Maçları, oyunun kendisini, tuttuğumuz takımı. Bu süreçte; boğuştuğumuz küresel salgına, yaşadığımız sıkıntılara, futbol hasretimize rağmen “Acaba izolasyon günlerinde futboldan uzak kaldığı için biraz rahatlayanlar var mıdır?” diye düşünüyorum.
Futbolsuz geçen izolasyon günleri vesilesiyle bir kez daha görmüş olduk ki, memleket futbolunda, işin öznesi olmalarına rağmen, futbolun en az konuşulan bileşeni futbolcular. Futbolcular; eğer çok büyük bir çam devirmemişlerse hataları ve doğruları en az konuşulan, futbolun diğer bileşenlerine göre daha korunaklı, daha güvenli bir alandalar.
Kimse takım iyi gitmiyor diye faturanın tamamını futbolculara kesmediği gibi, kimse yaptıkları hataları göstere göstere, durdura başlata saatlerce de konuşmuyor. Dolayısıyla onlar için çok şey değiştiğini düşünmüyorum. Elbette özlemişlerdir futbol oynamayı, onu demiyorum.
Benim sorumun cevabının ilk muhatapları hakemler. Hakikaten en çok hakemler rahatlamıştır bu dönemde. Her şeyden önce, maçlarda on binlerce kişiden işittikleri küfürlerden uzaklar. Sonra, yaptıkları küçük veya büyük hataların sabahlara kadar, evrile çevrile, uzata uzata konuşulmasından uzaklar. O konuşmaların ayarının kaçıp hakaretlere varmasından, sürekli olumsuzlukla anıldıkları bir evrenden uzaklar. Evlerinde, varsa bahçelerinde antrenmanlarını yapıyorlardır herhalde. Teorik meseleleri çalışıyorlardır. Ne güzel.
Cevabın ikinci muhatapları da teknik direktörler. Memlekette herkesin en iyi bildiği şeyi meslek olarak yapmak gibi bir şansızlıkları olduğundan, teknik direktörler bir süredir kendilerine her dakika işlerinin öğretilmesi saçmalığından uzaklar. “Onu oynattın, neden bunu oynatmadın, o diziliş, vay bu taktik, bu Hoca’ya yazar, Hoca’nın hatası, Hoca şöyle, Hoca böyle” gibi ezber ettiğimiz lafları duymuyorlar/okumuyorlar bir süredir. Kafalarını dinliyorlardır. Ne rahatlık.
Spor basını da rahatlamıştır. Bazıları için konuşuyorum elbette, genelleme yapmıyorum. O bazıları için de kolay olmuyordu herhalde sürekli bir hadise beklemek, yoksa yaratmak, sonra onun üstüne sabahlara kadar konuşmak. Ya da kolay oluyordu belki de. Baksanıza lig tatil olunca futbol üzerine konuşacak bir şeyleri kalmamış. Çünkü zaten futbol üzerine değil; sansasyon üzerine konuşuyor, futbolumuzdaki her türlü itiş kakışı nimet biliyorlar, oralardan besleniyorlardı. Onlar bugünlerde ne yapıyor, dinleniyorlar mı, mesele mucitliği peşindeler mi işte onu bilemiyorum.
Esasında bakmayın biz de çok rahatladık. Takımlarımız haftalardır maç kaybetmiyor. Yenilgi yok. Üzüntü yok. Kavga dövüş yok. Bu açıdan şahane bence. Böyle diyorum ama bakmayın. Uzaktan sevmek çok zormuş.
Bir an evvel geçsin gitsin bu berbat zamanlar.
Ama öğrencilerinin, meslektaşlarının, hastalarının göz bebeği Cemil Taşçıoğlu Hoca’yı kaybettiğimiz gün hepimize çok çok ağır geldi. Hem bu illette ilk hekimi hem de ülkemizde bu illetin tanısını koyan ilk hekimi kaybettik.
Ama esasında en çok, mesleğini aşkla yapan bir halk sağlıkçısını görevi başında yitirdik. Öğrencilerinden asistanlarına, meslektaşlarından çalışma arkadaşlarına herkesin anlattığı gibi bambaşka bir hocaydı Cemil Hoca. Çok seveni vardı. Çok savaştı. Çok direndi. Olmadı.
