

Sektörleri suçlayarak enflasyon hedefinden sapmaların açıklanmaya çalışılması doğru olmayan farklı yaklaşımların çözümmüş gibi tartışılmasına yol açabilir. Daha açık bir ifadeyle, kiraların dondurulması ya da sınırlandırılması enflasyon sorununa bir çözüm değildir.

Büyüme sürpriz yaptı

YILIN
üçüncü çeyreğinde ekonomik büyüme bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 4.7 oldu. Sürpriz oldu.

Bir tanıma göre, iktisatçı, daha önce yaptığı tahminlerin neden yanlış çıktığını anlatmaya çalışan insandır! Bu tanıma uygun olarak, bu köşede yapılan tahmin hatasının nerelerden kaynaklandığını sıralamakta yarar var.

1. Sanayi sektörünün üçüncü çeyrekte büyümesi aylık sanayi endeksinin gösterdiğinin çok altında oldu. Milli gelir istatistiklerine göre, sanayi sektörü üçüncü çeyrekte yüzde 6.6 büyüdü. Halbuki, aylık sanayi endeksi aynı dönemde sanayi üretiminin yüzde 9.4 büyüdüğünü söylüyordu. Bir anlamda, tahminlerde kullanılan öncü göstergelerden biri ciddi bir biçimde yanılttı.

2. İnşaat sektörü belli bir büyüme eğilimi içindeydi. Nedense, yılın üçüncü çeyreğinde milli gelir istatistiklerine göre büyüme küçülmeye dönüştü. Halbuki, inşaat sektörünün girdileri son derece hareketli.

3. Ticaret sektörü yılın ilk yarısında yüzde 15-20 arasında büyürken, birdenbire üçüncü çeyrekte büyüme yüzde 7’ye düştü. İthalat verileri büyümede bu denli bir küçülmeyi yansıtmıyor.

Grafikte, 2002 yılının son çeyreğinden bu yana üç aylık bazda bir önceki yılın aynı dönemine göre milli gelir büyümesiyle ithalat büyümesi verilmektedir. Sol eksen ekonomik büyümeyi, sağ eksen ise ithalat büyümesini göstermektedir. Grafikten de görüldüğü gibi, göreli olarak bu yılın üçüncü çeyreğinde, ithalat artışındaki düşüşe göre ekonomik büyümedeki düşüş çok daha sert olmuştur.

İleride bu verilerde bir düzeltmeye gidilmediği taktirde, bu yılın son çeyreğindeki ekonomik büyümedeki düşüş belli bir yumuşak inişe işaret etmektedir. Ama, ithalatın aynı boyutlarda tepki vermemesi ilginçtir. Önümüzdeki dönemde ithalat artışında daha sert bir düşüş yaşanmadığı taktirde, ekonomik büyümedeki sert olarak nitelendirilebilecek düşüşü açıklamak zorlaşacaktır.
Yazının Devamını Oku

Kamu bankaları ve rekabet

12 Aralık 2004
<B>KAMU </B>bankaları bankacılık sektöründe rekabeti bozmaktadır. Bu yargı bir çok açıdan çok doğrudur. Yargının doğruluğu bazen <B>kamu bankalarının davranışlarından</B>, bazen de <B>sahipliğin tabiatından</B> kaynaklanmaktadır. Örneğin, tüm bankalardaki tasarruf mevduatların 50 milyar liralık (50 bin YTL) bölümü mevduat sigortası kapsamındadır. Yani, tasarruf mevduatlarının belli bir bölümü devlet garantisindedir. Ama, adı üzerinde, kamu bankalarının sahibi devlet olduğundan, zımni olarak bu bankalardaki tasarruf mevduatlarındaki devlet garantisinin sınırı yoktur. Ama, kamu ve özel sermayeli bankalar aynı şahıslardan mevduat toplamaya çalışmaktadırlar. Böyle rekabet olur mu?

Kısacası, mevduat sigortasını sınırlamak bir sorun sınırlamamak bir başka sorun. Sorunun aslı kamu bankalarının varlığıdır.

