Efsane Baylan Pastanesi’nin kurucusu Mösyö Harry’nin (Harry Lenas) ölüm haberini dün gece geç saatlerde sosyal medyadan aldım. Hayatımda tanıdığım en zarif insanlardan biriydi. Daha önce onunla ve var ettiği Baylan efsanesiyle ilgili bir şeyler yazmıştım, biz 2000 yılında konuştuğumuzda Baylan’ın kendisinden sonra varisi olmadığını söylüyor, kara kara düşünüyordu. ‘Baylan yaşamalı’ dileğiyle paylaşıyorum.
Baylan o zaman 77 yaşındaydı
Üç çeyrek asırlık bir pastane geleneği. Pasta ve şekerlemede bir marka. Yazın asmalı bahçesi ve serin Kup Griye'si, kışın ahşap masaları ve kahve-pasta keyfiyle bir buluşma yeri. Eski bir pastane olan ve tıpkı eski pastaneler gibi görünüp, öyle kokan Baylan, 77 yaşına rağmen 2001 yılına ve binyılın son Şeker Bayramı'na dimdik ayakta giriyor. Girmekle kalmayıp geçmiş günlerin tadını yeni milenyuma taşıyor.
Sadece tatlıların tadını mı? Hayır! 1920'ler İstanbul'unun havasını; 1950'ler;entelektüellerinin doyumsuz sohbetlerini; 1970'ler düğün yemeklerinin zerafetini de yanında götürüyor.Tüm bu görmüş geçirmişliğiyle Baylan, Kadıköy Muvakkithane Sokak'ın 19. numaralı binasına anlam katıyor.
Tamam, vapura koşmadan önce Karaköy Baylan'a uğrayıp "gündüz barı"nda esspresso içme keyfinden mahrum kaldınız; Beyoğlu Baylan'daki Attila İlhan'lı, Salah Birsel'li sohbetlere yetişemediniz; bari Kadıköy'de son mohikan gibi parıldayan Baylan'ın önünden öyle anlamsız anlamsız geçip gitmeyin.
Arnavut asıllı Rum Philippe Lenas, Türkiye'ye göç ettiğinde henüz 15 yaşındadır ve iyi bir pastacı olmayı düşlemektedir. Birkaç yıl pastanelerde çalıştıktan sonra düşünü gerçekleştirir; 1923'te Beyoğlu Deva Çıkmazı'nda ilk pastanesini açar. Adını, Fransızca l'Orient (Şark) sözcüğünün okunuşu olan Loryan koyar. Ve çok kısa bir süre içinde adı, dönemin ünlü pastaneleri Markiz, Lebon ve Moskova ile birlikte anılmaya başlar. Çünkü 200 çeşit pasta ve şekerlemesi ile onlara rakip olacak kalitededir.
O dönem belirli birkaç lüks otel vardır; yabancı konukların, büyük devlet adamlarının gelip kaldığı: Pera Palas, Park Otel, Tokatlıyan gibi... Atatürk, bakanları ya da yabancı konukları İstanbul'a geldiğinde, Markiz, Lebon, Baylan el ele vererek yaparlar yemeklerini, tatlılarını. Evlerinde, yalılarında düğün, toplantı yapan seçkin İstanbullular'a da onlar hizmet verir.;İkinci pastane, ilkinden sadece iki yıl sonra, Karaköy'de daha meydan bile yokken, bugün olmayan bir binada açılacaktır. Birincisi ise 1933'te İstiklal Caddesi'ndeki Luvr Apartmanı'nın zemin katına taşındıktan bir yıl sonra adını değiştirmek zorunda kalacaktır. O zamanlar başlamıştır, dönemin ünlü edebiyatçılarının, şair, yazar, gazeteci ve diğer ünlülerinin uğrak yeri olmaya. Bunlardan biri de Profesör Burhan Toprak'tır. O yıl çıkarılan ve yabancı isimlerin Türkçeleştirilmesini öngören yasa uyarınca, Prof. Toprak'ın önerisiyle Baylan adını alır pastane.
(Gazete sayfasına sığmayan haliyle, nasıl geçti?)