Memleketin dört yanından saygı duruşu fotoğrafları düştü sonra önümüze. Yetiştirdiği öğrenciler, gencecik hekimler, asistanlar görev başındaydı ülkenin her bir yanında. O gün sosyal mesafelerini koruyarak, beyaz önlükleri ve maskeleriyle selam durdular Hoca’nın ardından. Çünkü büyük hocalık böyledir. Keramet profesörlükte filan değil, öğrenciye dokunabilmektedir. Hoca, hepimize varlığıyla da gidişiyle de çok dokundu.
Kendi gibi bir evlat yetiştirmiş Cemil Hoca. Salgın yüzünden cenaze törenine katılma şansı olmayan ama Hoca’ya veda etmek isteyenler için babasının kabrine, Hoca’nın boynundan hiç eksiltmediği fularlardan birini bırakmış. Bize de not düşmüş “Hepinizin adına” diye. Tıpkı babası gibi bunca acısına rağmen “Biz” diyebilmiş. Bizim için de veda etmiş. Var olsun.
Beşiktaş kulübü, BJK Kabataş Eğitim Vakfı’nın bu zamana kadar verdiği Tıp Fakültesi öğrencilerini kapsayan tüm bursların, bundan böyle “Prof. Dr. Cemil Taşçıoğlu Tıp Bilimine Emek Bursu” adıyla anılacağını açıkladı. Hocanın adı, en çok önem verdiği şeyle, ömrünü vakfettiği işle, öğrenci yetiştirmeye katkı sunan bir bursla anılacak. Akıl edenin de hemen uygulamaya geçirenin de eline sağlık. Beşiktaş’ı ve BJK Kabataş Eğitim Vakfı’nı haddim olmayarak kutluyorum. Teşekkür ediyorum diyeyim, daha yerinde olur.
BJK Kabataş Eğitim Vakfı aynı zamanda; salgında hayatını kaybeden on sağlık emekçisinin çocuklarının vakıf okulunda, anaokulundan lise kademesine kadar tüm eğitim giderlerini ve Kabataş Erkek Lisesi bünyesinde öğretmenlik yapan tüm öğretmenlerin çocuklarının eğitimlerini de anaokulundan liseye kadar vakıf tarafından karşılama kararı almış. Beşiktaş bu. Çok yakışmış.
Hocamızın oğlu Onur Taşçıoğlu “Sevgili babam Prof. Dr. Cemil Taşçıoğlu’nun adının ‘Tıp Bilimine Emek’ için yaşatılacak olmasından son derece gururluyum. O da bunu inanıyorum ki; çok isterdi. Çocuklarımızın her biri Dr. Cemil Taşçıoğlu ismini yaşatacak ve onun gibi bilim insanı olacaklar. Ben de bir evladı olarak ‘BJK Kabataş Vakfı Prof. Dr. Cemil Taşçıoğlu Tıp Bilimine Emek Burs’ fonunun büyütülmesi ve yaşaması için ailem adına elimden gelen her çalışmanın bizzat içerisinde olacağım. Babamın tüm meslektaş, öğrenci ve sevenlerinden bu idealimize sahip çıkmasını istiyorum. İstiyorum ki, nice pandemileri bilimle aşalım.” demiş.
Belli bir yaşa, başımıza bir sürü iş gele gele geldik işte bir biçimde. Tecrübe deniyor sanırım ama yaşlı gösterdiği için sevmiyorum o sözcüğü ben. Bir takım şeyleri gördük, anladık demek istiyorum. Ama şu hayatta asla anlayamadığım şeylerden biri futbol üzerinden üretilen nefret benim.
Bana şunu anlatamazsınız mesela. Euro 2016’da Türkiye - Hırvatistan maçından sonra, Hırvatistan milli takımı oyuncusu Srna’nın kanser hastası olan babasının öldüğü haberi üzerine “Oh olsun” diyen bir nefreti. Sonra Srna, takım kampından ayrılarak Hırvatistan’a gitti; babasıyla vedalaştı, uğurladı babasını, kim bilir neler yaşadı, sonra döndü geldi Çek Cumhuriyeti maçına. Maç öncesindeki seremoni sırasında ülkesinin milli marşını duyunca tutamadı kendini hüngür hüngür ağladı. Bu haberin altına da “Beter ol” yazıyorlar. “Hahahaa” yazıyorlar. İnanmak mümkün değil. Benim için değil.
Aynı şampiyonada İspanya yenilgisinden sonra teknik direktörlüğünü beğenmedikleri Fatih Terim’in kızının doğmamış bebeğine edilen laflar mesela. Gencecik hamile bir kadına karnındaki bebeği için “Düşürürsün inşallah” demeler. Bunu düşünebilmek. Bunu akıl edebilmek. Bunu yazabilmek. Benim bunları anlamama imkân ihtimal yok. Yok.
