Ege Cansen

İslam kapitalist mi sosyalist mi?

11 Ocak 2012
BATILILAR, AKP’nin Türkiye’de sessiz veya pasif bir “devrim”, yani ihtilal yaptığını takdirle dile getiriyor. Mesela AB Genel Sekreteri Thorbjorn Jagland yılbaşında “AKP’nin icraatı sessiz bir devrimdir” demişti. California Üniversitesi’nin sosyoloji hocalarından Cihan Tunal da “Pasif Devrim-İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi” adlı bir kitap yazmış. Öğrendiğime göre Gramsci’nin “pasif devrim” deyimi “iktidara gelmeden önce, devlet kurumlarını ele geçirmek” demekmiş. Tunal da kitabına bu adı koymuş. Soru şu: İslami muhalefetin, iktidara gelince bütünleştiği “düzen”in siyasi ve iktisadi niteliği nedir? İslam, eskiden de iktidar olmuştu. O zaman hangi düzenle bütünleşmişti? Şimdi ne, niçin değişti?

BAAS (DİRİLİŞ) PARTİSİNİN TEZİ: İSLAM SOSYALİSTTİR

Kuran, Araplar anlasın diye Arapça indirilmiştir. Uzun yıllar Suriye ve Irak’ta iktidarda olan Baas’ın, ana dili Arapça olan fikir önderleri İslam’ın “sosyalist” bir iktisat önerdiğini söylediler. Batılıların hava bombardımanı sonucu ölen Kaddafi, ülkesinin adını “Libya Arab Halk Sosyalist Cemahiriyesi” koymuş ve “bize kul yazması anayasa gerekmez, Allah kelamı Kuran yeter” demişti. 40 yıl ülkesini bu kafayla yönetti. Kaddafi’nin de anadili Arapça’ydı. Hatırlayın: Lübnan’daki “Müslüman solcu” ile “Hıristiyan sağcı” çatışmalarında Türkiye’de insanlar ne tarafı tutacağını şaşırmıştı.

BATI DOSTU İSLAM YARATMA DENEYİ: TÜRKİYE’DE AKP İKTİDARI

Prof. Tunal, bütün dünyada Batı medeniyeti düşmanı olarak ünlenen “İslami Muhalefet”in, iktidara gelince, düzen (Batı Kapitalist Düzeni) ile bütünleştiğini ileri sürüyor. Bu değişimi Sultanbeyli’de yaptığı gözlemlerle de kanıtlıyor. Anlaşılan Batı “biz bu kavgacı İslam’la ne yapacağız” sorununu çözmüş bulunuyor. Önerilen yöntem şudur: Müslümanların iş başına gelmesine engel olan otokratik yönetimleri, istedikleri kadar laik olsunlar, icabında silahla iktidardan indir. Sonra ülkede seçim yaptır; bırakın muhalif Müslümanlar iktidara gelsin. İktidara gelince küresel finansman nimetlerinden onlara da ikram et. Zenginleşmenin tadını bir alsınlar, tövbe bir daha Batı karşıtı olmazlar. Kanıt: Türkiye’deki AKP iktidarıdır. Hem ılımlı Müslüman hem de Batı’nın sadık dostu.

İSLAM, KAPİTALİST BİR ÖĞRETİDİR

Ben, İslam’ın sosyalist bir iktisadi düzeni istediği tezine hep karşı çıktım. İslam, ferdi mülkiyete dayalı kapitalist bir ekonomi öngörmüştür. Baas’ın yorumu tamamen zorlamaydı. Ama o zamanlar “sosyalizm/komünizm” modaydı. Akımın arkasında da güçlü Sovyetler Birliği vardı. Berlin duvarı komünistlerin başına yıkılınca, başta bizim züppeler olmak üzere herkes kamp değiştirip Amerikancı oldu. Müslümanlar niye olmasın?
Son Söz: Her devrim, kendi devrim yargısını kurar.
Yazının Devamını Oku