DEVLET GÜDÜMÜ

Kamu bankaları iktisadi olmayan kaygılarla hareket edebilmektedirler
. Yani, kamu bankaları bazen kárlarını yürürlükteki kurallar çerçevesinde azamiye çıkarmaya yönelik değil, hükümetlerden aldıkları talimatlar çerçevesinde hareket edebilmektedirler.

Tüm bankalar belli bir faiz düzeyinde tüketici kredileri verirken, kamu bankaları tüketici kredilerinin faizlerinde damping yapabilmektedirler. Daha sonra, hükümet tüketici kredilerinin çok arttığını düşündüğünde, tüketici kredilerini ilk kesen yine kamu bankaları olmaktadır. Hükümetin bir bakanı çıkıp kamu bankalarına bu yönde talimat verdiğini dahi açıklayabilmektedir. Böyle rekabet olur mu?

Kamu bankalarının yöneticilerinin hükümet kararnamesiyle değil de, genel kurul düzeni içinde atanması durumu değiştirmemektedir. Çünkü, sonuçta, kamu bankalarının yöneticileri bu bankaların sahibi durumundaki Hazine tarafından atanmaktadır. Hazine de hükümetten talimat almayla yönetilen bir kurumdur. Dolayısıyla, kamu bankalarının ticari kaygılarla çalışması işin doğasından değil, yöneticilerine bağlı hale gelmektedir. Bugünkü yöneticiler farklı olabilirler. Ya yarın?

SEKTÖRDEN ÇIKMAK

Bankacılarımız çoğu zaman kamu kuruluşlarının mevduatlarını kamu bankalarında değerlendirmelerini
sektörde rekabeti bozan bir uygulama olarak görürler ve kızarlar. Halbuki, kamu kuruluşlarının mevduatlarını kamu bankalarında değerlendirmeleri rekabeti bozan değil, yasalara aykırı bir uygulamadır. Yasaya göre, kamu kuruluşları mevduatlarını Merkez Bankası’nda tutarlar. Merkez Bankası’nın olmadığı yörelerde Merkez Bankası’nın muhabiri olması sıfatıyla Ziraat Bankası kullanılabilir. Yasa rekabete aykırı değildir.

Bu konuda talimatlar yasanın önüne geçmiştir. Başbakanlığın kamu kuruluşlarının mevduatlarını Ziraat Bankası’na yatırmaları konusunda birçok talimatı vardır. Ama, bu uygulama da rekabeti bozan bir unsur değildir. Banka sahibi özel sektör de şirketlerinin mevduatlarını hakim ortağı olduğu bankalarda tutturmuyor mu?

Kamu kuruluşlarının kamu bankalarında mevduatlarını tutması rekabete aykırı ise özel sektörün de kendi bankalarında mevduatlarını tutması o denli rekabete aykırıdır! Galiba rekabet kelimesinden farklı kesimler farklı şeyler anlıyor.

Kamu bankaları bankacılık sektöründe rekabeti bozmaktadır. Bozmalarının tek nedeni var oluşlarıdır. Devletin bankacılık sisteminden bir uygulayıcı olarak çıkması sektördeki rekabeti daha doğru temellere oturtacak bir gelişme olacaktır.

Rekabet Kurumu, Bankacılık Üst Kurulu’nun bir bankada uygulamaya koyduğu gibi, belli bir süre tanıdıktan sonra devletin bankacılıktan çıkmasını talep edebilir mi? Bu yapılabildiğinde, bir çok alanda Türkiye ekonomisi çok daha rekabetçi olacaktır.
Yazının Devamını Oku

Yerli malı mı ucuz mal mı

10 Aralık 2004
<B>TARİH </B>boyunca insanlar ürettikleri malları <B>başka ülkelere satmaya</B> çalışmışlar, ama <B>başka ülkelerden mal almamayı</B> yeğlemişlerdir. İktisat tarihinde bu yaklaşıma ‘<B>merkantilist yaklaşım</B>’ denir. Merkantilizm 18. yüzyılın egemen ekonomi modeliydi. Ticaret kıymetli madenler karşılığında (çoğunlukla altın) yapıldığından, ihracat yapan ülke kıymetli madenler elde ederken, ithalat yapmayarak kıymetli madenlerin başka ülkelere gitmesi de önlenirdi. Bir anlamda, merkantilist ekonomi modelinde kıymetli maden biriktirmek (bulyonizm) bir amaç halini almıştı.