Bu, belki de Türkiye’nin neredeyse tamamını harekete geçiren ilk kadın cinayetiydi. Oysa ne ilkti, ne de son; Özgecan’ın katli her yerde yüksek sesle kınanırken kadınlar öldürülmeye devam etti. Bianet.org’un sadece medyaya yansıyan olaylardan derlediği ‘çetelesi’ne göre 2015 yılında Özgecan Arslan’ın da içinde olduğu 255 kadın öldürüldü. Bu rakam, Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun raporuna göre 303’tü. Özgecan Arslan’a, bu cinayetlerin ‘sembol ismi’ olmak düştü.
BİR YILDA NE DEĞİŞTİ?
NE YAPABİLİRİZ DERSENİZ
Yakınının şiddetine uğrayan birine (komşunuz, arkadaşınız, iş arkadaşınız, akrabanız, öğrenciniz, veliniz) vereceğiniz destek çok değerli ve bu ‘aile meselesi’ değil suç olduğu için ihbar etmek vatandaşlık görevi. Polis ve jandarma karakollarını, 155, 156 no’lu telefonları arayabilirsiniz. “İlgilenmezler” demeyip ilgilenmelerini sağlayabilirsiniz. Başvurulabilecek yerler:
İlk günün tartışmalarını Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve Ankara Temsilcisi Erdem Gül’ün tutuklanması; ikinci günün tartışmalarını ise Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi’nin öldürülmesi ve iki polisin de ölmesine neden olan çatışmalar darmadağın etti ama konferans oldukça zorlanarak da olsa tamamlandı. Malum, bazen savaşlar, cinayetler, çatışmalar, her türlü özgürlüğe yönelik giderek artan baskılar arasında “kadın hakları” demek lüks gibi karşılanıyor; ama unutmamak gerekir ki hiçbiri kadınların öldürülmesini kesintiye uğratmıyor. Savaş-çatışma ortamında da -pek görmüyoruz ama- barış-huzur günlerinde de kadınlar öldürülmeye devam ediyor. O yüzden bu sözü söylemenin ertelenebileceği bir zaman yok. Dün, bugün, yarın, şu an, her zaman, hiç durmadan kadın cinayeti var.
Konferanstan çıkan en temel sonucu söyleyeyim önce. Adı gibi: Kadın cinayetleri önlenebilir! Tabii istenirse… Kim isterse, derseniz oldukça kalabalık bir liste söz konusu. Çünkü bu cinayetlerin asla tek bir sorumlusu yok; katil kadar, aileler, çevre, komşular, sorumlu kurumlar, karar vericiler, uygulayıcılar, medya… Hepsinin örtülü ya da açık onayıyla işlenen bu cinayetler, yine tüm bu kesimlerin sorumluluklarını yerine getirmesi durumunda önlenebilir. Yani, hep birlikte istemek gerekiyor.
PEMBE TELEFON, KIRMIZI ELBİSE CİNAYETLERİ
Konferansta Filmmor ekibinin açıkladığı Kadın Cinayetleri Eylem Araştırması’nın sonuçları da bunu gösterdi. 2009-2013 yıllarını kapsayan araştırmayı, Hülya Uğur Tanrıöver, İdil Engindeniz, Gülsün Güvenli ve Özlem Danacı Yüce anlattı. Ve işe kadın cinayetini tanımlamakla başladılar: Bir cinayette “Maktul erkek olsaydı öldürülür müydü?” sorusunu soruyorsunuz, cevap hayır ise işte o kadın cinayeti oluyor. Yani erkekler pembe telefon kullandıkları, kırmızı giysi giydikleri, yüksek sesle güldükleri, yolda bir erkeğe saat sordukları için öldürülmüyorlar.