Mecburiyetten

7 Ocak 2012
GEL de Mazhar, Fuat, Özkan’ı anma. İnsan kendisinin bile onaylamadığı bir şey yapıyorsa, rahatlamak için böyle demez mi? Türk ekonomisinin yapısal hastalığı “cari açık”tır. Kısaca, elde ettiğimiz döviz gelirlerinden daha fazla döviz giderimiz olmasıdır. Tüm krizler bundan çıkmıştır. Bu husus, Osmanlı’dan beri böyledir. Osmanlı Devleti, zaptettiği ülkelerden “harç” alarak geçimini sürdürmüştü. Ordusu zayıflayınca, harç alamaz hale geldi. Çareyi güçlü ülkelerden “borç” almakta buldu ve battı. Nitekim 1881’de Muharrem Kararnamesi ile “Düyunu Umumiye-i Osmaniye” adlı bir teşkilat kurarak maliyesini 7 büyük devlete teslim etti. Halen tasfiyesi devam eden “Cumhuriyet”i kuranlar, bu tecrübeden ders çıkararak “namerde muhtaç olmamak” ilkesiyle hareket ettiler. Ancak bu devrimci ruh devam etmedi. Yerine “biz borç almaya mecburuz, sermaye birikimi için borç almamız şart çünkü yeterince tasarruf etmiyoruz, cari açık olması mecburiyetten” zihniyeti geçti. Bu “iktisat politikası” halen yürürlüktedir.
KİM TASARRUF EDER
Bir ulusal ekonomi üç kesimden oluşur. 1. Kamu, 2. Şirketler ve 3. Hane halkı. Bu üç kesimin tasarrufları toplamı, ulusal tasarruf eder. Serbest piyasa ekonomisinde kamu yatırımları “özelleştirme” politikası gereği özel kesim tarafından yapılır olmuştur. Yani kamunun tasarruf (yatırım) zorunluluğu azalmıştır. Buna rağmen az da olsa bütçe açığı vardır. Ama her ülkede devlet bütçesi kural olarak açık verir. Açık da devlet tahvili ihraç edilerek halktan toplanan parayla kapatılır. Zaten “bütçe fazlası” devletin halktan gereğinden fazla vergi alması demektir. Şirketlere gelince; bunlar kapasite büyütmek, verim arttırmak ve yeni işler için yatırım yapar. Bu yatırımlar için gerekli paranın azı, kârla; çoğu borçla karşılanır. Borcun kaynağı da bankalara yatan halkın tasarrufudur. Zihnimize yazalım: gönüllü veya metazori “ulusal tasarrufu” halk yapar.  
TÜKETİM NASIL ARTAR
Hane halkı, yani aileler veya bireyler “ihtiyat saiki” ile tasarruf eder. Hem kendisinin hem ailesin gelecekte aç ve açıkta kalmaması ve hatta refah içinde yaşaması için, bugünkü kazacının tümünü tüketmez, bir kısmını biriktirir ve onu “servet” haline dönüştürür. Eğer bir ülkede, o ülkeye giren yabancı tasarruflar (yani cari açık finansmanı) sayesinde “arsa-borsa-faiz” rantları artıyor ve kişiler yorulmadan zenginleşiyorsa tüketimlerini arttırırlar. Buna iktisatçılar “servet etkisi” diyorlar. Üstelik o ülkede ucuz döviz ile ithal tüketim malları çok ucuza satılıyorsa, tüketim daha da artar. Sonra da gelsin “cari açık veriyoruz, mecburiyetten; çünkü tasarruf oranı düşük” zırvalaması. 
Son Söz: Cari açık finanse edildiği sürece tasarruf artmaz.
Yazının Devamını Oku

Bas şu lanet Euro’yu

4 Ocak 2012
EKONOMİK kriz, zannedildiği gibi fakir değil zengin ülkelerin derdidir. Fakir ülkelerin derdi esas olarak fakirliktir. Fakirlerin krizi ise “dövizsiz kalmalarıdır”. Fakir deyimi fazla genel oldu. Bunu da ikiye ayıralım. Gelişme yoluna girmişler ve gelişmenin yoluna dahi girememiş olanlar. Bu ikinci gruba bazı Afrika ve Asya ülkeleri girer. Bu ülkelerde yaşayan halkın durumu gerçekten kötüdür. Temel sorunları henüz bir “devlet” kuramamış olmalarıdır. Çünkü çoğunda bir “ulus” yoktur. Gelişmekte olan ülkeler ki, bunların arasında Türkiye’de vardır, modern olmasa da bir devlete sahiptir. Sorunlarını kendileri çözebilir.

