Bütün spor kamuoyu elbirliğiyle Burak Yılmaz’ın iyi futbolundan dem vurup bu hareketleri yapmaması için yazıp çiziyor, sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar konuşuyorduk programlarda. Kimimiz eleştiriyor, kimimiz akıl veriyor, kimimiz yol göstermeye çabalıyorduk. “Hakikaten” diye düşünüyorduk herhalde “Hakikaten ne gerek var ki bu hareketlere?”
Ben de kendimce saf saf bir takım çabalar içindeydim. Burak Yılmaz’la ilgili azıcık iyi bir şey olsa, o şeyin en iyi tarafını bulup çıkarmaya debeleniyordum. O korkunç lakap üzerine yapışmasın istiyordum. Gençti çünkü. Başka türlü olabileceğine inanıyordum çünkü. E ben de daha gençtim çünkü.
Mesela Ronaldo’yla karşılaştırıldığında “Ben kesinlikle öyle bir ukalalık yapmıyorum, o çok büyük bir futbolcu” demişti bir keresinde. “Biraz olsun onunla yarışıyor olmam bana gurur veriyor. Ona karşı oynayacağım için ayrı bir heyecanlıyım” diye devam etmişti.
Ben de hemen atlamıştım. “Bakın bakın” demiştim “Burak Yılmaz kendini yerden yere attığı günlerden uzaklaşıyor; samimi, sahici ve mütevazı konuşmalar bunlar.” “Bakın ‘Kimseyle karşılaştırılmak istemem’ klişesine sığınmıyor, ‘Onunla kıyaslanmak güzel ama’ diye başlayarak lafı kendine çevirmiyor, ‘Kulvarlarımız farklı’ ezberini yineleyip kendini komik duruma düşürmüyor. Bakın ‘Real Madrid’i eleyemezsek kimse üzülmesin, maçların güzelliğini yaşayalım, bunu hak ettiğimizi düşünüyorum’ cümlesinde, yenilgiyi baştan kabul etmek değil, elde edilmiş başarının tadını çıkarmayı istemek fikri var. Aa bakın Burak Yılmaz ‘Kazanmasını bilmek’ klişesini öldürüp yerine ‘Kaybetmeyi bilme’yi koydu” filan diye şeyler yazıyordum. “Burak Yılmaz yılmayacaksa bunlardan yılmasın” diyordum. Öyle olmadı.
Burak Yılmaz hem özel hayatında hem futbolculuğunda kabul edilemez noktalara taşıdı kendini. Kendisine takılan o lakaba akıl almaz biçimde sahip çıktı. Benim şahsi futbol tarihi kitabımın sevimsiz bir başlığı olarak rafa kalktı bir süre sonra. Şimdi kitabı oradan çıkarıp adını tekrar anıyorsam o kitabın kıymetli başlıklarından birine çarptığı içindir.Burak Yılmaz Beşiktaş’ın başında bir süredir malum. Bu, tek başına başka yüzlerce yazının konusu olur, bir kenarda dursun. Diğer bir kenarda da mücadelenin sonunda “Bizim ülkemize gelip, bizim oyuncularımıza saygısızlık, terbiyesizlik yapılmasını kabul etmeyeceğim” gibi abuk sabuk, saldırgan, hatta ırkçı açıklaması dursun. Hepsinin zamanı var, yazar çizeriz, konuşuruz.
Ama “Hoca olmak isteyen sevgili büyüklerimiz var, kanal kanal gezen büyüklerimiz var” diye gözleri Rıza Çalımbay’a çevirmesi bir kenarda durmasın. Onu hemen konuşalım.
Benim haddime değil burada Rıza Çalımbay’ın kıymetini anlatmak. Sığmaz da zaten buralara. Şu kadarını hatırlayalım: Çalımbay Beşiktaş’ın A Takım kadrosuna 1980-81 sezonunda çıkar. Orta sahanın sağı artık onundur ama orta sahanın ortasının ve sağbek mevkiinin jokeridir. A takımda 16 sezonda 41 gol atar. Birinci lig tarihinde en çok forma giyen Beşiktaşlı futbolcu unvanını kazanır. Futbol yaşamı boyunca sadece Beşiktaş formasını giyen Rıza Çalımbay, çok çalışır, çok sevilir. Beşiktaş’ın “Atom Karınca” lakaplı kaptanı olur.
