Sanki hemen unuttuk, sanki yeterince yas tutmadık, sanki üzerine sayfa sayfa yazı yazmadık gibi geliyor. Hâlbuki hemen unutmadık, yasımızı tuttuk, arkasından sayfa sayfa yazdık. Belki de küresel lanet yüzünden böyle geliyor. Belki de dünyanın dört bir yanında, yüz binlerce taraftar, tribünlerden tezahüratlarla uğurlayamadı onu diye böyle hissediyorum. Öyle olabilseydi ne hissederdim şimdi tam bilemiyorum. Çünkü sanırım bazen bazı şeyler için ne yapsan yetmiyor.
Gazetelere verilen teşekkür ilanlarını hiç anlamazdım ben. Hastalanmış, tedavi görmüş ya da ameliyat geçirmiş, sonra da iyileşmiş hastaların, hekimlerine teşekkür etmek için verdikleri ve tepesinde “Teşekkür” yazan ilanları hiiiç anlamazdım. “E taburcu olurken teşekkür etmişlerdir” ya da “Neden sonradan uğrayıp yüz yüze etmiyorlar?” filan diye düşünürdüm. Asla yazılı teşekkürü anlamazdım. Şimdi anlıyorum. Beklenmedik bir hastalık yüzünden bir süredir buralarda yokum. Döndüm, artık buradayım ve taburcu olurken doktorlarıma ettiğim teşekkürün, onlara olan hissiyatımı zerre kadar aktarmadığını düşünüyorum. O yüzden iş bu yazı doktorlarıma teşekkür etmek için yazılmıştır.
O günün icapçı hekimi olduğu için benim gibi pek de tekin olmayan bir hastaya çarpan, teşhisi koyup ameliyat kararını alan ve uygulayan, bu genç yaşında çok görkemli bir hekimlik kariyerine şimdiden selam çakan Uzm. Dr. Ali Gemici’ye çok teşekkür ediyorum. Her türlü huysuzluk, şımarıklık ve saçmalıklarıma rağmen benimle sabırla uğraştığı uzun günler ve geceler için. Ameliyat ve tedavi ekibinin iki diğer şahane hekimine; Doç. Dr. Ömer Lütfi Tapısız’a ve Doç. Dr. Şadıman Kıykaç Altınbaş’a da sabırları, güler yüzleri ve sevgileri çok teşekkür ediyorum. Hastanızım.
Üç mucize hekim. Fakat mucizeleri; teşhis, tedavi ya da başarılı bir operasyonla beni birtakım çukurlardan çıkarmalarından gelmiyor bence. Hekimlerin hastalarıyla kurabilecekleri en şahane iletişimi kurabilmelerinden geliyor. Hastalarını dinleyip anlamalarından geliyor. Ve hatta hastalarını sevmelerinden ve sevdiklerini de bir biçimde hissettirmelerinden. Üçüne de tam istediğim gibi olmasa da, layıkıyla olduğunu düşünmesem de, daha büyük cümleler kurmak istesem de ancak bu şekilde teşekkür edebiliyorum. Çünkü sanırım bazen bazı şeyler için ne yapsan yetmiyor.
Ömer Lütfi Hocam, bizim statta yaptığınız hiç olmadı, bir-iki neyse de dört atmak hiç yakışık almadı, size söz verdiğim gibi sigarayla en ufak bir münasebetim kalmadı.
Misli.com'a üye ol, Sanal Oyun kuponu yap, 10 TL kazan! Sadece Misli.com'da, hemen üye ol...
İzledim derken herhangi bir spor programında filan değil. İnternet üzerinden. Ne olmuş anlayabilmek için durdura durdura, arka arkaya, yirmi-otuz kere izlemek zorunda kaldım. Böyle yapmak zorunda kaldım çünkü spor uleması derhal hep bir ağızdan Ozan Kabak’ı savunmaya geçtiler.