İNSANLIĞIN EN BÜYÜK İCADI

Devlet, insan topluluklarının icat ve inşa ettiği en mükemmel ve aynı derecede en karmaşık sosyo-ekonomik sistemdir. Devleti, diğer sosyo-ekonomik sistemlerden ayırt eden temel özellik, havadan “para yaratma” imkân ve kabiliyetine sahip olmasıdır. Bu güç, ulusal ekonomilerin tökezlemeden işlemesi için çok yararlıdır. Hatta elzemdir. Sorumsuzca kullanılırsa da ulusal ekonomilerin işleyişini sekteye uğratır. Para yaratma imkânları sayesinde devletler, ne kadar büyük olursa olsun, ulusal para cinsinden üstlendikleri yükümlülüklerini “nominal” olarak yerine getirebilir. Burada anahtar kelime “nominal”dir. Nominal görünen demektir. Nominalin kapsamadığı şey “satın alama gücü” dür. Yani bir devlet, kendi para birimiyle ihraç ettiği devlet tahvilini her zaman öder. Ama ulusal parasının, tahvili ihraç ettiği günkü satın alma gücünü koruyacağını garanti etmez. Bunun tek istisnası, olağanüstü zamanlarda ihraç edilen “enflasyona endeksli” devlet tahvilleridir.

PARA BASMAK VE ENFLASYON


İktisatta genel kabul görmüş hipotezlerden biri “para basmak enflasyon yaratır” önermesidir. Bu hipotez, uzun yıllar boyunca çeşitli ülkelerde yaşanan deneylerden sonra bir kuram (teori) haline gelmiştir. Ancak her teori gibi bu da “belli şartlar altında” doğrudur. O şartların başında da “yaratılan paranın” yani halk arasında rağbet gören değişiyle, “karşılıksız para basmanın” dolanımdaki para miktarını arttırdığı kabulü vardır. “Para çok- üretim az” olunca da, fiyatlar kendiliğinden artar denir.  Ama kazın ayağı öyle değildir. Para çoğalırken devir hızı düşerse, enflasyonu tetikleyecek etkili bir para arzı genişlemesi
gerçekleşemez.

AMERİKAN DENEYİ VE AVRUPA


2009’da Amerika’da patlayan finansal krizi, Amerikan Merkez Bankası (FED) para yaratarak aşmaya çalışmıştır. Başarılı da olmuştur. Üstelik aynı anda Amerikan bütçe açığı da büyümüştür. Ama Amerika’da enflasyon patlamamıştır. Demek ki, “para basma enflasyon yaratır” kuramının geçerli olması için var olması gereken şartlar ortada yoktur. Şimdi Avrupa finansal krize girmiştir. Avrupa’nın izlemesi gereken yol, Amerika’nın izlediği yoldur. Avrupa “tek devlet” gibi hareket etmeli ve Merkez Bankası para basmalıydı. Nitekim bir süre önce Avrupa Merkez Bankası da Avrupa bankalarına, düşük faizle sınırsız miktarda para vermeye başladı. Başka bir çare de yoktur.

Son Söz: Bir kuralla oyun; bir kuramla, bilim olmaz.  
Yazının Devamını Oku

Türkiye’de tasarruf oranı düşük değildir

31 Aralık 2011
ÇALIŞMALARINI yakından ve takdirle izlediğim Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, AKP Genel Merkezinde, Genişletilmiş İl Danışma Kurulu Toplantısı’nda Türk ekonomisi hakkında tespit ve görüşlerini geçen hafta açıklamıştı. Ekonomimizdeki başarıyı özetle milli gelir büyümesini dört nedene bağlamıştı. 1. Ekonomimize güven duyulması, (Herhalde yabancıların güven duyması kastediyor)
2. Halkın geleceğe güvenle bakması,
3. Bankaların kredi hacimlerini genişletmesi,
4. Özel sektörün yatırım yarışına girmesi.