16 yılda 6 Lig, 3 Türkiye Kupası, 4 Cumhurbaşkanlığı, 1 Başbakanlık ve 6 TSYD Kupası şampiyonluğu yaşayan Çalımbay, 37 kez A, 8 kez Ümit ve 6 kez de Genç olmak üzere toplam 51 kez Milli formayı giyer. 1996 Temmuz’unda futbolculuğu bıraktır. Rıza Çalımbay, kimilerine göre “Yaşayan en büyük Beşiktaşlıdır.”
Veda ederken hayat hikâyesine biraz bakalım. Bizim de vedamız böyle olsun. Tam adı William Felton Russell’dır. 12 Şubat 1934 doğumludur. Amerika Birleşik Devletleri, West Monroe, Louisiana’da Charles Russell ve Katie Russell çiftinin oğlu olarak doğar. 9 yaşındayken, ailesiyle beraber ırkçılığa uğradıkları Louisiana’dan, babasının iş bulması umuduyla Oakland’a taşınırlar. 12 yaşındayken annesini kaybeder. İçine kapanık bir çocuk olan Russell atletizmde çok başarılıdır ancak hızla uzayan boyu onu basketbola taşır. Liseyi okuduğu McClaymonds Lisesi’nde basketbola başlar.
Bill Russell 1955 ve 1956 yıllarında San Francisco Üniversitesi ile NCAA şampiyonluğu kazanır. Üst üste 55 maç kazanarak tekrarlanması zor bir başarıya imza atarlar. 1956 yılında Melbourne’de düzenlenen Olimpiyat Oyunları’na ABD Basketbol Takımı’nın kaptanı olarak çıkar. Takım adım adım altın madalyaya doğru koşarken 2.08’lik pivotun rolü çok büyük olur. Olimpiyatların ardından 1956 yılında Boston Celtics’e transfer olarak NBA kariyerine başlar. 1969'a kadar oynadığı NBA'de 1958 ve 1967 yılları hariç tüm sezonlarda şampiyonluk yaşar.
Bill Russell, 1966-1969 yılları arasında Boston Celtics takımına, 1973-1977 yılları arasında Seattle SuperSonics’te, 1987-1988 yıllarında ise Sacramento Kings’te antrenörlük yapar.Bill Russell’ın arkasından kariyerine baktığımızda 11 NBA Şampiyonluğu, 5 Normal Sezon MVP’si, 12 NBA All-Star, 4 Ribaund Krallığı görürüz. Russell 31 Temmuz 2022 tarihinde Mercer Island, Washington'daki evinde 88 yaşında hayatını kaybetti. Haberi ailesi duyurdu, son nefesini eşinin yanında huzur içinde verdiğini söylediler.
Yalnızca parkedeki mücadelesiyle değil ırkçılığın azgın sularıyla mücadelesiyle de basketbol tarihinde derin bir iz bıraktı. 1975 yılında Şöhretler Müzesi’ne seçilmesine rağmen yüzüğü kabul etmez: “Hall of Fame’e giren ilk siyahi oyuncu olmayı reddettim, benden öncekilerin bunu benden önce hak ettiğini düşündüm.” der. Russell, yüzüğü kabul etmek için 1950 yılında NBA draftında seçilen ilk siyahi Chuck Cooper’ın kabulünü bekler ve yüzüğünü taa 2019 yılında kabul eder.
Pau Gasol’un ardından söylediği gibi Russell basketbola çok şey katmıştır: “Seninle tanıştığım için sonsuza kadar onur duyacağım. Oyuna ve bizlere kattıkların için teşekkür ederim. Huzur içinde uyu.” Toprağı bol olsun.
Sekiz çocuklu bir ailenin üçüncü çocuğu olarak Cadiz’de doğar. Aslında matador olmak istese de amcasının ön ayak olmasıyla futbolu seçer. Hatta Cadiz'den Betis'e altyapı seçmeleri için giderken otobüs biletini de amcası alır. Joaquin’in hayatında hem amcasının yeri çok büyük, hem de içinde hâlâ yaşattığı matadorun. Bütün başarılarını amcasına adarken, 24 yıllık başarılı bir kariyeri de bir matadorun düşünce yapısı üzerine inşa eder. 16 yaşındayken Real Betis alt yapısında oynamaya başlar. Ancak henüz Betis A takımına geçemeden, en büyük hayali yeğenini Betis formasıyla görmek olan amcası hayatını kaybeder.