Fatih Terim’in rahatsızlığı ortaya çıktığında benzer şeyleri görünce beynimden vurulmuşa döndüm. Nasıl olabiliyor da birinin hastalığına rakip takımın hocası diye sevinilebiliyor? Nasıl çalışıyor bu kafalar? Nasıl bu kadar kötüler?
Biz birbirimizi sevmeyiz Fatih Hoca. Gerçi sizin benim varlığımdan haberiniz yoktur zaten. Tüm spor yazarlığı kariyeri boyunca size muhalefet etmiş biri olarak tüm kalbimle şifa diliyorum. İyileşin, iyileşin ki yine muhalefet edeyim size.
Büyük geçmiş olsun Fatih Terim. Size de bu illete yakalanan yöneticilere de, sporculara da, tüm insanlığa da.
İnsanlık, bilim ve akıl kazanacak Corona ve nefret kaybedecek.
Endüstriyel futbolun sabrı yoktur. Zamanı yoktur. Beklemeye tahammülü yoktur. Bir kere “süreç” diye bir şey vardır sporda. Süreç içinde olabilecekler... Süreç içinde gelişebilecekler… Süreç; zaman, sabır ve tahammül demektir. Endüstriyel futbol elbette sürece de inanmaz. Doğasına aykırıdır.
Defalarca yazdım, bin kere söyledim, şimdilerde televizyonlarda “Bilimle, istatistikle, bilmem neyle şampiyonluk olmuyo hocaaa” diye konuşanlara inat bir kez daha yineleyeceğim. Ersun Yanal, Türkiye futbolunu bilim ve istatistikle tanıştıran isimdir. Bu da öyle burada bir çırpıda yazdığım gibi kolay bir iş değildir. Her şeyden evvel Yanal’ın dayanıklılık ve kuvveti geliştirmeyi odağa alan antrenman programlarını bizim futbolcularımıza yaptırmak meseledir.
Anladığımız kadarıyla Ersun Hoca; yaptığı dayanıklılık testleriyle önce her bir futbolcunun seviyesini belirler ve her birine bu seviyeye göre bireysel antrenman programı uygular. İsokinetik testler, kuvvet antrenmanları, futbolcuların zayıf kaslarının tespit edildiği yöntemler, taktik çalışmalarda pozisyon tespitleri için drone görüntüleri kullanmak, altyapı oyuncularını bu bilimselliğin içine dâhil etmek, spor psikologlarından destek almak gibi pek çok çağdaş anlayışla çalışır. Elektronik kalp atım takip sistemi, bilgisayarla maç analiz programları, antrenman ve maçlarda futbolcuların fiziksel olarak ne kadar enerji sarf ettiklerini, ne kadar mesafe kat ettiklerini ölçen sistemler kullanır. Yanal; kuvvetli, maç sonuna kadar giderek artan enerjileriyle baskı yapan, hücum eden, gol atan, minimum sakatlık yaşayan, ideal kilosunda, sağlıklı futbolcular ister.
Ersun Yanal ister de endüstriyel futbol için fark etmez. “Başarı gelsin de nasıl gelirse gelsin” der. Sabredemez. Tahammül edemez. Bekleyemez. Süreç uzadıkça her kafadan ses çıkar. “Süreç” kötü bir şeydir çünkü. Bu arada en ufak bir olumsuzlukta baskı artar. Taraftar gerilir. Sansasyon severler dozu iyice artırır. Sabahlara kadar “kadro tercihi” filan diye konuşulur. Sanki herkesin gördüğünü; futbola bu kadar kafa yoran, ilmini yapan, bilimini bilen hoca görmüyordur. Âlemin akıllısı bizizdir çünkü. Her şeyi de futbolu da biz biliriz. Hoca’nın elbette bazı hataları olmuştur, olacaktır, olabilir ama sorumluluğu tek başına yüklenecek kadar değil. Devrede başka hiçbir bileşen yoktur da varsa yoksa Ersun Hoca’dadır hata. Öyle mi? Hadi öyle olsun bakalım.
Üç alıntıyla bitireceğim yazıyı:
Bir: Erkan Kolçakköstendil’in yazıp oynadığı 12 Numaralı Adam adlı şahane gösteride mealen dediği gibi “Teknik direktör, dünya üzerinde herkesin en iyi bildiği işi yapan adamdır.”
