Ege Cansen

Mamma mia!

6 Mart 2013
VAY anasına! Yeme de yanında yat! Aman Allah’ım, Bayıldım doğrusu! Bunlar İtalyanca “mamma mia” deyiminin benim zihnimdeki karşılıkları.

Kısa bir süre önce İtalya’da seçimler yapıldı. Seçimin amacı, bir süredir ülkenin başbakanlığını rica minnet üstlenmiş, çok ciddi ve çok akıllı bir insan olan iktisat profesörü Mario Monti’in başarıyla yürüttüğü bu göreve devam edip edemeyeceği idi. Profesör Monti yüzde 10 oy aldı. Buna karşılık iki aday öne çıktı. Bunlardan birincisi yüzde 30 oy alan “şarlatan” ve gedikli başbakan milyarder Silvio Berlusconi, diğeri de yüzde 25 oy alan meslekten “şaklaban” Beppe Grillo oldu. Senyor Grillo çok basit bir hileye başvurdu. Seçmenlere, milli gelirin yüzde 130’una ulaşmış olan İtalyan devlet borçlarını ödemeyi durduracağını vaat etti. Mamma mia!
Bilindiği gibi Avrupa’da yanlış olarak “Borç Krizi” diye adlandırılan bir parasal karmaşa yaşanıyor. Bu karmaşa yüzünden, kişi başına milli gelirde Dünyanın en zengin ülkeleri arasında bulunan İrlanda, İtalya, İspanya, Portekiz ve Yunanistan’da iktisadi çöküntü yaşanmakta.

BORÇ KRİZİNİN KÖK SEBEBİ CARİ AÇIKTIR

Avrupa’daki krizin sebebi, adına “Euro” denilen bir para biriminin, bu parayı kullanan ülkeler için “ulusal” mı yoksa “yabancı” olduğunun belli olmamasıdır. Kural olarak, kendi para birimi ile borçlanan devletler, geri ödemede acze düşmez. Çünkü her devlet, kendi parasından gerektiği kadar basar ve devlet tahvillerinin faiz ve anaparasını vadesinde öder. Burada borç veren için risk, devalüasyon kaybına maruz kalmaktır.  Ancak ekonomisi cari açık veren ülkelerin kamu veya özel sektörü yabancı ülkelere “yabancı para” ile borçlanır. Devletler, yabancı para basamayacağı için, dışarıdan döviz girişi durduğunda, “borç ödemede” ülke acze düşer. Sorun, cari açık veren Avrupa Birliği ülkelerinin “basamayacakları” bir parayla borçlanmasındadır.

ÇÖZÜM

Avrupa’da yaşanmakta olan krizin aşılması için, biri kısa, diğeri uzun vadeli iki çözüm paketine ihtiyaç vardır. Ama bu paketlerin hiçbiri “borç ödemeleri askıya almak” veya “borçlarının bir kısmını sildirmeyi” içermemelidir. Kısa vadeli çözüm Euro bölgesinde kamu borçlarına “negatif faiz” uygulamaktır. Bunun için Avrupa Merkez Bankası sonsuz miktarda düşük faizli üye devlet tahvili satın almalıdır. Bu suretle borçlu devletlerin bütçe açıkları “reel faiz geliri” kadar azalır. Hatta bütçe açığı, bütçe fazlasına döner. Bu da kamu borcunun milli gelire oranını düşürür. Uzun vadeli paket, cari açık veren ülkelerde üretimdeki “birim emek maliyeti”ni (Unit Labour Cost) u düşürerek rekabet gücü sağlamaktır. İspanya’da bu dönüşüm başlamıştır. Darısı diğerlerinin başına.
Son Söz: Değerli paranın yarattığı sorunu, değersiz para çözer.  

 

Yazının Devamını Oku

Demokratik özerklik

2 Mart 2013
HEPİMİZ Kürt meselesinde cinin şişeden çıktığının farkındayız.

Artık Türkiye’de Türk-Kürt ilişkileri eskisi gibi olmayacaktır. ABD ve AB’nin telkinleriyle de şekillenen yeni anayasanın esas amacı, bu yeni “çift bölgeli” yapılanmayı en az hasarla inşa etmektir. Özerk Kürt Bölgeli yeni bir devlet yapısının oluşması, etnik kökeni ne olursa olsun “Ne mutlu Türküm” diyenlerin kolayca hazmedebileceği bir “çözüm” değildir. Ama ortada başka bir öneri de görünmemektedir. Ancak “demokratik özerklik” çözümü, çözdüğünden daha büyük sorunlar yaratabilir. İnşallah bu yeni türev sorunlar küçük olur. Bunu bilemiyorum. Çünkü “Özerk Bölge”nin haritası, kamu finansmanı modeli, ilkokuldan üniversiteye kadar Kürtçe eğitimi öngören “anadilde eğitim” projesinin ayrıntıları ve uygulama takvimi ortaya konmadan bu konuda kestirim yapmak zordur.