Genç Joaquin o yıllarda hızı, çabukluğu ve tekniğiyle dikkat çeker. Sağ kanatta oynayan futbolcunun İspanyol Milli Takımı’na girmesi de çok zaman almaz. 21 yaşında ilk kez milli formayı giyer.
Betis'te geçirdiği dokuz yıldan sonra herkesi şaşırtan bir kararla Valencia'ya gider, parayı seçtiği düşünülür. Ancak hatasını anlaması çok uzun sürmez, birkaç ay sonra yakın çevresine “Betis’e mutlaka geri döneceğim” demeye başlar.
Beş yıl Valencia, iki yıl da Malaga’da oynayıp, 32 yaşındayken ilk ve tek yurtdışı transferini gerçekleştirip Fiorentina'ya gider. Oradaki iki yıldan sonra 2015'te tekrar Betis'e döner. Üstelik bu sefer büyük paralardan vazgeçerek. Çünkü derler ki anlamıştır: Mutluluk parada değil Betis'tedir.
Joaquin artık kırk yaşında. Ne eskisi kadar çabuk, ne de eskisi kadar hızlı ama hâlâ takımının önemli bir parçası. İçindeki matador eskisi gibi savaşmaya devam ediyor. Bugünkü başarısının sırrını soranlara “Herkesten çok çalışıyorum, herkesten daha fazla dinleniyorum ve herkesten daha iyi besleniyorum, ancak en önemlisi futbolu herkesten çok seviyorum" diye cevap veriyor.
Geriye dönüp baktığında 20 yılın bir çırpıda geçtiğini ve ilk günlerini daha dünmüş gibi hatırladığını söylüyor ve ekliyor, “Futbola olan aşkımda da, bağlılığımda da en ufacık bir azalma yok.”
O gece Kral Kupası’nı 40 yaşında kazandığında “Bu, benim bu oyuna olan 20 yıllık aşkımın karşılığı” dedi.
Ernie Davis. 1939 yılında Amerika’da doğar. Dar gelirli bir anne babanın çocuğudur. Babasını hiç tanımadan, daha bebekken bir trafik kazasında kaybeder. Annesi, Ernie on dört aylıkken ona bakamayacağını anlar, annesine ve babasına sığınır. Ernie’yi anneanne ve dede büyütecektir.
Hasret, Ernie on iki yaşına geldiğinde biter. Annesinin yanına, Elimira, New York’a taşınmasıyla hikâye başlar. Elmira Free Academy’de harikalar yaratır, elini attığı her sporda göz doldurur. Öyle yeteneklidir ki beyzbol, basketbol ve Amerikan futbolunu bir arada sürdürür. Hatta basketbol takımı onun liderliğinde arka arkaya 52 maç kazanır. Herkes bir basketbol yıldızını selamlamak üzereyken Ernie, gerçek aşkının Amerikan futbolu olduğunu anlar.
Amerikan futbolundaki başarısı Syracuse Üniversitesi’nin yıldızı Jim Brown’un da ilgisini çeker. Amerikan futbolu tarihinin en büyük efsanelerinden biri olan ve gelmiş geçmiş en iyi 50 oyuncu arasına giren Brown, Ernie’yi varisi olarak ilan eder. Ernie o kadar yetenekli, o kadar çalışkan ve azimlidir ki Jim Brown’un tüm rekorlarını alt üst eder. Aynı onun gibi 44 numaralı formayı giyer. Yetişilmesi mümkün olmayan hızı nedeniyle de “Elmira Ekspresi” lakabını alır. Syracuse’un şampiyonluğunun da mimarı olur. Ülke ırkçılığın azgın dalgalarıyla boğuşurken kolej futbolunun en büyük ödülü olan Heisman ödülünü alan ilk siyah futbolcudur artık. Dönemin Amerika Başkanı John Kennedy kendisiyle tanışmak ister ve onunla tanışmanın bir ayrıcalık olduğunu söyler.
Artık 1962 Draft'ında ilk sırada seçilmesi de sürpriz değilidir. Gerçi o zamana kadar draftta ilk sırada seçilen siyah bir futbolcu yoktur. Ancak onu seçen Washington Redskins’in sahibi George Preston Marshall ırkçı olduğunu gizlemeyen biridir ve “Takımımda siyahlar oynayamaz” diyecek kadar da alçaktır. Bunu fırsata çeviren Cleveland Browns hemen takasla Ernie'yi kadrosuna katar. Burada Ernie’nin yolu bir kez daha Jim Brown ile kesişir ve takım arkadaşı olurlar.