Değer Deniz’i, bu toplumun canavara dönüştürdüğü bir çocuk öldürdü. Camına tırmanarak girdiği evinde, uykusundan uyandırıp ağır şiddet ve tecavüze maruz bırakarak…
Olay başlı başına kan dondurucuydu ama orada dahi kalmadı. Bir kısım yetkili ve medya devreye girdi. Katil Değer Deniz’in cep telefonunu ve 40 liralık klarnetini çaldığı için, “Hırsızlık cinayeti” dediler. Yetmedi, tecavüzcü-katil-hırsıza kol kanat gerdiler; “yalnız yaşayan bir kadındı”, “masaj da yapıyordu” gibi imalarla ‘su testisi’ yaratmaya çalıştılar. O da kesmedi; Sabetaycı olduğunu, hatta “ayin sırasında” öldürülmüş olabileceğini uydurdular.
Sonra olayın zanlısı yakalandı. Hayatı elinden alındığı gibi üstüne bir de değersizleştirilmeye çalışılan Değer Deniz’in kendi halinde, doğa, hayvan ve insan düşkünü genç bir müzisyen olduğu ortaya çıktı. Masaj dedikleri, bir tedavi yöntemi olan refleksoloji, ek işiydi. Kendi besteleri, MESAM’a kayıtlı şarkıları, bir albümü, bazı dizilerde jenerik müzikleri, hazırladığı bir çocuk kitabı, daha iyi bir dünya için umutları vardı. Sabetaycılıkla ise uzak yakın ilişkisi yoktu; babaannesi Üsküdar Fıstıkağacı’ndaki evinin baktığı yeşillikler içindeki Bülbül Deresi Mezarlığı’nı çok severdi, vasiyeti üzerine buraya gömülmüştü. Ailesi, mezarlıkla ilgili rivayetlerden habersiz, Değer Deniz’in de çok düşkün olduğu babaannesiyle koyun koyuna yatmasına karar vermişti sadece.
Katil Değer Deniz’in ellerini, başka şehirde yaşayan annesiyle dertleştiği telefonunun kablosuyla bağlayıp, omuzunda taşıdığı çantasının sapıyla boğdu ama onlar yalanlarında boğulamadılar. Yine de ailenin avukatı Hülya Gülbahar’ın başvurusu üzerine yalan haberleri inceleyen Basın Konseyi tarafından, 16 gazetecilik ahlak ve meslek ilkesinden 7'sinin ihlal ettikleri için kınandılar.
O yüzden, devletin kadınları ve çocukları bu şiddetten, cinayetlerden koruma iddiasıyla açtığı merkezlerin şu anki durumunu ortaya koyan bir araştırmanın da bu gündemde kendine bir yer açabilmesi gerek. Geçen yıl, bir “araştırmacı vakıfçılık” örneği sergileyerek yasal olmasına rağmen, dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “kürtaj cinayettir” demesinden itibaren İstanbul'da kamu hastanelerinin çoğunda kürtaj yapılmadığını ortaya çıkaran Mor Çatı, yeni bir araştırmaya imza attı. Bu araştırmayla da Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın 22 şehirde açacağı yeni Şiddet Önleme Merkezleri’nin kuruluş esaslarına aykırı hazırlıklar içinde olduğu ortaya çıktı.
81 YERİNE 14 MERKEZ
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, şiddete maruz kalan kadın ve çocuklara hizmet verecek Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri (ŞÖNİM) açmaya 2012 yılında başlamış, mağdurlara 7/24 sığınak hizmeti, psiko-sosyal, hukuk, sağlık, istihdam, eğitim desteği verecek bu merkezlerin, 81 kente yaygınlaştırılacağı her fırsatta açıklanmıştı. Ancak aradan geçen üç yıla rağmen, şu an sadece 14 şehirde ŞÖNİM var ve hâlâ pilot uygulamadalar. Üç yıldır da pek çok sorun, şikayet ve eksikliklerle çalışıyorlar.
Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı geçen yıl, İstanbul'da 37 kamu hastanesinden 12’sinde "hiçbir şekilde kürtaj yapılmadığını", 17’sinde ise sadece tıbbi komplikasyon durumunda heyet kararıyla yapılabildiğini, sadece üç hastanede isteğe bağlı kürtaj yapılabildiğini ortaya çıkarmıştı. Şimdi de bakanlığın kurduğunu belirttiği yeni ŞÖNİM’lerin kuruluş esaslarına aykırı hazırlıklarını gözler önüne serdi.