Herhalde, yerli malları kullan sloganı 1700’lü yıllarda icat edilmişti.

SİYASİ DOĞRU

1800
’lü yılların başında, kıymetli maden biriktirme uğruna ihracat yapıp ithalatı engellemenin iktisadi bir tarafı olmadığı İngiliz iktisat düşünürü David Ricardo tarafından ortaya atıldı. Önemli olan yerli malı kullanmak değil, ucuz malı kullanmaktı. Sen başkalarının ürettiği ucuz malları kullanırsan, başkaları da senin ürettiğin ucuz malları kullanırdı. Bir anlamda, ithalat olmadan ihracat da olmazdı. İhracat ve ithalat berberce toplumun refahını azamiye çıkarabilirdi.

Bu bakış açısı iktisat öğretisinin temel taşlarından biri olduğu halde, tarihin hiçbir döneminde siyasetçilerin hoşuna gitmedi. Sağduyu sahibi olduklarını sananların mantığına ters geldi. Çünkü, ihracat istihdam yaratmaktı. İthalat ise yurt içindeki istihdamın önlenip başkalarına istihdam yaratmaktı. Kendi vatandaşlarına istihdam yaratmak varken, başkalarına neden istihdam yaratılıyordu ki?

O nedenle, yerli malı kullanmak tarihin her döneminde vatanseverlik ile eşdeğer tutuldu. Bizler de her yıl yerli malları haftasını kutlayarak büyüdük. Elimizde küçük bir tabak, içinde incir, üzüm ve elma gibi meyveler yerli malı kullanmanın faziletlerini öğrendik. Annelerimiz Sümerbank mağazalarına yerli malları mağazası derlerdi. Öğrendiklerimizin yanlış olduğunu anlamak yıllar aldı.

Bugün dahi, Amerika’da artan dış ticaret açığına çözüm yolu olarak yerli malları kullanılmasını öneren Amerikalı siyasetçiler vardır. Dolayısıyla, yerli malı siyaseti bize özgü bir durum değildir. Siyasetçilerin evrensel doğrularından biridir. Çünkü, anlatması kolaydır. Kulağa hoş gelir. Taraftar toplar. Ama, hiçbir bilimsel tabanı yoktur. İktisatta yerli malları kullanmak değil, ucuz malları kullanmak esastır.

İSTİHDAM SORUNU

Türkiye’de istihdam sorununa çözüm bulmaya yönelik olarak istihdam vergilerini düşürmek zorunludur. Yatırım teşviklerinde istihdamı gözetmek mutlaka teşvik sisteminin amaçlardan biri olmalıdır. Gençlerimize hiçbir işe yaramayan lise ve yüksek okul eğitimi vermeye çalışacağımıza, onları doğru eğitime yönlendirip istihdam edilebilir hale getirmek mutlaka istihdam sorunun çözümü için doğru bir yaklaşım olacaktır.

Bütün bunların yanında, istihdam sorunun çözümü için birinci sıraya ‘yerli malları kullan’ sloganı ile ortalığa çıkılırsa, daha Türkiye’de istihdam sorununu çözmekten çok uzağız demektir.

Türkiye istihdam sorununu emeğin verimliliğini arttığı ve daha da artacağı bir ortamda çözmek durumundadır. Bunun yolu ‘yerli malları kullan’ sloganı ile ekonomik birimleri yanlış yönlendirmek değil, aksine, daha ucuzu üretmek ve tüketmeye çalışmaktır. Rekabetçi olmayan hiçbir üretim uzun vadede yaşayamaz.
Yazının Devamını Oku

Enflasyonun geleceği bütçenin geleceğine bağlı

9 Aralık 2004
<B>ENFLASYON </B>sorununu yıllardan sonra çözmenin eşiğine geldik. Ama, <B>eşiği atlamak o denli kolay olmayacak</B>. Alışık olmadığımız yaklaşımlar sergilemek zorundayız. Yıllardır söylenenlerin yapılması bugüne kadarki başarının temel taşlarıydı. Şimdi, temeli sağlamlaştırıp üzerine yapıyı kondurmamız gerekiyor.