İki: Ersun Hoca’ya veda ederken Luiz Gustavo’nun dediği gibi “Teknik direktör ayrılıyorsa oyuncular da suçludur.”
Üç: Ersun Hoca’nın da dediği gibi “Benim bırakmamla işler düzelecekse hiç düşünmeden bırakırım.”
Evvelce ve sık sık söylediğim gibi “Benim basketbolla kurduğum bağın üç kahramanı vardır: Ken Reeves, Drazen Petrovic ve Sabonis. Biz bir kuşak, Los Angeles’daki Carver Lisesi’nde okuduk, Koç Reeves’i ordan tanırız. Basketbola, hayata, genç olmaya ilişkin temel eğitimimizi Koç Ken Reeves’den aldık. Dersler aksar diye basketbola başından beri karşı olan müdür yardımcımız Sybil Buchanan gelir de bizi koçtan ayırır diye ödümüz koptu. Siz ilk bölüm deyin, ben ilk antrenmanımızın sonunda diyeyim, Koç bize ‘Her zaman ve her yerde arkanızda olacağım,’ dedi. İçimizden biri cümlesini tamamladı: ‘Beyaz bir gölge gibi.’ O yüzden Koç Reeves’i Beyaz Gölge isimli bir dizinin kurmaca kahramanı sanmayın. Değil. Biz onu gerçekten bir sporcu gibi, gerçekten hocamız gibi, gerçekten kahramanımız gibi sevdik. O yüzden bizim için Ken Howard aktör değil, Koç Ken Reeves’tir.
Ken Reeves olmasa sanki Drazen Petrovic olmayacaktı, Sabonis olmayacaktı, sanki basketbol bu kadar büyük bir aşk olmayacaktı benim için. Sanki basketbolun Amedeus’u Petrovic’in de, basketbolun Einstein’ı, gelmiş geçmiş en büyük pivotu Sabonis’in de koçu Reeves’ti. Öyle bi bağ. Öyle bi akış. Öyle bi devir daim.”
Önce seksenlerde çocuk olan her çocuk gibi, benim de kahramanım olan Drazen Petrovic’i kaybettik. Basketbol tarihinin gelmiş geçmiş en iyi şutörlerden birini. Basketbolun Amedeusu’nu. Drazen Petrovic, 1993 yılında Zagreb uçağıyla ailesinin yanına gidecekken sevgilisini görmek için Münih’e geçiyordu. Yağış, tır, ani fren, takılı olmayan emniyet kemeri. Yan koltukta uyuyan Drazen bir daha uyanmadı. İlk aşkımıza oracıkta veda ettik. Gencecikti.
2016 yılında bazıları için aktör Ken Howard’ı bizim için Koç’umuz olan Ken Reeves’i kaybettik. Futbol efsanelerimizden biri olan Cruyff’la aynı gün. Zaman içinde çok basketbolcu, çok futbolcu, çok sporcu sevdik. Hayatımıza Micheal Jordan girdi mesela. Basketbolu onunla bir daha bir daha sevdik.
Dino’yu kalesinde görmek isteyen sadece Beşiktaş değildir. Devreye Fenerbahçe de girer. Öyleydi böyleydi derken uzayan mücadele sonunda Sabri Dino’yu kalesinde görecek olan Beşiktaş olur. Hemen değil tabii.
1964-1965 sezonundan başlayarak Necmi Mutlu’nun yedeği olur. Kaleyi tamamen devralması 1966-1967 sezonuna denk gelecektir.
Artık Beşiktaş kalesinde Beşiktaşlıların söyleme biçimiyle “Bir Avrupalı’yı andıran sarı saçları, mükemmel fiziği, beyefendiliği ve kaleciliğiyle örnek bir futbolcu olan Sabri Dino” vardır.
O kaleyi 1975’e kadar koruyacaktır. Ve bu Necmi Mutlu’dan sonra Beşiktaş kalesini en çok koruyan isim olmak demektir. 194 lig maçı. 12 kez A Milli forma.
Babam o berbat haberi aldığında kederini dağıtmak için bir süre bekledi, sonra 1973 Dünya Kupası grup eleme maçındaki Sabri Dino’yu anlattı bana:
“İtalyanlar ne yaptılarsa Sabri’ye gol atamadılar” dedi.
Sonra yeniden kederlendi.
“Ah be Sabri” deyiverdi sadece.