Normalde en ufak bir pozisyon için “İleri alalım, geri alalım, durduralım, ellinci kameradan bakalım, hakemin canına okumak için bir de şu açıdan bakalım” biçiminde, on saniyelik bir görüntü üzerine sabahlara kadar konuşanlarda bu defa görüntü filan yoktu. Ozan Kabak’ın tükürdüğünü ama tam da o sırada rakip futbolcunun Ozan Kabak’ın tükürdüğü yerde yuvarlanmakta bulunduğu, tükürüğün futbolcuya o şekilde isabet ettiğini ve hatta tükürüğün futbolun içinde olan bir şey olduğunu anlatıyorlardı. Gerçekten. İnanmayan varsa açar izletirim. Ben kulaklarıma inanabilmek için bu konuşmaları ileri geri ala ala, durdura durdura, her açıdan elli kere izledim, eminim.
Burada benim sıkıntım şu. Yolun başında, başarılı, gencecik bir futbolcuyu bunun için yiyip bitirelim, hatasını affetmeyelim, kariyerini bitirelim demiyorum elbette. Şunu diyorum: Böyle bir meseleyi bu komik sahip çıkışlarla geçiştirmek kötülüktür. En çok da Ozan Kabak’a.
Yapılması gereken önce isteyerek ya da istemeyerek birine tükürmenin bir karşılığını olduğunu söylemekti. Hukukta da hayatta da futbolda da. Yapılması gereken Ozan Kabak’ı uyarmaktı, tükürdüğü yere futbolcu denk geldiğini söylemek değil. Hadi bunları geçtim kendisine “Sen de tükürdüğün yere bi bak kardeşim!” dense bile yapılan bu komik savunmalardan daha yapıcı olurdu.
Ozan Kabak’tan zaten hemen özür açıklaması geldi. “Augustinsson’dan içtenlikle özür dilerim. Bilinçli bir hareket değildi, kaza eseri oldu. Kamera açısı yanıltıcı olabiliyor ama ona doğru tükürmeyi hedeflemedim. Böyle sportmenliğe aykırı bir hareketi kariyerim boyunca hiç yapmadım ve bundan sonra da yapmayacağım. Büyük bir şanssızlık oldu. Yine de rakibimden özür dilerim.” dedi Ozan.
Ben söylediklerine içtenlikle inanmak isterim. Neden istemeyeyim? Özür dilemek erdem. Orası da muhakkak. Ama işte özürle geçiştirilemeyecek irili ufaklı hatalar var. Onlara suç deniyor sanırım. Özür dilemekle suçun karşılığı olan cezadan kaçılamıyor. Aşağı yukarı adalet de böyle bir şeye deniyor sanıyorum.
Bakalım Alman Futbol Federasyonu ne diyecek? Ozan Kabak mı tükürmüş? Augustinsson tükürüğün geldiği yere mi denk gelmiş? Meselenin özü bu muymuş? Yoksa genç sporculara bu meseleden yola çıkarak spor ahlakı üzerine, centilmenlik üzerine, suçlar ve cezalar başka bir şey anlatmak mı gerekiyormuş? Göreceğiz.
Bunun ne demek olduğunu şöyle anlatabilirim ancak: Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü, verdiği ilk mezunlarının bile, orada hâlihazırda okumakta olan öğrencileri tanıdığı bir yerdir. Tanıdığı, görüştüğü, birbirlerine bağlı oldukları bir yer. Öğrencisi, hocası, mezunuyla birlikte büyük bir aile. Haldun Boysan’ın önce kendi ailesinin, sonra DTCF Tiyatro Bölümü ailesinin başı sağ olsun.
Haldun Boysan’ı anlatmaya nereden başlamalı gerçekten bilemiyorum. 1958 doğumludur. TED Ankara Koleji’ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’ne girmiştir. Sabahtan beri taziye için bölümden kiminle konuşsam Boysan’la ilgili iki temel şeyden söz ediyorlar.
Bunlardan ilki iyi insan oluşu. Sınıf arkadaşları, dönem arkadaşları, birlikte sahneye çıktıkları rol arkadaşları dönüp dolaşıp “Çok iyi insandı” diyorlar. Böyle anılmak ne şahane bir şey. Arkandan “Çok iyi bir insandı” denilmesi. Geride kalmış bir hayatın kutlanması gibi.