KAYBET-KAYBET

Anlaşamayan tarafların arasını bulmakla görevlendirilen bir arabulucunun, izlemesi gereken strateji, tarafları, mevcut taleplerinden daha azına razı etmektir. Çünkü ihtilafa düşmüş ve hatta silahlı çatışmaya girişmiş tarafların, kendi belirledikleri “kırmızı çizgileri” arasında kapanmaz bir mesafe bulunur. Tarafları aynı çizgide buluşturmak, ancak tarafların taleplerinden ödün vermesiyle mümkün olur. Ödün vermemekte ısrarcı olanlar anlaşamazlar ve Oyun Teorisi’ne atfen söylenen “Kaybet-Kaybet” köşesine sürüklenirler. Bu da çatışmaların sürmesi demektir. “Kazan-Kazan” ile sonuçlandırma stratejisinin “olmazsa olmaz” şartı,  tarafların önce belli kayıplara razı olmasıdır.    

GİZLİLİK BİR YERDE BİTMELİDİR

Çözümün ne olduğunu açıklamayan siyasi yetkililer, herhalde şöyle düşünüyorlar: Her sözün, söyleneceği uygun bir zemin ve zaman vardır.  Zamansız ve uygun olmayan zeminde söylenen sözler, doğru olsa bile amaca hizmet etmez. Bu genel kuralı ben de kabul ediyorum. Ama bir başka genel kuraldan daha bahsetmek istiyorum. İnsana en ağır gelen his, kandırılmaktır. Geçte olsa kandırıldığını anlayanların tepkileri, çok ters ve şiddetli olabilir. İşin zor tarafı da buradadır zaten. Bugünkü iktidarın yüksek halk desteğine sahip olması bir şanstır. Ama “Ne mutlu Türküm diyene! Ayrıştırır, Elhamdülillah Müslüman’ız! Birleştirir” sloganı Kürtleri de Türkleri de kesmez. Yapılması gereken hem barışçı Türklere, hem de savaşçı Kürtlere “demokratik özerklik” in maliyetini iyice anlatmaktır.
Son Söz: Yeni pabuç pahalı ise, eskisini pençeletmek daha iktisadi olabilir. 

Yazının Devamını Oku

Kamu borcunu düşürmek o kadar da önemli değildir

27 Şubat 2013
AKP hükümetinin sıkı sıkıya sarıldığı ekonomi politikasını tek cümlede özetle deseniz “Kamu Borcunun Milli Gelire Oranını” düşürmektir derim.

Ekonomi yönetimi buna çok önem vermektedir. O kadar ki, bu uğurda yanlış adımlar atmaktan da çekinmiyor, sonra da özelleştirme ihalelerini “ucuza gitti” diye iptal ediyorlar. Bir başka örnek, Boğaziçi üzerine yapılacak üçüncü köprünün finansmanı konusudur. İstanbul’u büyütmek için düşünülen şehri Kuzey’e kaydırma stratejisinin iki önemli projesinden biri (diğeri yeni havalimanıdır) olan bu yeni köprünün inşası “Yap-İşlet-Devret” modeli ile bir özel firmaya ihale edildi. Ancak bu firma ihtiyacı olan krediyi bulamadı. Bankalar projeyi, kredilendirmeye değecek kadar kârlı görmediler ve Hazine garantisi istediler. Bunun üzerine, şartname değiştirildi, köprü geçiş ücreti 3 dolara (bugün 1.7 dolar) çıkarıldı ve günde 135 000 araç geçişi, yani günde 405 000 dolar hâsılat için Hazine garantisi verildi. Bu da son derece sakıncalı olan bir kamu borcunu düşük göstermek için tipik bir “gerçeğin etrafından dolaşma” manevrasıdır. 