Rüyanın en güzel yerindedir. Yıllarca büyük sıkıntılar çeken, babasını hiç bilmeyen, 12 yaşına kadar annesiz yaşayan ve yoğun bir biçimde ırkçılığa maruz kalan Ernie için yıllardır verdiği emeklerin karşılığını alma vakti gelir. Hem de kahramanı Jim Brown ile aynı takımda.
Ancak kolej All-Star maçı için Chicago'dayken bir sabah uyandığında boynunda bir şişlik hisseder. Önce bunun bir enfeksiyon olduğunu düşünülse de sonra Ernie’nin lösemi olduğu ortaya çıkar. Her türlü tedavi denenmesine rağmen 1963 Mayıs’ında 23 yaşında hayata veda eder. Daha Cleveland Browns formasını bir kez bile giyemeden.
O forma bir daha Browns forması giyen hiçbir oyuncuya verilmez ve stada asılır. Heykeli dikilir. Anısı hep yaşatılır. Bizim de artık Hüseyin Çakıroğlu’nun ismini Fenerbahçe’nin bir tesisinde filan yaşatmamız gerekmiyor mu? Hadi artık.
İkisinin de ruhu şad olsun.
2022 Katar Dünya Kupasına veda ettiğimiz bugün size, eskilerden bir Dünya Kupası kahramanının hikâyesini anlatayım istiyorum izninizle. Bir hüzün yerine başka bir hüzün koyalım, çivi çiviyi söker.
Tam adı Carlos Dittborn Pinto’dur. Carlos Dittborn olarak bilinir. Babası Brezilya’da görev yaptığı için 1924 yılında Rio de Janerio’da doğar. Dört yaşında memleketine döner. Çok küçük yaşlarda futbola vurulur. 1953 ve 1954 yıllarında Club Deportivo Universdad’ın başkanlığını yapar. Kulübün başındayken bir şampiyonluk görür.
Esas hikâye Şili Futbol Federasyonu’nun 1962’de Dünya Kupası’na ev sahipliği yapmak isteğiyle başlar. Carlos Dittborn’un yüreğine aşk ateşi o günlerde düşer. O andan itibaren gece gündüz demeden ülkesinin kupaya ev sahipliği yapması için her şeyi yapar. Uzun Seyahatler, bitmeyen görüşmeler, yorucu konuşmalar. Çabaları sonuç verir. Şili, Arjantin'e karşı 11’e karşı 32 oyla kupanın ev sahipliğini kazanır.
Ancak ülke, topyekûn kupa hazırlığındayken beklenmedik bir felaket olur. Şili önce 21 Mayıs 1960’ta büyük bir depremle sarsılır. Ertesi gün daha da büyüğü gelir. Dünyanın gördüğü en büyük depremdir. Richter ölçeği 9,5'i gösterir. Şehirler yerle bir olur. Şili korkunç bir sarsıntı geçirir. Ülke yasa boğulur.
Yaraların sarılmaya başlamasından sonra, zaman içinde yavaş yavaş Dünya Kupası meselesi gündeme gelir. Depremler Concepción, Talca ve Valdivia gibi Dünya Kupası maçlarına ev sahipliği yapması öngörülen birçok şehri yok etmiştir, diğer seçenekler ev sahipliği yapacak maddi güçte değildir. Koşullar bu aşkın önünde engeldir.
Ama Dittborn’un aşkı koşul filan dinlemez. Ne yapar eder organizasyon komitesi etkinliği yeniden başlatmayı başarır. İçinde bulundukları durum için şöyle diyecektir: “Çünkü hiçbir şeyimiz yok, her şeyi yapacağız!” Bu slogan yalnızca Dünya Kupası için değil, Şili'nin toparlanması için de bir yol haritası haline gelir. Şili Dünya Kupası’nı düzenleyecektir.
Ancak koşulları değiştiren adam belli ki çok yorulmuştur. Dittborn, en büyük hayalinin gerçekleştiğini göremez. 28 Nisan 1962’de, Dünya Kupası’nın başlamasından bir ay önce “çatık bir kaş gibi gelen bir kalp kriziyle” hayatını kaybeder. 38 yaşındadır. Bazı kaynaklar ölümünün pankreatitten kaynaklandığını söylese de, derler ki sebep ne olursa olsun, Dünya Kupası aşkı için verdiği uzun savaşı vücudu kaldırmamış, Dittborn aşkından ölmüştür.