Diğer meseleyse Beşiktaş. Tüm üniversite arkadaşları sözü döndürüp dolaştırıp Beşiktaşlı Haldun Boysan’a getiriyorlar. Ondan böyle söz ediyorlar: “Beşiktaşlı Haldun.” Çünkü Haldun Boysan, bölüm yıllarında kimi zaman, derslerden, sınavlardan ve görevli olduğu oyunlardan bile önde tutarmış Beşiktaş’ı. Bölümün büyük hocalarının; Sevda Şener’in, Metin And’ın, Sevinç Sokullu’nun, Turgut Özakman’ın fırtına gibi estiği yıllarda. Derslere bir saniye geç girilmediği, derya deniz hocalarının tek bir cümlesinin kıymetinin bilindiği, DTCF Tiyatro Bölümü ekolünün yaratıldığı yıllarda.
Haldun Boysan bu yıllarda, sınavların, bölüm oyunlarının ya da provaların Beşiktaş maçlarına denk geldiği zamanlarda büyük sıkıntı yaşarmış. İki aşk arasında sıkışıp kalmak gibi. Dönem arkadaşları Haldun Boysan’ın sahne altında “O saatte Beşiktaş’ın maçı var kardeşim! Beşiktaş’ın maçı var!” diye gürlediğini anlatıyorlar. Bunu yaparken asla kabalaşmadığını, kimseleri kırmadığını, hocalarını üzmediğini. Fakat Beşiktaş aşkının her zaman galip geldiğini. Sahnedeki, sinemadaki, seslendirmedeki tüm başarılarından ötede bir yerdeymiş onun için Beşiktaşlılık. Beşiktaşlıların başı sağ olsun.
İyi bir insanı, iyi bir Beşiktaşlıyı, iyi bir oyuncuyu kaybettik. Hepimizin başı sağ olsun.
22 Ekim 1978 Adana doğumlu. Ahmet Sivaslı’yla yaptığı bir röportajdan okudum: Emre Gönlüşen mahallede maç yaparken bile yaptıkları maçı anlatırmış. Eve geldiğinde de Commodor 64 oynarken anlatmaya devam edermiş. Babasının içerden “Emre yeter artık!” diye seslendiğini aktarmış röportajda. “Yeter artık anlatma!”
Daha çok küçük yaşlarında abisiyle beraber evde kaset kaydı yaparlarmış. Biri sunarmış, biri konuk olurmuş, sonra diğeri sunuculuk işini alır diğerini konuk olarak ağırlarmış. Anlatma, sunma, aktarma merakı yolunu Adana Devlet Konservatuvarı’na düşürmüş, orada iki sene diksiyon dersi almış.
Sonra dayanmış Adana’da Kanal A’nın kapısına “Ben Adanasporluyum” demiş, “Adanaspor haberlerini ben anlatmamak istiyorum.” Karşı taraftan gelen “Tamam gel” cevabı hayatının haritasını çizmiş. Montaj, ana haber, müzik programı, maç anlatımı, komedi programı derken her aşamadan geçmiş.
Sonra ilk iş başvurusunda söylediklerine benzer şeyleri içeren bir mektup yazmış. Bu defa İstanbul’a. Oradan da “Gel” cevabı almış. Sonra biz onu yavaş yavaş tanımışız. Yavaş yavaş sızmış hayatımıza, Yavaş yavaş sevmişiz. Bugün vedalaşıyoruz. Henüz 42 yaşındayken.
Emre Gönlüşen’in pek çoğumuzun bilmediği özellikleri varmış. The Beatles ve Rolling Stone hayranıymış. Ufak konserler bile vermiş. Bar programlarına çıkmış, kamplarda müzisyenlik yapmış. Klasik Batı müziği eğitimi de varmış, gitar çalarmış. Bir de klarnet.
Yine aynı röportajdan anladığıma göre emeğe saygısı büyük bir insanmış Emre Gönlüşen. Ekran karşısındakinden çok, önüne konan habere emek verenlerin öneminden söz etmiş. Haberi bulandan, araştırandan, yazandan, hazırlayandan montajlayandan dem vurmuş. Hep kameranın arkasında kalan spor emekçilerin çabasını anlatmış.