BAZI İKTİSAT TEORİSYENLERİ BUNUN TERSİNİ SÖYLÜYOR

Babacan ekonomik büyümenin bu sayede gerçekleştiğini kaydettikten sonra, bazı iktisat teorisyenlerinin bunun aksini iddia ettiğini ileri sürmüş. Onlar diyormuş ki; “Büyüme istiyorsanız, enflasyona razı olacaksınız, kamu açığı olacak, borç stoku (kamu borcu demek istiyor herhalde) yükselecektir, işte bunlar büyümenin bedelidir.” Babacan “Biz bunun böyle olmadığını gösterdik” diyor. Herhalde Babacan’ın bu ispat içeren açıklamaları üstüne “o, bazı iktisat teorisyenleri” mahcubiyetten kıpkırmızı kesilmiştir. Nedense Başbakan Yardımcısı Babacan, milli gelire oranı bakımından dünya birincisi olduğumuz “cari açıktan” ve özel sektörün “büyüyen dış borç stokundan” hiç bahsetmemiş. Bu iki tehlikeli gelişmenin, övündüğümüz hızlı büyümeye, daralan bütçe dengesine ve düşen kamu borç stokuna nasıl “iyi bir şekilde yansıdığını” ama bunların sürdürülemez olduğunu da anlatsaydı, açıklaması daha tutarlı ve kapsamlı olurdu. Üstelik 2012 ve ilerisi için neyi niçin değiştirmek istediklerini reel faizi niçin sıfıra yakın tuttuklarını, niçin döviz fiyat artışlarına izin verdiklerini gerekçeleriyle birlikte anlatmalıydı.

TASARRUF ORANINDA TARİHİ EN DÜŞÜK SEVİYEDE


Sayın Babacan, tek olumsuz gelişme olarak bu yıl ulusal tasarrufların milli gelire oranının yüzde 12’ye düşmesini göstermiş. Bankaların bireysel kredileri çok artırdıklarından yakınmış ve halkı “ayağını yorganına göre uzatmaya” çağırmış. Hemen bir düzeltme yapayım. Bu yüzde 12 hesabı iktisat konuşmalarının en büyük saptırmasıdır. Tasarrufta yüzde 12 oranını bulanlar, bu sayıyı, yatırımların milli gelire oranından, cari açığın milli gelire oranını düşerek bulmaktalar. İktisatta “tüketim artı yatırım eşittir toplam harcamalar eksi cari açık eşittir milli gelir” diye bir denklik vardır. Türkiye’de bir yılda yapılan yatırımların milli gelire oranı yüzde 22 dir. Cari açığın milli gelire oranı da yüzde 10’dur; öyleyse ulusal tasarrufların milli gelire oranı yüzde 12dir (22-10=12) diyorlar. Yanlış! Doğru hesap şudur: Fiili tasarruf oranı ile yatırımın milli gelire oranı birbirine eşittir. Bu oran yüzde 22’dir. Milli gelirden tüketime kalan pay ise yüzde 78’dir. Hâlbuki fiili tüketim ise milli gelirin  yüzde 88’i olmuştur. Tüketim fazlası yüzünden cari açık ortaya çıkmıştır. Hesabı da şöyledir: yüzde 88- yüzde 78= yüzde 10. Yani tasarruf oranı tarihin en düşük düzeyinde değil, tüketim oranı tarihin en yüksek seviyesindedir. (Gelecek cumartesi size tüketimin niçin tarihi rekor kırdığını anlatacağım.)  Mutlu yıllar dilerim.

Son Söz: Her Ali Hoca, Hoca Ali değildir.
Yazının Devamını Oku

Sonra Yunanistan’a döneriz

28 Aralık 2011
MALİYE Bakanı Mehmet Şimşek, memurlara ve emeklilere bol keseden zam yapamamayız, sonra Yunanistan’a döneriz demiş. Yerden göğe kadar haklıdır. Ben beklerdim ki, aynı tepkiyi kendisinin de bizzat lehtarı olduğu bir hususta, milletvekilleri maaşlarına fahiş zam yapılırken de göstersin. Göstermekle kalmasın, Başbakanı da ikna edip bu “bal tutan parmağını yalar” zammını engellesin. Heyhat, Osmanlı’nın memura maaş ödeyemezken dış borçla saray inşa etme geleneği sürüyor.