Bunun için önce Bilgi Edinme hakkını kullanarak Bakanlığa Türkiye genelindeki ŞÖNİM’lere ilişkin sorular sordu. Soruların ‘bazılarına’ cevap veren Bakanlık, Haziran 2015 itibariyle 22 şehirde daha ŞÖNİM açılmasına onay verildiğini belirtti. Böylece, Türkiye genelindeki ŞÖNİM sayısı, 81 olmasa da 36’ya ulaşacaktı. Ancak nasıl? Mor Çatı’dan Açelya Uçan ve Hazal Günel, bu 22 şehirdeki Aile ve Sosyal Politikalar İl Müdürlüklerini tek tek arayarak bilgi topladı. Hazırladıkları rapora göre, 22 şehrin hiçbirinde ŞÖNİM’ler tam olarak faaliyete geçmemişti. Kimilerinde henüz yazışma ve planlar yapılırken, kimilerinde yetkililerin konuya ilişkin çok az bilgisi vardı.
Denklemleri değiştiren seçim sonuçları, koalisyon görüşmeleri, IŞİD tehdidi, çözüm sürecinin çözümsüzlüğü, patlayan bombalar, karanlık suikastler de o politikanın inatla ilerleyişini bir an sekteye uğratmıyor. Kendi yaptığı yasalara, imzalamaktan gurur duyduğu uluslararası sözleşmelere aykırıymış, ne gam! İşte Adalet Bakanlığı’nın özetle şunları söyleyen son yasa taslağı:
Tecavüzcünüzle barış masasına oturun!
Sizi paramparça etmiş de olsa kocanızla uzlaşıp aynı eve dönün, abartmayın canım öldürmez!
Çocuğunuza cinsel istismarda bulunan kişiyle el sıkışın, isterseniz sonra elinizi yıkarsınız!
Peki neden? "E uzlaşmak güzeldir! Hem İş yükümüz çok, bizi uğraştırmayın!"
BİR PR MALZEMESİ OLARAK İSTANBUL SÖZLEŞMESİ
Önce bir not: Twitter’da TRT Diyanet logosunun bulunduğu ekran görüntüleriyle yayılan ‘sohbet’, TRT Diyanet’in bile “Bu görüntüler bizde yayınlanmadı, logomuz montajlanmış” tweet’leri atmasına, hatta bu konuda bir soruşturma başlatmasına neden oldu. Yani ortada hem sohbette söylenenlerin oluşturduğu bir dizi suç var, hem de bu suçlara TRT Diyanet’i montajlayan bir bilişim suçu. Savcılar, hakimler, RTÜK ve bilişim suçlarıyla ilgili emniyet birimleri göreve… diyeceğim, yargının bu konuda nasıl kararlar verdiği ortada. RTÜK ekranda sadece sigara ve alkol avlıyor. Bilişim suçlarının ihbar edildiği İnternet Bilgi İhbar Merkezi’nin web sitesinde ise ihbar edilebilecekler arasında pek çok suç var, ama kadınları aşağılamak, ayrımcılık, suça teşvik yok.
***
Şimdi gelelim Nureddin Hoca’nın önlenemeyen uçuşuna…
Ona göre pantolon kâfir taklidi, kot pantolon giymek caiz değil. Keza kadın spikeri izlemek de öyle... Zaten çalışan kadın fuhuşa hazırlık yapıyor! Ayrıca, “7 yaşında bir kız çocuğu, 25 yaşında bir erkek çocuğuyla veya 7 yaşında bir erkek çocuğu 25 yaşında bir kızla nikâhlanabilir. Nikâhlanmalarında sakınca yoktur. Evlilik için bir yaş söz konusu değildir. 10 yaşında, 7 yaşında, 6 yaşında nikâha engel bir durum yoktur.”
6 yaşında bir çocukla evlilik lafını bir araya getirebilen saçı sakalı ağırmış adamların tıp ve hukuk literatürlerinde bir adı var ama O, birilerinin “Hocamız”ı. Uçuranı çok belli ki. “Bırakın saçmalasın” denebilecek biri de değil; sadece karşısına geçip birbirinden paçavra yorumlarını huşu içinde dinleyenlere anlatmıyor, teknolojinin her nimetinden sonuna kadar yararlanan bir şeriatçı olarak on binlerce kişiye ulaşıyor.