HAZİNE GARANTİSİ,KAMU BORCU DEMEKTİR

Hazine, kendisi de borçlanarak (hem de daha düşük faizle) köprü inşa edecek parayı bulabilir. Karayolları idaresi de bu köprüyü ihale yoluyla özel bir firmaya inşa ettirebilir. Köprü bittikten sonra işletmesini de (bakım, onarım, para toplama v.s.) de aynı firmaya verebilir. Ama bu yol tercih edilmiyor, çetrefilli bir yolla ihaleyi alana finansman sağlanıyor. Niye? Bu suretle Kamu Borcu artmamış olacak ve Kamu Borcunun, Milli Gelire oranı düşük kalacaktır. Hâlbuki bir borcun geri ödenmesine garanti vermek, veren için bir yükümlülüktür. Bu yükümlülük bilançoda doğrudan gözükmez ama eklerinde yer alır. Reyting şirketi de bunu mutlaka hesaba katar.

ÜLKE ZENGİNLEŞTİKÇE, KAMU BORCUNUN MİLLİ GELİRE ORANI ARTAR

Bir ülke zenginleştikçe maddi ve mali sermaye birikimi artar. Zaten mali sermaye (finansal kapital), maddi sermayenin (fiziksel kapital) ayna görüntüsüdür. Mali sermaye birikimine de “finansal derinlik” denir. Ülkelerin finansal derinliği arttıkça, kamu borçlarının milli gelire oranı kendiliğinden yükselir. Yanlışlık, finansal derinlik artışından daha fazla kamu borcu yaratmaktır. Benim yapabildiğim hesaplara göre, Türkiye’nin kamu borcunun milli gelire oranı 1950-1970 arasında yüzde 15, sonraki yıllarda ise yüzde 25 dolayındadır. Krizin başladığı 2000’de yüzde 38’dir. 2001’de devalüasyon yüzünden yüzde  74 hesaplanmıştır. Sonra kendiliğinden düşmüş ve hükümetin “tutkulu özelleştirme” politikalarıyla da bugün yüzde 40’ın altına inmiştir. Hâlbuki zengin ülkelerde bu oran yüzde 90’lar mertebesindedir.  
Son Söz: Kamu borcunu bırak, ülkenin dış borcuna bak.

Yazının Devamını Oku

Santral lazımsa başka yerde kur

23 Şubat 2013
TÜRKİYE’nin elektrik üretim kapasitesini arttırması şart. Bu, daha müreffeh yaşamanın olmazsa olmaz şartı.

Gelgelelim, ülkemizde her yerinde halk, kendi yöresinde herhangi bir elektrik üretim tesisinin kurulmasını istemiyor. Bu tesis, ister nükleer, ister termik ister hidrolik olsun fark etmiyor. Hatta rüzgârımızı çalıyorlar diye rüzgâr santrallerine bile karşı gösteri yapıldığına tanık olduk. Santrallere
karşı olanlar sadece yöre halkı da değil. Nerede bir santral kurulacak olsa, buna direnmeyi hayat tarzı olarak seçmiş eylemci çevreciler de var. 

ÜSTÜN KAMU YARARI

Çevre ve Orman Bakanlığı, bu sorunu aşmak için, yeni bir düzenleme hazırlıyormuş. İşin özü şu: Velev ki, çevreyi bir miktar kötü etkileyecek olsa bile o santral “Üstün Kamu Yararı” yaratacaksa, Bakanlık bunun yapımına izin verebilecek. Bakanlığın bu kararına karşı olanlar, iptal istemiyle yargıya gidilebilecekmiş. Bu düzenlemenin en zayıf noktası buradadır. Eğer yargı bu davaya, işin içinde bir suiistimal var mı diye bakacaksa mesele yok.  Ama  “alınan karar yerinde mi?” diye bakacaksa iş çıkmaza girdi demektir. Mahkemelerin, idarenin aldığı iktisadi ve teknik kararların yerinde olup olmadığını incelemesi yanlıştır. Bu, yargıya saygı değildir. Bu örf yüzünden, hem devlette hem de yargıda işler çok ağır yürümektedir. Yine bu yüzden kamu yöneticileri arasında “meseleyi yargıya havale et, sorumluluktan kurtul” yöntemini pek revaçtadır.  