O kupada Şili Milli Takımı sahaya formalarındaki siyah bantla çıkar, onun için oynar bütün kupayı. 1962 yılında anısına Arjantin ve Şili arasında dostluk turnuvası yapılır. Arica’daki stadyumlardan birine onun adı verilir.
Çoğumuz izlemişizdir. Trabzonspor Kulübü geçtiğimiz günlerde sosyal medya hesabından bir paylaşım yaptı. Bir kampanyanın da fitilini ateşledi. Havaya ateş açılmaması için yürütülecek olan “Mutluluğa kurşun sıkma” kampanyası diyebiliriz buna.
Kampanya için hazırlanan videoda, 11 Ağustos 2021’de 15 yaşındaki oğlu Emir'i havaya açılan ateşten çıkan mermi nedeniyle kaybeden Mustafa Atıcı ile tanışıyoruz. Mustafa Bey’in sözü çok net: “Senin sevincinde sarıldığın silah, benim sevincimde ve üzüntümde sarılacağım evladımı aldı benden” diyor.
Tek dileği başka canların yanmaması, bu yüzden yüreğinin orta yerinden konuşuyor:
“Bir insanın bir anlık zevki için ben bir ömür acı çekiyorum, çekeceğim. Allah aşkına şu silahı elinize aldığınızda lütfen gözünüzün önüne ben geleyim, eşim gelsin, ailem gelsin, benim güzel kuzum gelsin gözünüzün önüne, şu silahı elinize almayın, kurban olayım, şu silahı elinize almayın. Emir son olsun, Emir gibi evlatlar ölmesin, kimse acı çekmesin.”
Mustafa Bey için insanları havaya ateş açmaktan vazgeçirmek temel amaç olmuş: “Bir kişiyi dahi bu yoldan çevirebilirsem, o bir kişinin dahi silahını ona bıraktırabilirsem, benim için kardır, artıdır” diyor.
Trabzonspor’un şimdiden başladığı bu çağrılar çok kıymetli. Çığ gibi büyümeli. Sosyal medyada, televizyonlarda, yazılı basında sürekli gündemde tutulmalı.
Benden de naçizane bir mektup olsun bu yazı. Ola ki eline silah atıp kutlamaya katılacak bir kişi bile varsa Emir’i düşürsün aklına. Gencecik bir evladın yitişini düşünsün. Silahla kutlama olamayacağını düşünsün. Mustafa Baba’nın dediği gibi şampiyonluk geldiğinde silaha değil yanındaki sevdiğine sarılsın. Genç Emir’imizin ruhu şad olsun.
Kıymetlimiz Kazım Koyuncu’nun takımı şampiyonluğa yürüyor. Onun da ruhu şad olsun. Silahsız, olaysız, kavgasız su gibi bir kutlama olsun. Uzun horonlar kurulsun. Kazım Koyuncu türküleri söylensin. Trabznspor’un şampiyonluğu şimdiden kutlu olsun.
Önder Hoca, Altay galibiyetinin ardından yaptığı basın toplantısında şöyle dedi: “Beşiktaş A takımı teknik direktörü olmaktan gurur duyuyorum. Hayal bile edemediğim şeydi. Beşiktaş Yönetim Kurulu bunu bana layık gördüğü için onlara sonsuz teşekkürlerimi gönderiyorum. Sevdiğini kollayan Beşiktaş camiasına teşekkür ediyorum. Ben bir şeyi daha gururla yaptım. Altyapı antrenörüyüm, 22 yıldır Türk gençleri için çalışan, emek harcayan, hayatını onlara adamış, onlar için çok şey de yapacak altyapı antrenörüyüm. Evet altyapı antrenörüyüm. Bununla da gurur duyuyorum. Ülkedeki bütün altyapı antrenörleriyle gurur duyuyorum. Neden altyapıdaydım, Süper Lig'de hiçbir teklif gelmedi, o yüzden oradaydım. Diğer kulüplerde o insanları da bulmaya çalışsın. Önder Karaveli ile kalmasın. Beşiktaş cesaret gösterdi, cesaretle arkamda duruyor. Altyapıda çok cevherler var, değerli antrenörler var. Lütfen onlara bu fırsatı tanıyın, oradan çok güzel şeyler çıkacaktır.”