ÇALIŞAN KİŞİ EMEKLİ MAAŞI ALAMAZ

Bir kişi, çalışıyorsa, emekli değildir. Emekli değilse de emekli maaşı alamaz. Bir kişi milletvekili maaşı alıyorsa, ayrıca emekli maaşı alamaz. Daha doğrusu almamalıdır. Ben de emekli olduktan sonra bir işverene bağlı olarak çalıştım. Hem maaş hem de emekli aylığı aldım. Pek tabii, maaştan dayanışma primi kesildi. Bu büyük bir yanlıştır. Çünkü “emekli olmak” artık çalışmak istemiyorum veya çalışacak gücüm yok veya çalışacak bir iş bulamıyorum anlamına gelir. Bir kişi emekli olduktan sonra eğer bir işte çalışıyorsa, yukarıdaki gerekçelerden hiçbir geçerli değildir. Emekli maaşı anında kesilmelidir. İşten çıkarsa daha yüksek bir tutardan emekli aylığı almaya yeniden başlamalıdır. Yaşlılık sigortası matematiği budur. 

ESKİDEN ÇALIŞAN KİŞİ EMEKLİ AYLIĞI ALAMAZDI

Eskiden devlet memurlarına “hem bu dünyası hem de öbür dünyası mamur” denirdi. Çünkü memurun kendisi ahrete gittikten sonra da hayatta kalan karısına ve çocuklarına maaş ödenmeye devam edilirdi. Osmanlı devlet memurlarının dul ve yetimlerine Cumhuriyet devleti aylık ödemeyi sürdürmüştür. Zaten başka türlüsü de olmazdı. Devlet denilen “işyeri” hiç bir zaman kapanmaz, çalışanlar işsiz kalmaz. Ayrıca devlet memurunu kimse kovamaz. Onların “özlük hakları” daima saklıdır. 1960’lı yıllarda devletten özellikle Deniz Kuvvetlerinden emekli olmuş güverte, makine elektronikçi subaylar ticari gemilerde veya özel fabrikalarda, nispeten düşük aylıkla çalışmaya başladılar. Çünkü Emekli Sandığı’ndan emekli olanlar, SSK’ya bağlı bir işyerinde çalışırlarsa, onların emekli aylığı kesilmez kuralı vardı. Ama aynı imkân SSK emeklileri için yoktu. Zaten sigorta emeklisi de çok azdı. Sonra aynı düzenleme sigortadan emekli olanlara da geçerli oldu. Birçok çalışan, emekli aylığı almak için şirketinden istifa etti. Ertesi gün aynı iş yerinde aynı işte çalışmaya başladı.

SOSYAL GÜVENLİK NASIL İFLAS ETTİ

Süleyman Demirel, sosyal sigortaları zora sokan iki büyük kararı alan büyüğümüzdür. Hem 1969’da hem de 1991’de iki defa erken emeklilik kapısını açarak, sigortaların tüm teknik hesaplarını altüst etti. Herhalde kendisinin haklı gerekçeleri vardı. Ama bugün hem emeklilerin çok yetersiz aylık almalarının hem de bütçenin en büyük kara deliğini teşkil eden sosyal güvenlik açıklarının kapanamaz hale gelmesinde, bu düzenlemelerin etkisi vardır. Yunanistan gibi olmamak için, hem emekli olma yaşı yükseltilmeli (ki kısmen yapılmıştır) hem de erken emeklilik için geçmiş hizmetleri borçlanarak saydırma gibi uydur kaydır işlemler yapılmamalı ama en önemlisi çalışanların emekli aylıkları kesilmelidir. Bu kuralın “ilkesizliği” milletvekili maaş zamlarında kendini iyice belli etmiştir. 