Enflasyonu durdurmak için para basmamak lazımdır. Yapıldı. Merkez Bankası’nın işlevsel bağımsızlığa sahip olması gerekir. O da yapıldı. Kamu sektörü finansman açıkları mali piyasalardan borçlanılabilir düzeyde olmalıdır. Çalışılıyor. Kamu sektörünün borç stoku çevrilebilir olmalıdır. Ona da çalışılıyor.

ORTA DÖNEM BÜTÇELERİ

Şimdi sıra ekonomik birimlere ileriye dönük stratejiler hakkında bazı taahhütler vermeye geldi. Bugüne kadar yapılanların ya da yapılmaya çalışılanların kalıcılığı konusunda ekonomik birimlerin ikna edilmesi
ve artık tövbekar olunduğu yönünde uygulamalar gerekiyor.

Bu alanda kamuoyunun ikna edilmesi gereken en önemli konu bundan sonra bütçe açıklarının izleyeceği seyrin anti-enflasyonist olacağıdır. Yani, kamuoyu bütçe açıklarının makul bir süre sonra kapanma yolunda olduğuna inandırılmalıdır.

Konu, söylendiği kadar kolay değildir. Bugüne kadar bütçedeki faiz dışı fazlanın göreli büyüklüğü ekonomik birimler açısından bir ‘çapa’ görevi gördü. Bu çapa önemliydi, çünkü kamu borçlarının çevrilebilir bir yolda olduğunun işaretini veriyordu.

Bundan sonra, bütçe açıklarının göreli olarak azalma eğiliminde olması bir ‘çapa’ görevi görecektir. Bu çapa da enflasyon yaratacak etkenlerin öneminin azaldığı yönünde bir işaret verecektir. Bu çeşit sinyaller gönderilemediğinde, yıllık bazda enflasyonu yüzde 10’un altına çekmek zorlaşacaktır. Enflasyon tek haneli rakamlara inse dahi, kalıcı olmayacaktır. Hatta, zamanla enflasyonist baskılar yeniden yeşereceklerdir.

Bu açıdan, birden fazla yılı kapsayan inandırıcı ve hükümeti bağlayıcı bütçeler yapmak önemli olmaktadır. Böyle bir bütçenin yapılabilmesi için şimdi bütçede açıklar yaratan harcamaların nasıl kontrol altına alınabileceği yönünde yapısal reform programını gündeme getirmek kaçınılmazdır. Bu alanda Türkiye ekonomisinin en büyük sorunu sosyal güvenlik sisteminin önlenemez açıklarıdır.

SOSYAL GÜVENLİK

Sosyal güvenlik sisteminin açıklarına
kalıcı bir çözüm bulunamadığı taktirde, ekonomik birimleri göreli olarak giderek küçülen bir bütçe açığı yolunda ilerlendiği konusunda ikna etmek mümkün olamayacaktır.

Bu yıl milli gelirimizin yüzde 4.5’i kadar açık veren bu sistem Türkiye ekonomisinin en büyük yapısal sorunu haline gelmiştir. Sorun, giderek büyümektedir. Zaman geçtikçe, sorunun çözümü hem zorlaşmakta hem de çözümün maliyeti artmaktadır. Sorun o noktaya gelmiştir ki, sistem içinde çözüm bulmak olanaksızlaşmış, sistemin değiştirilmesi zorunlu hale gelmiştir.

Bu yönde geliştirilen önerilere artık daha çok kulak vermek zorundayız. Aksi taktirde, kalıcı olarak enflasyonu tek haneli rakamlara indirmek rüyadan öteye geçemeyecektir.