ZİRA BU YARGI, BU YÜKÜ ÇEKEMEZ

Gelin birlikte bir senaryo yazalım. Diyelim ki; yeni inşa edilecek bir hidroelektrik santralinin çevreye az da olsa zarar vereceği ÇED (Çevresel Etki Değerlemesi) raporuyla belirlendi. Çevre ve Orman Bakanlığı da bu rapora rağmen, projenin yaratacağı “Üstün Kamu Yararı”nı hesaba katarak santralin inşasına izin verdi. Bunun üzerine yöre halkı ile çevreci örgütler, kararın iptali için yargıya başvurdu. Bu davada “Kötü Etkinin” derecesi ve “Üstün Kamu Yararı” hesabından anlamayan yargıç, sırına bindirilen dayanılmaz yükü, derhal bilirkişiye aktaracak ve onun raporuna göre karar verecektir. Yani kararı “bilirkişi” verecektir. Bunun anlamı şudur: Bir suiistimal olmasa bile, Bakanlık, halkın ve ülkenin aleyhine karar alabilir. Çünkü işi “bilen” kadrosu yoktur. Doğrusunu bilirkişi bilir.   

PRATİK BİR ÇÖZÜM

Türkiye’de yeni enerji santralleri, orada veya burada mutlaka kurulacaktır. Her santralin de bir çevresel etsisi olacak ve halkın huzuru kaçacaktır. Eğer her santral kurulduğu yörenin belediyesine, satış gelirinin belli bir yüzdesini “huzur hakkı” olarak öderse, yerel tepkiler çok azalır.

Yazının Devamını Oku

Üçüncü değil yeni havalimanı

20 Şubat 2013
İstanbul’un Karadeniz sahiline yakın Tayakadın mevkiinde dev bir havalimanı yapılması planlanıyor.

Bu havalimanından bahsederken “üçüncü” sıfatı kullanılıyor. Ancak benim okuduklarımdan anladığım, bu yeni havalimanı işletmeye alınınca, büyük yolcu uçakların iniş ve kalkış emniyeti için Atatürk havalimanının kapatılması gerekiyor. Zaten bunu bizzat Başbakan da söyledi ve Atatürk Havalimanını kapatınca “imara açmayacağız” dedi. Sadece küçük uçaklar için koskoca Atatürk Havalimanı açık tutmak ekonomik değildir. Öncelikle yapılması kararlaştırılan havalimanı “üçüncü” müdür, yoksa “yeni” midir şunu bir netleştirelim.

YENİ HAVALİMANI ANADOLU YAKASINDA İNŞA EDİLMELİDİR

İstanbul’un Anadolu yakası ile İzmit, Gölcük, Karamürsel, Yalova, Bursa, Adapazarı ve hatta Bolu, Eskişehir, Kütahya gibi kentlerde veya kasabalarında yaşayanların sayısı Trakya’da oturanlardan çoktur ve çok olmaya devam edecektir. Batı Anadolu’da oturanlardan özellikle dış ülkelere gidecekler, İstanbul Boğazını geçmeden uluslararası bir havalimanına ulaşabilmelidir. Ulaşım maliyeti ve zaman açısından bunun Rumeli yakasındaki bir havalimanına göre daha ekonomik olduğu açıktır. Eğer Atatürk havalimanının kapasitesi daha fazla arttırılamıyorsa, yeni havalimanının yapılacağı adres Anadolu yakasıdır. Üstelik Anadolu yakasında böyle bir havalimanı vardır. Bu da konumu itibariyle sonsuz büyüme imkânı olan Sabiha Gökçen Havalimanı’dır. Bu havalimanının çevresi daha fazla yağmalanmadan derhal harekete geçilmeli ve kapasitesini yılda 100 milyon yolcuya çıkaran “çok terminalli-çok pistli” bir büyüme mastır planı hazırlanmalıdır. Pek tabii Atatürk Havalimanı da çalışmaya devam etmelidir. Açık ara iktisadi çözüm budur.

LAFIMIN DİNLENECEĞİNİ SANACAK KADAR SAF DEĞİLİM

Ben bunları yazınca yetkililer, “yahu belki de bu adam doğru söylüyordur; şu üçüncü havalimanı meselesini bir daha düşünelim” demeyecektir. Bundan eminim. Değil ben, dünyanın en yetkin bölge planlamacıları aynı şeyleri söylese, muhtemelen hiç bir şey değişmeyecektir. Yine de bu satırları yazarken, bir ümit belki karar gözden geçirilebilir diyorum. Mesela İstanbul Teknik Üniversitesi yeni havalimanı konusunu her yönüyle ele alan bir rapor hazırlayabilir. En ekonomik çözümü belirleyebilir. 