Son Söz: Devlet, ne millete ne de vekiline kıyak yapamaz.
Yazının Devamını Oku

Önce vur, sonra ver

24 Aralık 2011
BİR süredir geçici olarak kapatılmış olan “Kürt Açılımı”nın tekrar başlayacağının ilk işaretini Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay verdi. Hatırlamakta fayda var. Sayın Atalay hem eski içişleri bakanıdır hem de bugün, eğer deyim yerindeyse “Kürt İşlerinden Sorumlu Başbakan Yardımcısı”dır. Atalay, dört aydır devam eden Kürt kapalımı ve PKK’ya ders verme harekâtının sonuç verdiğini söyledi. Elde edilen askeri başarıdan sonra açılımın tekrar başlayacağını söyledi. Yapılan eleştirilere cevap verirken  “Habur’u savunuyorum” dedikten sonra “PKK’lıları dağdan indirmek için yaptığımız jesti, PKK barışçıl çözüm için bir şans olarak değerlendiremedi” diye Kürt tarafına sitem etti. Bu yüzden açılım projesi, gururu incinen Türk realitesine takılmıştı. Son 4 ayda yeteri kadar PKK’lı öldürülünce kırılan gurur onarılmış oldu. Engel aşılmıştı. Açılıma “aynen devam” edileceğini Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç da teyit etti. Bir bakıma Başbakan adına yatığı bütçe kapanış konuşmasında “Kürtlere anayasal (yeni anayasa olsa gerek) bütün haklarını vereceğiz” dedikten sonra “bu yapılmazsa 80 yıl öncesine (yani cumhuriyetin kuruluş yıllarına) geri gideriz” diye ilave de bulundu.
KANLA İRFANLA KURDUK,  BİZ BU CUMHURİYETİ
Cumhuriyeti kuranlar, bunu “kanla ve irfanla” yaptıklarını bağıra bağıra söylemişlerdir. Yani bu sürecin kanlı olduğunun gizlisi saklısı yoktur. Amerika Birleşik Devletleri’nde bugün halen okul çocukları “Herkese özgürlük ve adalet bahşeden, bölünemez tek bir millet oluşumuzu sağlayan cumhuriyete ve onu simgeleyen Amerika Birleşik Devletleri bayrağına bağlı kalacağıma Allah’ın huzurunda ant içerim” diye zikirde bulunur. Aslında 72 milletten oluşan bu “Allahın izniyle bölünemez tek ulus” 800 bin kişinin öldüğü Amerikan İç Savaşı (American Civil War 1861-1865) sonunda bugünkü “birlik” (union)  halini almıştır. Osmanlı Devletinde, bugün milletle eş anlamlı olarak kullanılan  “ulus” fikri yoktu. Osmanlı devletinde bir Müslüman Milleti (millet aynı dine mensup olanlar demektir) bir de “Fermanlı Milletler” (Chartered Nations) denilen gayrimüslim azınlıklar vardı. Bu parçalı yapı, hepsi kendi iç savaşını yaşayarak “ulus devlet” haline gelen Batı devletleri karşısında tutunamadı ve dağıldı.
KENDİ VATANIMIZDA VATANSIZLAR GİBİYDİK
Birinci Cihan Harbi’nden sonra ülke parçalara ayrılmış ve başta İstanbul olmak üzere Türkiye’nin bütün büyük şehirleri Batılı devletlerin silahlı kuvvetleri tarafından işgal edilmişti. Bir tarihte bir dünya devleti olan Osmanlı bitmişti. Sevr Antlaşması yürürlükte kalsaydı bugün Türkiye, dünyanın 17’nci değil 107’nci ekonomisi zor olurdu. Cumhuriyet, elde ettiği vatan büyüklüğü ve nüfus sayesinde saygı duyulan “büyük bir ülke” yaratmıştır.
YENİ DÜNYA DÜZENİ
1991 yılında baba Bush Amerika’nın Alabama eyaletinin Montgomery kentinde “Yeni Dünya Düzeni” (New World Order) ilan etmişti. Bu “Nizam-ı Cedid”e göre, bir ülkede hâkim durumda olan millet, etnik azınlıklara kendi kendilerini yönetme hakkını tanımaya mecburdu. Azınlık, bu hakkı kullanıp kullanmayacağına kendisi demokratik olarak karar verecekti. Eğer bu hak tanınmışsa, ABD etnik halkın isyanını desteklemeyecekti. Ancak hâkim millet etnik azınlığa bu hakkı tanımazsa, ABD etnik halkın silahlı isyanını destekleyecekti.
Son Söz: Ya yeni düzene uyarsın, ya da bombayı yersin. 
Yazının Devamını Oku