Önder Hoca konuştu, ardından sabahlara kadar cevap yetiştirdiler. “Romantik” diyen de oldu, “Yeter anladık” diyen de oldu, söylediklerinin Şenol Güneş’e cevap olduğunu iddia edenler de oldu. Her şeyden, herkesten, tüm söylenenlerden bağımsız olarak Önder Hoca’nın sözleri çok kıymetli. Futbolu sadece milyonların havada uçuştuğu bir endüstri olarak görmeyenler için çok önemli. Hoca-öğrenci ilişkisini bilenler, öğrenciye “yatırım” yapmak değil “emek” vermenin anlamını bilenler, hayatını spora adamanın ne demek olduğunu bilenler için çok anlamlı.
Tıpkı maç sonunda ekranlara yansıyan heyecanlı görüntüsünün de çok kıymetli olduğu gibi. Bizim futbol uleması bu içten görüntülere de takılmış, konuşup durdular saatlerce. “Böyle bir görüntü Beşiktaş’ın başındaki teknik direktöre yakışıyor muymuş” bilmem ne. Çok yakışıyor bence. En çok da Beşiktaş’a yakışıyor üstelik. Duygularını hiçbir zaman aklın terazisine vurmayan Beşiktaş taraftarına çok yakışıyor. Kaldı ki hocalık böyledir. Heyecanını filan saklayamazsın, bazen tutamaz kendini ağlarsın.
Önder Karaveli her şeyden önce bir hoca. Hoşunuza gitsin ya da gitmesin bir teknik direktörden önce de bir hoca. Her şey gelir geçer, unvanlar alınır verilir, teknik direktörlük biter, hocalık en yüksek mertebe olarak kalır. Hele altyapı hocalığı, futbolun kıymetini bilenler için yere göğe sığmaz bir mertebedir. Siz konuşup durmaya devam edin Önder Hoca altyapı antrenörüdür, uzaktan bakar bakar notunuzu şak diye verir.
Dusan Ivkovic 29 Ekim 1943 tarihinde Belgrad’da doğar. 1958-68 yılları arasında besketbolcu olarak sadece Radnicki’de forma giyer. Hocalık kariyerine de Radnicki’nin genç takımında başlar. Dušan Ivković'in ağabeyi Slobodan “Piva” Ivković de kendisi gibi basketbol koçudur. Bu yazıyı yazarken öğrendiğime göre Ivković aynı zamanda ünlü fizikçi Nikola Tesla'nın da akrabasıdır.
Avrupa'da Partizan, Aris, Radnicki, Sibenka, Vojvodina, PAOK, Panionios, Olympiakos, AEK, CSKA Moskova, Dinamo Moskova ve Anadolu Efes gibi önemli takımları çalıştırır. Uzun yıllar Yugoslavya ve Sırbistan milli takımında görev yapar.
1988 yılında Yugoslavya'nın 1996 yılında Sırbistan’ın başında olimpiyat gümüş madalyası alır. Yugoslavya 1989 ve 1991'de Avrupa, 1990'da Dünya şampiyonu olduğunda koç yine Ivkovic’tir. Sırbistan ile 1995'te Avrupa şampiyonluğu, 2009'da ise Avrupa ikinciliği yaşar.
Olympiakos takımının başındayken 1996-97 ve 2011-12 sezonlarında iki Euro League şampiyonluğu yaşar. Türkiye macerası 2014’te başlar. Dusan Ivkovic 2014-2016 yılları arasında Anadolu Efes'i çalıştırır. Türkiye Kupası şampiyonluğu yaşadığı Anadolu Efes'i Euro League'de de çeyrek finale çıkarır.
Dusan Ivkovic'in kariyerinde 1 Koraç Kupası, 1 Saporta Kupası, 1 ULEB Kupası, 1 Yugoslavya Ligi, 3 Yugoslavya Kupası, 3 Yunanistan Ligi, 4 Yunanistan Kupası, 3 Rusya Ligi ve 1 Rusya Kupası şampiyonlukları bulunur.
1 Temmuz 2016’da emeklilik kararı alarak hocalığı bırakan Dusan Ivkovic, Yunanistan, Rusya ve Avrupa Ligi'nde birer defa yılın antrenörü seçilir. Milli takımlarda 3 Avrupa Şampiyonası ve bir FIBA Dünya Kupası'nda altın madalya elde eder.
2017 yılında FIBA Hall of Fame’e seçilmiş ve yine aynı yıl “Euro League Basketbol Efsanesi” olarak onurlandırılır.