HER PROJE EKONOMİKTİR, MESELE KISTASTADIR

Hep düşünmüşümdür. Acaba, Mısır Firavunları, kendilerine pramit şeklinde anıtmezar yaptıracaklarına, aynı parayı sarf ederek yüzlerce km su kanalı ve on binlerce çiftçi evi inşa edip, Mısır halkının refahını arttırsalardı daha iktisadi davranmış olmazlar mıydı? Sonra “onların da bir amacı varmış” derim. Nitekim ölümsüzlüğü amaçlayan Firavunlar, piramit türbeleri sayesinde emellerine nail olmadılar mı? Her yıl milyonlarca kişi onların mezarlarını ziyeret edip, saygılarını sunumuyor mu? Firavun için bundan daha akıllı bir yatırım olur mu?

Yazının Devamını Oku

Bej, bej, bej

16 Şubat 2013
YUKARIDA zikredilen bej(ş)ler, sırasıyla milli gelir büyümesi, enflasyon ve cari açık oranlarıdır.

Ben, Merkez Bankası Başkanı’nın, üç tane beş öngörüsünü (tahmin, temenni veya hedef de olabilir) anlamaya çalışırken, ortaya Kemal Derviş’in “altı, altı, altı” önerisi çıktı. Kemal Derviş gibi süper tahsilli, süper başarılı, süper karizmatik bir iktisatçının bu sözleri beni cidden şaşırttı. Çünkü Kemal Derviş geçmişte “cari açığa dayalı bir büyüme politikasının sürdürülemez olduğunu” söylemişti. Acaba kendisi şimdi “yüzde 6 cari açık sürdürülebilir” kanaatine mi geldi? Daha da önemlisi bu üç oranın eşit olması bilimsel bir zorunluluk mu? Bunu da anlamadım. Bu hedefler arasında ters yönlü bir ilişki
olamaz mı? 

BEŞ, BEŞ, BEŞ; KAÇ YIL İÇİN GEÇERLİDİR?
Bu üç tane yüzde 5, bir yıllık öngörüyse mesele yok. Netice itibariyle bunlar birer tahmindir. Hangimiz yanılmadık ki tahminlerimizde? Eğer soru Başçı’nın mı, yoksa Derviş’in tahmini mi daha gerçekçidir ise, ben Derviş’in tahmini tahminidir derim. Eğer bu oranlar önümüzdeki üç yıl içinse tutmama ihtimali büyüktür. Yok, bu öngörü 10 yıl içinse, eşitliğin bir krizle kesintiye uğrama ihtimali çok yüksektir derim. Daha can alıcı bir soru sorayım. Türk ekonomisinin istikbalde herhangi bir tarihte “cari fazla verme” ihtimali yok mudur? Yoksa işimiz yine “petrol bulundu” rüyasına mı kalmıştır. Sakın petrolü bol bir ülke (mesela Kuzey Irak) ile iktisadi bütünleşme amacı güdülüyor olmasın? Buna başkaları ne der? 

DOLAR NE OLACAK ABİ, SEN ONU SÖYLE

Türkiye’de enflasyon yüzde 5 iken, AB, ABD, Çin ve Japonya’da enflasyon ne olacaktır? Eğer bu ülkelerde enflasyon yüzde 2 olacaksa, TL değerlenmeye devam edecektir. Değerlenen TL ile cari açık 2013 de bile yüzde 5’e zor düşer ve büyüme de yüzde 5 olursa orada tutunamaz. (İstatistiklere işkence ederek sonuç açıklamak seçeneği hariçtir.) Eğer TL, değer kaybedecekse, bu sefer de enflasyonu yüzde 5’de tutmak zorlaşır. Öngörüde yer almamasına rağmen, “sıfır reel faiz” politikasının devam edeceği varsayılmıştır kanısındayım.   

CARİ AÇIKSIZ BİR TÜRKİYE HAYAL BİLE EDİLMİYOR

Benim bu “5+5+5” öngörüsünden çıkardığım en önemli sonuç, ülkeyi yönetenlerin, Türk ekonomisinin çarklarının cari açıksız dönemeyeceğine iman etmeleridir. O zaman da doğal olarak tüm iktisadi ve mali kararlar, her yıl kabaca 50 milyar dolar ilave dövizi bu ülkeye getirmeğe odaklanacaktır. Türkiye’nin,  başta Kürt meselesi olmak üzere dış ve iç siyasetini belirleyen temel dinamik bu olacaktır. 