Faizi tut dövizi sal

21 Aralık 2011
BAŞBAKAN Yardımcısı Ali Babacan başkanlığında ekonomiye yön veren heyetin ne yapmak istediği açıktır. Yapılmak istenen, Merkez Bankası’nın, faizler konusunda sergilediği tutumdan ayan beyan anlaşılmaktadır. Ekonomi yönetiminin amacı “cari açığı” daraltmaktır. Kapatmaktır diyemiyorum, çünkü o hedef, henüz ufukta görülmeyecek kadar uzaktadır. Ekonomi yönetimi doğru olanı yapmaktadır. Cari açığı daraltmak şarttır. Bunun da yolu döviz fiyatlarının artmasına izin vermektir. Gerisi lafıgüzaftır. Milli gelirin yüzde 10’unu geçen bir cari açıkla ekonomiyi büyütmek, pimi çekilmiş el bombasını sıkı sıkı tutarak koşmaya benzer. Bomba her an terli elden kayabilir.
FİNANSAL İSTİKRAR
Cari açık, en büyük “finansal istikrarsızlık” kaynağıdır. Cari açık bu kadar büyükken, “finanse edilebildiği sürece cari açık sorun değildir” nakaratını bankacılar artık söylememelidir. Bu açığı sürdürmeye çalışmak, ani ve sert bir devalüasyona davetiye çıkarmaktır. Yüksek bir devalüasyon, ithalatı bıçak gibi keser. Hem bütçe gelirleri azaltır hem de giderleri çoğalır. Geriye ne denk bütçe ne de “sağlam bankacılık” kalır.
DEVALÜASYON-ENFLASYON-ÜCRET SARMALI
Finansal istikrar bozulunca fiyat istikrarının da bozulması yani enflasyonun azması Allahın emridir. Türkiye hâlâ “dövizize” bir ülkedir. İş adamları döviz birimiyle düşünür ve fiyat ayarlaması yapar. Bu ölçü birimi de (hangisi yükselmişse) bazen dolar, bazen avrodur. Son 6 ayda döviz fiyatlarının yüzde 25 artması, TÜFE’nin yani ölçülen enflasyonun yükselmesine sebep olmuştur. Bu kaçınılmazdı. Ancak, tek başına TÜFE’nin artması enflasyon değildir. Enflasyon bir “şişme” dir; bir “sarmal”dır. Sarmalı harekete geçirecek esas unsur devalüasyon değil, gelirleri/ücretleri enflasyona endekslemektir. Enflasyonu engellemek için gelirler reel olarak gerilemelidir. “Kemer sıkma” nın başka bir anlamı yoktur. Çünkü fiyatı satıcı değil, alıcı belirler. Halkın alım gücü düşerse, fiyat artışları kendiliğinden frenlenir. TÜFE artışı, derhal ücretlere yansıtılırsa, fiyat artışları enflasyona dönüşür. Yani kedi kuyruğunu kovalamaya başlar.
DÖVİZİ TUT, FAİZİ SAL, AKIL KÂRI DEĞİLDİR
Türk ekonomisinin tüm krizleri devalüasyondan çıkmıştır. Devalüasyon bir hastalıksa, döviz fiyatlarının ölçülü yükselmesine izin vermek hastalığa tutulmamak için aşılanmaktır. Aşı da kırıklık yapar ama hasta olmakla kıyaslanınca kötü etkisi sınırlı kalır. Bugünlerde “aman döviz fiyatlarındaki artışı durdurun, bunun için faizleri arttırın” tavsiyesinde bulunanlar hatalılıdır. 2001 krizi öncesinde gecelik faizler yüzde 7000’e çıktı ama, sonunda devalüasyon hem de en kötüsünden yine oldu. Tecrübe başa gelen değil, başa gelenden çıkarılan derstir.  
Son Söz: Cari açık daraldıkça, harcanabilir gelir düşer.
Yazının Devamını Oku