Sosyal Doku Vakfı diye bir kuruluşun Başkanı. Şu an Youtube’a adını yazınca, yaklaşık 30.800 sonuç çıkıyor. Videolarının HD’si var, “taze çıktı”sı var, “En çok izlenenler”i var ve müjde! Vakfın video kanalı sosyaldoku.tv açılmış…
“Hiç bu kadar…”la başlayan cümleler de epeydir lanetli ya, kurmamak lazım; nasıl tamamlasan, hep daha kötüsü geliyor ardından. İşte yine öyle bir noktadayız.
Af edersiniz, ‘kadın’ demeyi bile ne hikmetse ayıp sayan, yerine bayan, hanım gibi sözde ‘inceltmelerle’ nezaket gösterdiğini sanan, güya ‘mahrem’i savunan muhafazakar bir iktidar döneminde, hiç akıldan çıkmayanlar hep ağızlardan çıkıyor. Gece yatıyoruz kadınlar, sabah kalkıyoruz kadınlar.
Yine ne hikmetse, hep olumsuz cümleler içinde. Bir tür kendini tutamama hali. Şu, zıvanayı giderek kilometrelerce geride bırakan seçim günlerinde, oy’dan “Oy oy Emine” çıkmazsa iyidir. Kesin bir şey yapmıştır Emine!
Şu an “kadın ortalık yerde kahkaha atmamalıdır” cümlesini bile mumla arıyor olabiliriz, öyle çıktık zıvanadan. Zikrin sahibi Bülent Arınç’ın –Dikkatinizi çekerim, TBMM Genel Kurulu’nda- Aylin Nazlıaka’ya, “Zarif bir hanımefendinin ikide bir dönüp bana bakmasından, doğrusu, sıkılabilirim” demesi, masum çocukluk yıllarımız kadar uzakta… “Bir evli, bir ‘bayan’ milletvekili, çocuğu olan milletvekili, kendisiyle ilgili organını nasıl böyle açıkça konuşabilir” diye kızaran yüzünün toplumun, bilimin, çağın bu kadar gerisinde kalmaktan dolayı hiç renk değiştirmemesi de solda sıfır düzeyinde kalabilir.
“Hamile kadının sokakta dolaşması uygun değildir” diyen profesörü, “Bakanlık danışmanı kadınların hayat bilgileri sıfır, çay demleyemiyorlar, kompostoyla hoşafı ayıramıyorlar” buyuran müsteşarı, “Annen de olsa diz kapağının üstü tahrik eder” diyen vakıf başkanını da o akıllarından çıkmayanlarla katlayıp bir kenara kaldırabiliriz belki.
Ama bitmiyor ki. “Kürtaj ne, çocuk öleceğine kadın ölsün” diyenler gidiyor, her tecavüz suçunda dönüp dolaşıp mağdur kadını ya da çocuğu suçlamayı başaranlar geliyor, kız çocuklarına merdiveni yasaklayan kafalar yeni yasaklara yelken açma telaşını gizleyemiyor. Gün geçmiyor ki “Ama örtmenim, kaburgamı çaldı!” şikayeti içermeyen bir ‘er meydanı’ konuşması olmasın.
Hadi bakalım, bugünün dersi: Hep birlikte “kadının sırtını dönmesi” hangi edebe aykırı anlama gelir, onu sorup soruşturuyor, tartışıyoruz. Ülke olarak onca sorunla boğuşurken, muhteşem bir tartışma konusu. Seviye ölçülemiyor. Kanaldaki su iyice bulanık.
Olsun. Hayat ve toplum ileri gider, retro yapmaz. Bu bir inanış değil, bilgi. Türkiye’de bile aynı derede defalarca yıkanılamaz. Saati kurup 400 yıl geri gidemez, şehzadelere selfie çektiremezsiniz. İstediğiniz kadar çakma tarih kostümü giydirip ok attırın, oğlunuzun 2000’ler Amerikası’nda eğitim gördüğü gerçeği değişmez.