Çok kıymetli bir insanı kaybettik. Ailesine sonsuz sabır diliyorum. Yakınlarına, dostlarına, meslektaşlarına da. Bizim için de onu bir daha televizyonda göremeyeceğimizi, ondan bir daha maç dinleyemeyeceğimizi, onun sunduğu programları izleyemeyeceğimizi kabullenmek çok güç. Ve Adanaspor tabii. Onlar da büyük bir taraftarlarını kaybettiler.
Hepimizin başı sağ olsun. Emre Gönlüşen’i elbette unutmayacağız ama önümüzdeki sezona adını vererek ismini yaşatmaya başlayabiliriz. Emre Gönlüşen’in ruhu şad olsun. Önümüzdeki sezon Emre Gönlüşen Sezonu olsun.
Tek vaadi mutlu etmek olan ve çoğunlukla bu vaadini gerçekleştirmeyen bir şeyi; tüm değişkenlere, tüm karmaşık bileşenlere ve bazen uzun zamanlara yayılan mutsuz etme haline rağmen sevmeye devam etme hali.
Bir futbol taraftarının bir futbol takımını tutarken esasında sevdiği şey nedir? Futbolcular olmasa gerek. Zira oyunun asli unsurları olmalarına rağmen futbolcular bugün var yarın yoklar. Sürekli olarak gidiyorlar ve geliyorlar. Kimileri giderken bir ince sızı bırakıyor, kimileri gelirken “Bunun benim tuttuğum takımda ne işi var?” duygusu yaratıyor ama en derinde değişen bir şey olmuyor.
Kimse, o gitti, beriki geldi diye tuttuğu takımı sevmekten vazgeçmiyor. Bazı geliş gidişler, ara sıra kimilerinde ”Tutmuyorum artık”, “Taraftarlığımı askıya aldım”, “Desteklemem bu sene ben bu takımı” duygusu yaratsa da bir süre sonra, o en derinde, en dipte, en köşede sevilen neyse o ağır basıyor. Kendini yine “Goool” diye bağırırken buluyorsun.
Bir takımın yönetimi ya da teknik kadrosunun da bu sevme haliyle uzaktan yakından ilgisi yok. Mesele burada da futbolcuların geliş gidişleriyle aynı biçimde işliyor. En uç örneklerde bile takımı bir süre için tutmayı bıraktırabiliyor, sevmeyi değil. Başka bir sevme halinde vazgeçersin. Pat diye beceremezsen de vazgeçmeye çalışırsın. Aklı devreye sokar bunun ne tür bir sevgi olduğunu sorgular, uzaklaşman gerekirse uzaklaşır, bitirirsin. Güven duygusu diye bir şey var. O olmayınca yürümez der, bırakırsın. Takım tutarken bunu yapmıyorsun.
Yazının tam burasında büyük bir genelleme yapmak istemediğimi hatırlatmak isterim. Bana “Yoo ben artık sevmiyorum” diye gelmeyin. Herkesi kast etmiyorum, genel bir sevme biçimi üzerine akıl yürütmeye çabalıyorum.
Esasında belli ki akılla yürütmeyle filan çok açıklanabilecek bir şey değil bu. Takım tutmanın kendisi gibi. Neden o takımı seçtiğinin açıklaması, o aşkı kimden devraldığının öyküsü, takımı seçme hikâyenin derinliği ne olursa olsun; takım tutma halini akılla fikirle açıklayamıyorsun. Sürekli olarak her şeyin değiştiği, isimlere tutunamadığın, aslında çok tekinsiz ve güvensiz bir şeyi ısrarla sevmeye devam ediyorsun. Tek sabiti kendisi. Herhalde onu seviyorsun. Ben de şimdi aklıma değil Birhan Keskin’e soracağım.
“Geçmiyor bu, sabit
Obradovic o isimlerden biridir. Hem Fenerbahçe’nin hem ülke basketbol tarihinde bir devir açmış, gidişiyle de o devri kapatmıştır. Obradovic’ten sonra olumlu ya da olumsuz artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.
Ülke basketbolunda Obradovic devrini sadece elde ettiği başarılarla açıklamak olanaksızdır. Obradovic’in bize yaptığı başka bir şeydir. Bunu iyi anlamak gerekiyor.