Bu konuda daha çok yazılacaktır.
Yazının Devamını Oku

17 Aralık’a yaklaşırken

8 Aralık 2004
17 Aralık Türkiye için ne bir sondur ne de bir başlangıçtır. Uzun bir yoldaki kilometre taşlarından biridir. Avrupa Birliği’nin (AB) kararı nasıl olursa olsun, kimleri tarafından bir zafer, kimileri tarafından ise bir aldatma olarak nitelendirilecektir. Aslında ikisi de değildir.Birçok konuda olduğu gibi, 17 Aralık tarihine de bir spekülatör gözüyle bakıyoruz. ‘Nasıl bir pozisyon alırsak, ne kazanırız?’ mantığı ile aslında AB’ye uyum sürecini bir anlamda farkında olmadan küçümsüyoruz ya da önemsemiyoruz. Belki de, nasıl bir dünyaya açıldığımızın farkında değiliz.AL-SATTürkiye’nin AB ile ilişkilerini bugünlere getiren başlangıç (dönüm noktası) aslında Helsinki Kararları idi. Helsinki Kararları, birçoğumuzun beklentilerinin aksine, Türkiye için ekonomik açıdan hiçbir zaman bir ‘çapa’ görevi görmedi. Tarihimizin en büyük ekonomik krizini Helsinki’den sonra yaşadık.Ekonomik açıdan, son dönemde elde edilen kazanımlar AB ile ilişkilerimize yönelik değil, 2001 Krizi’nin verdiği acılarla oldu. Başka bir seçeneğimiz kalmadığından bu yola girdik. Aynı şekilde, 17 Aralık’tan sonra da Türkiye ekonomisinin istikrarı, alınacak kararlar ne denli hoşumuza giderse gitsin (ya da girmezse gitmesin), istikrarı ne denli sahipleneceğimizle çok yakından ilişkilidir. AB, istikrara giden yolun çapası değil, istikrarı korumanın çapası olacaktır.17 Aralık ekonomiyi çalkantılardan koruyan bir aşı görevi görmeyecektir. Ekonomide yapılabilecek hataların faturası olacaktır. 17 Aralık süreci olası bir faturayı azaltmayacaktır. Aksine, 17 Aralık sürecinin yaratabileceği olumlu hava yapılabilecek yanlışların faturasının ağırlaşmasına dahi neden olabilecektir.Kısa vadeli spekülatif bakış açısının mali piyasalardaki yansıması ‘beklentilerin satın alınması, gerçekleşmelerin satılması’ şeklinde olur. Yani, iyi bir şeyler olacağı düşünüldüğünde, daha fazla kazanılacağı düşünülerek yatırımlar artırılır. Beklenenler gerçekleştiğinde, artık daha fazla kazanç olanağı kalmamıştır. Kazançlar paraya tahvil edilir. Dolayısıyla, olumlu beklentiler gerçekleştiğinde, mali piyasalar olumsuza dönmüş gibi bir hal alırlar.17 Aralık’tan sonra da bazı yatırımcılar benzer bir tavır sergileyebilirler. Kararları beğenmeyenler de, bugün şişmiş gibi görünen piyasalarda olumsuzluklar yaratabilirler. Ama, bu davranışların hiçbiri Türkiye ekonomisinde altından kalkılmayacak bir çalkantı yaratmaz. Çünkü, önemli olan, ekonomik istikrarın sağlanması yönünde yapılması planlananlar ve yapılacaklardır. İstikrarın temelinde ekonomide yapılması gerekenlerin siyasi otorite tarafından ne denli sahiplenildiği yatmaktadır. Piyasalardan her zaman birileri çıkarlar, birileri piyasaya girerler.KÜÇÜK YATIRIMCILAR17 Aralık’tan sonra döviz ve faizlerin fırlayacağını düşünmek de, döviz ve faizlerin daha hızlı düşeceklerini beklemek de çok gerçekçi değildir. Daha gerçekçi yaklaşım ekonomik istikrar konusunda hükümetin alacağı tavrın sonuçlarını görmeye çalışmaktır. Konuya böyle yaklaşıldığında, küçük yatırımcılar açısından, 17 Aralık tarihini bir dönüm noktası olarak almanın bir anlamı yoktur.Kısacası, 17 Aralık siyasi açıdan uzun bir yoldaki kilometre taşlarından biridir. Ama, iktisadi açıdan, en azından kısa vadede, fazla bir anlam taşımamaktadır.
Yazının Devamını Oku