Gazete pazarlaması

17 Aralık 2011
HÜRRİYET’in kurucusu Sedat Simavi (1898-1953) günlük bir gazete çıkarmadan önce Türkiye’nin bir numaralı dergicisiydi. Sedat Simavi’nin “YEDİGÜN” adlı haftalık dergisi bundan 70 yıl önce 100 bin adet satıyordu. Demek ki, Sedat Simavi bir pazarlama ustasıydı. Bu ustalığını günlük gazete çıkartırken de göstermiştir. Hürriyet 1948’den beri istikrarlı olarak Türkiye’nin en çok satan gazetesidir. Sedat Simavi, müşterisini yani “hedef kitlesini” iyi tanıyordu. O kesimin “tatmin edilmeyen bir ihtiyacı” olduğunu gördü ve o ihtiyacı talebe dönüştürmek için bir ürün tasarladı. Onu üretti, satın alınabilir bir fiyattan piyasaya çıkardı ve her yerde bulunabilir hale getiren dağıtım ağını örgütledi. Çok büyük bir “marka” yarattı.  

HALKA SATILAN GAZETE OLMAK

Ben Hürriyet ailesine katıldığımda Sedat Simavi döneminin mutfak ustalarından Tahsin Öztin, yarı emekliydi. Bazen yazı da yazıyordu. Tahsin Bey’le birçok sohbete katıldım. Tahsin Bey tam bir halk adamıydı. Bugünkü afralı tafralı basın prenslerine hiç benzemiyordu. Yalın düşünüyor, basit konuşuyordu. Onun kimliğinde “Hürriyet” denilen gazete markasının “halka verdiği sözün anlamı” kolaylıkla deşifre edilebiliyordu. Tahsin Bey, Sedat Simavi’nin Hürriyet’i tasarlarken,  kendisine  “nasıl bir gazete yapacaksınız?” diye soranlara verdiği tarihi cevabı sık, sık tekrarlardı. Sedat Simavi, “Türkiye’de gazeteler, devlete satılır. Ben, halka satılan bir gazete çıkaracağım” diyerek Hürriyet’in misyonunu açık bir şekilde ortaya koymuştu. Sedat Simavi halka satılan gazete olmayı becerince, yeteri kadar reklam geliri elde edebileceğini ve bu sayede devlete muhtaç olmadan ve iktidarın önünde eğilmeden gazetenin yaşayabileceğini öngörmüştü. Bu formül hâlâ geçerlidir.

GAZETECİLİK VE SİYASETÇİLİK


Osmanlı’dan beri Türkiye’de “gazetecilik ve siyasetçilik” bir paranın iki yüzü olmuştur. Her dönemde aktif siyasette dikiş tutturamayan hürriyetçi, devrimci, solcu, gerici ve bölücü muhalifler çareyi gazetecilik kisvesi altında “siyaset” yapmakta bulmuştur. Gazetecilik kisvesi altında muhalif siyaset yapanlar boy attıkça, siyasetçiler de “örtülü gazeteciliğe” başlamıştır. Asıl niyetleri gazeteci değil, Türkiye’yi yönetmek olan muhalif veya yandaşlar yüzünden “bağımsız siyasi gazetecilik” gelişememiştir. Böyle bir ortamda, iktidar kavgasına bulaşmadan magazinsel habercilik yapan Hürriyet uzun yıllar halkın tercih ettiği gazete olmuştur.

MEDYA, PATRONLARIN SİLAHLI KUVVETİDİR


Bizim özel sektörümüz, keşif ve icatlarla değil, “gümrük koruması, eksi faizli kredi, permi, ucuz döviz, arsa ve imar katakullileri, ihaleler ve özelleştirme” gibi kamu kaynaklı rantlarla neşvünema bulmuştur. 1980’den sonra uyanık girişimciler, devletle rant pazarlığına yapabilmek için, zararına çalışmayı göze alarak medyaya girmiştir. Bunu da “nasıl silahlı kuvvetlerin kârlılığı yoksa medya yatırımlarının da zararı sorulmaz” diyerek veciz bir şekilde anlatmışlardır. Bu dönüşüm bir bakıma gazeteciliğin sonu olmuştur. Eğer hür basın, demokrasinin vazgeçilmez bir parçasıysa, bugünkü yapı değişmelidir. O zaman “sen reklam veya propaganda malzemeni ver, biz onu haber yapalım” gazeteciliği bitecektir.
Son Söz: Besleme medya, medyasızlık yaratır. 
Yazının Devamını Oku