Obradovic ülke basketbolunda bir zihniyeti değiştirmiştir. Basketbol denen denklemi savunmadan, hücumdan filan değil takım olmak fikri üzerinden inşa etmiştir. Umutlu olmanın kenarda durup iyi şeyler olmasını dilemekle uzaktan yakından ilgisi olmadığını, meselenin; umudu yaratmak, ona emek vermek ve son saliseye kadar peşinden gitmek demek olduğunu öğretmiştir. Onu maçlarda takımı bin sayı gerideyken de bin sayı ilerdeyken de hep aynı yüz ifadesiyle görmemiz bundan sebeptir.
Obradovic’in yüzündeki ifadede bazılarının hırs sandığı şey esasında umuda verdiği emeğin yansımasıdır. Sanıyorum yazıyı ısrarla di’li gçmiş zamanda yazmam da gidişini kabullenmeyişimin karşılığıdır.
Obradovic dönüşsüz bir biçimde Fenerbahçe efsanesidir. Efsaneleriyle zamansız vedalardan çok yorgun olan Fenerbahçeliler için hem tanıdık hem çok zor. Alex’in arkasından şaşkınlıkla baktığımız gibi Obradovic’in arkasından da bakakaldık. Kalakaldık. Büyük bir veda ister miydik onu da tam bilemiyorum şimdi.
Bir gün ağzımdan öylece çıkan sonra zamanla takımla birlikte anılır olan “Dünyanın En Güzel Basketbol Takımı” ifadesini ne yapacağım şimdi ben? Obradovic’in bu ifadedeki ağırlığı o kadar çoktu ki. Önce onu çözmem lazım.
Obradovic, bir ülkede bir kuşağa bir sporu sevdiren adamdır. Basketbola, hayata, genç olmaya ilişkin temel eğitimini Koç Reeves’ten almış olan birkaç kuşağa da basketbol aşklarını yeniden hatırlatan hocadır. Obradovic sadece Fenerbahçe Basketbol Takımı’nın değil, ülke basketbolunun Beyaz Gölgesi’dir. O yüzden de Koç Reeves’in dediği gibi her zaman ve her yerde arkamızda olacaktır. Beyaz bir gölge gibi.
Koç Reeves’e rağmen, basketbol geleneğindeki yaygın kullanılışına rağmen, nedenini tam bilmiyorum ama “koç” kavramı çok sevemediğim bir kavramdır benim. “Hoca”lığı çok sevdiğimden olabilir. O yüzden izninizle Obradovic’e öyle veda etmek istiyorum.
Sadece İngiliz futbolseverlerin değil dünya futbol kamuoyunun da 100 gündür heyecanla beklediği Premier Lig enteresan bir maçla başladı. Aston Villa - Sheffield United maçında yaşanan hadise; “futbol ve insan”, “futbol ve teknoloji”, “futbol ve hata” konularında uzun süre tartışılabilecek malzeme verdi bize.
Tam olarak şöyle oldu. Maç golsüz devam ederken konuk takım Sheffield United gitti gayet nizami bir gol attı. Top, çizgiyi güzel güzel geçti. “Goool!” diye bağırıldı. Ancak maçın hakemi Michael Oliver golü vermedi. Sheffield United’lı oyuncular hakeme koştu. Anladığımız kadarıyla “Hocam nasıl gol değil?”, “Bal gibi geçti Hocam top çizgiyi, napıyorsun Allah aşkına?”, “Hocam git VAR’a sor VAR’a!” minvalinden cümleler kurdular ısrarla.
Bunlar olurken, yayınlanan pozisyon tekrarlarından bütün dünya topun çizgiyi geçtiğine hepten emin oldu. Ancak hakem Michael Oliver “I ıh” dedi, “VAR’dan uyarı yok” dedi, sanırım bir de “Gidin oynayın hadi” dedi. Oynadılar. Sheffield United, Twitter hesabından “Gerçekten mi? Muhtemelen çalışmıyor.” diye isyan etti. Biz televizyonunda başında isyan ettik. Maç devam etti.
Şimdi öğrendik ki, ligin kale çizgisi teknolojisini sağlayan şirket, teknolojik bir hata olduğunu belirtmiş. Her iki takımdan da özür dilemiş. Hatanın kaynağını açıklamak için de “Kaleciyle birlikte çok fazla savunma oyuncusu da vardı. 9000 maçta uygulanan bu sistem, böyle bir kalabalıkla karşılaşmadı.” demiş.