Albert Camus 1913 yılında Cezayir’de doğar. Zor bir çocukluğun ardından Cezayir Üniversitesi’ne girer. Ancak yaşadığı sağlık sıkıntıları yüzünden sürdürdüğü felsefe eğitimini yarıda bırakmak zorunda kalır. 1938’de Paris’e gider. İlk iki eseri Tersi ve Yüzü ile Düğün’ü yayınlar. Ancak esas bomba 1942’de yayımlanan Yabancı ve Sisifos Söyleni’yle patlar. Çünkü arkasına varoluşçuluğun rüzgârını aldığı “saçma” felsefesini yaratmış olur.
Başkaldıran İnsan, Yaz, Sürgün ve Krallık’la artık edebiyat düşünce dünyasındaki krallığını ilan eder. Mutlu Ölüm ve İlk Adam ise ölümünden sonra yayınlanır. 1957’de Nobel Edebiyat Ödülü alır. 1960 yılında bir trafik kazasında yaşamını yitirir.
Edebiyat ve düşün dünyasının bu dev ismi sağlık nedenleriyle sadece eğitimini değil büyük aşkı futbolu da bırakmıştır. Cezayir Üniversitesi’nde okurken kendini okul takımının kalesinde bulur. Kaleciliği “tutkulu” ve “cesur” olarak tarif edilen Camus tüberküloz illeti yüzünden hem eğitimine hem kaleye veda eder. Ama futbol aşkı asla bitmeyecektir.
Bütün edebiyat dünyasının gözü ondayken “Dünyaya bir daha gelseydim ve bir tercih şansım olsaydı, yazarlık ve futbolculuk arasından ikincisini seçerdim.” diyecek, futbol aşkını asla gizlemeyecek, “Ahlak ve insanın yükümlülükleri hakkında güvenebileceğim ne biliyorsam futbola borçluyum.” diye ekleyecektir. Futbolu küçümseyenlere “Filozoflar ve siyasetçilerin dediklerine bakacağınıza, futbola bakın!” diye yapıştıracaktır cevabı.
Racing Paris - Monaco maçını statta izlerken kendisiyle maç sırasında yapılan bir röportajda muhabirin “Racing Paris’in kalecisi bugün formunda görünmüyor?” sorusuna “Onu suçlamayın, işin içine girmedikçe ne kadar zor olduğunu bilemezsiniz.” diyecektir.
Bu cümleyi futbolcuları çok kolay eleştirenlere “Topun asla beklenen yere gitmediğini öğrendim. Özellikle, söylendiği gibi gerçek olmayan insanların yaşadığı büyük şehirlerde bunun bana çok yardımı dokundu” cümlesini de sanırım hepimize söyledi.
4 Ocak ölüm yıldönümüdür.
Toprağı bol olsundur.
Kabul ediyoruz. Bir yandan hakemler sürekli gündemde, VAR yüzünden saçını başını yolan çok. Bir türlü futbol konuşulamıyor, saha dışı karışıyor, karıştırma meraklıları kaşığı kazanın dibinden yukarı doğru daldırıp daldırıp çıkarıyor.
Her yönetim şikâyetçi, her takım şikâyetçi, her teknik direktör şikâyetçi. O sıkıntı var, bu sıkıntı var, var oğlu var. Buraya kadar tamam.
Hakem hatalarına isyan eden de, takımının hakkının yendiğini düşünen de, canı yanan da elbette arayacak hakkını. Arasın. Arayacak tabii. Fakat nasıl?
Oturulsun tartışılsın, VAR eğitimiyse yeniden verilsin, hakemler yeniden alınsınlar eğitimlere gerekiyorsa. Ne yapılacaksa yapılsın. Ne gerekiyorsa yapılsın. Hem de derhal yapılsın.
Ama şu yapılmasın. Taraftarlar arasındaki nefret körüklenmesin. En büyük iş yönetimlere düşüyor burada. Lütfen haklarını ararken sağduyulu açıklamalar yapsınlar, zaten yay gibi gerilmiş sinirleri hepten germesinler, taraftarlar arasına öfke tohumları ekmesinler.
Üç düşünüp bir konuşsunlar, çok şeyi değiştirecektir üslup değişikliği. Bakarsınız bir adıma, üç adım atar “karşı” taraf. Bir de bunu deneyin lütfen. Çünkü biliyoruz ki;
“Oysa sevgili, bir tek sevgili.
Nasıl değiştirir dünyanın gerçeğini”