Çünkü endüstriyel futbol ne yaparsa yapsın, futbol eninde sonunda ya da önünde sonunda insanla oynanan bir oyun. İnsan malzemesi her türlü hataya açık. Hata yapa yapa öğrenmek üzerine kurulmuş bir mekanizması var. Futbolda “hata olmasın” diye sağa sola koyulan o teknolojik aletler de işte böyle hata yapabiliyor. O aletlere teslim olunca insan da hataya düşebiliyor. Dünya golü görüyor ama teknolojinin varlığı hakemi körleştirebiliyor. Normal şartlarda çat diye süzebileceği pozisyonu süzemeyebiliyor.
Özünde oyun var futbolun.
Oyunsuluk var. Eğlence var. Hata var. Doğuşundan gelen bu özelliklerinden uzaklaştıkça tatsızlaşıyor.
Fenerbahçe’nin bugün kullandığı armayı yaratan büyük golcünün resim yeteneğini ve yeğeni büyük ressam Fikret Mualla ile olan bağlarını.
Hikmet Topuzer’le ilgili ayrıntılı bilgilere sahip değiliz. Sade ama derin bir hikâyesi var. O yüzden o tarihte onu, şu tarihte bunu yaptı diyemeyeceğim bu yazıda. Zaten sanıyorum hikâyesi gibi kendisi de sade ve derin bir adammış. Koskoca Fenerbahçe için yarattığı armayı “Rozetimizi çizerken, ona şu manayı vermeye çalıştım: Kalpten gelen bir bağımlılıkla bu kulübe hizmet etmek…” biçiminde bir sadelikle anlatmış çünkü.
Hikmet Topuzer, kalıplı bir futbolcu olduğu için arkadaşları tarafından “Topuz Hikmet” olarak anılır. Soyadı Kanunu’ndan sonra lakabını terk etmeyip “Topuzer” soyadını seçer. Fenerbahçe’nin sol açığı olarak oynadığı zamanlarda özellikle penaltı kullanışlarındaki başarısı nedeniyle “Penaltı Kralı” olarak da anılır.
Hikmet Topuzer, ressam Fikret Mualla’nın dayısıdır. Biricik dayısı. Fikret Mualla’nın, çocuk yıllarının idolüdür. Ondan futbol aşkını da devralmıştır. Ancak ne yazık ki Fikret Mualla, 12 yaşında futbol oynarken bir sakatlık geçirecek, aldığı hasar bütün hayatını derinden etkileyecek bir rahatsızlığa dönüşecektir. Futbol sevmenin bedelini bütün hayatı boyunca sürükleyecektir. Hem bedeninde hem ruhunda.
Fikret Mualla büyük bir ressam olduğu yıllarda da, derin sıkıntılara düştüğü zamanlarda hep dayısına sığınır, dayısıyla dertleşir, onun mektuplarıyla moral bulur. Ruhen de çok sıkıntılı zamanları olur. Ağır tedaviler görür. Maddi manevi bir türlü huzur bulamadığı şu hayattan arkasında paha biçilmez resimler bırakarak gider. Kendisi göremez ama sonra; hayatı da eserleri de kitaplara, tezlere, önemli çalışmalara konu olur. Müzelerde onun resimlerinin önünde uzun kuyruklar oluşur. Çalışmaları sanat tarihimizin önemli duraklarından olur.
Hikmet Topuzer, futbolu bıraktıktan sonra Denizyollarında veznedarlık yapar. Tıpkı yeğeni gibi arkasında paha biçilemez bir eser bırakır: Fenerbahçe’nin suretini. Bildiğimiz kadarıyla çizdiği amblemi Manchestar’da yaşayan Tevfik Taşçı Bey'e yollar. Fenerbahçe Spor Kulübü’nün bugünkü ambleminin bulunduğu ilk rozet 1910 yılında Almanya'da yapılır.
Dayı-yeğen huzur içinde uyusunlar. Geride bıraktıklarını başımızın üstünde taşıyoruz. Sonsuza kadar da öyle olacak. Ölümsüzlük böyle bir şey çünkü.