Yazının Devamını Oku

Önce sorunu sorgula, sonra çözüm yolu ara

13 Şubat 2013
ARÇELİK’te çalıştığım yıllarda iş arkadaşlarımdan biri de Necdet Ülger ağabeydi. Necdet Bey üretimden, ben de yönetimden sorumlu genel müdür muaviniydim.

Haftalık toplantılarımızda şirketin tüm sorunlarını masaya yatırır, genel müdür ve muavinler birlikte çözüm arardık. Necdet Bey, bazı sorunlar karşısında “önce hendek kazıp, sonra üstüne köprü inşa etmeyelim” derdi. Kısaca yönetim sanatının en temel öğretilerinden olan “sorunu sorgulamadan, çözüm arama” ilkesini sık sık bize hatırlatırdı. Gerçekten, bir sorunu çözmenin en ekonomik yolu, o sorunun oluşmasına engel olmaktır.  Bir örnek vereyim. Mesela Belgrat Ormanlarının piknik mahalleri, yazın naylon poşet, boş şişe ve yemek artığı çöpten geçilmez. Orman idaresi de her yere, atıkları toplamak kolay olsun diye çöp varilleri yerleştirir. Dolunca da bunları araçlarla dışarıya taşır. Ama pislikle bir türlü baş edemez.

ORMANDAKİ ÇÖP İNSAN YAPMASIDIR

Vicdan ve ahlak sahibi insanların yaşadığı medeni ülkelerde birçok ulusal parkı ziyaret ettim. Birçoğunda tek bir çöp kutusu yoktu ve etraf tertemizdi. Çünkü ormandaki çöpü, ormanın kendisi değil, oraya gelen insanlar yaratır. O ülke vatandaşları “atmazsan, çevrede çöp olmaz” gibi çok basit bir kuralı içselleştirmişti. Herkes dolu getirdiği gıda kaplarının içindekini yedikten veya içtikten sonra, hafiflemiş boşlarını getirdiği torbaya koyup evine götürüyordu. Böylece çöp sorunu oluşmuyor ve çözüme de gerek kalmıyordu.

ULAŞIM SORGULAMADAN TRAFİĞE ÇÖZÜM GELİŞTİRME

İstanbul’un önemli sorunlarından biri, trafik sıkışıklığıdır. Bu sıkışıklığın en ilgi çeken bölümü de Boğaziçi geçişidir. Bunun için köprüler ve tüneller inşa ettik ve etmeye devam ediyoruz. Niye? Boğaziçi geçişlerine çözüm olsun diye bunları yapıyoruz. Şimdi birlikte düşünelim. Niçin bu kadar çok İstanbullu her Allahın günü iki kez “karşıya” geçmektedir? Hatta devam edelim, niçin her sabah yüz bin kişi Eminönü, Karaköy’e veya Maslak’a gitmekte ve yollar tıkanmaktadır. Örnekler çoğaltılabilir. Bunun sebebi tamamen, trafik sorunu düşünmeden yapılan imar planlamasıdır. Hâlbuki şehir planı, ulaşım planıdır. Şehir ekonomisinin verimini arttırmak için imarda amaç ulaşım gereğini azaltmak olmalıdır. Her semtte, hem konut hem de işyerleri bulunmalı insanlar işlerine tek vasıtayla ve hatta yürüyerek gitmelidir.    

BİR İSTANBUL İSTANBUL’A YETMEZ

İstanbul’un imar planları, her ilçeyi “kendi kendine yeterli” hale getirecek şekilde hazırlanmalıdır.    

Yazının Devamını Oku

Cari açık göründüğünden küçüktür

9 Şubat 2013
Ben kendimi bildim bileli, zengin Türklerin yurt dışında çok parası olduğu söylenir.

Şimdi serbest olmasına rağmen, eskiden Türk vatandaşlarının yurt dışında banka hesabı olması yasaktı. Dolayısıyla yurt dışındaki paralar “kayıt dışı” idi. Tasarrufları yurt dışında tutmak bugün tamamen yasal olmasına rağmen, “gizli hesap” geleneğin halen devam ettiğini sanıyorum. Dolayısıyla, Türk vatandaşlarının yurt dışında ne kadar parası var sorusunun cevabını bilmek imkânsızdır. Ancak İsviçre’nin Basel şehrinde yerleşik “Bank of International Settlements” adlı kurumun yaptığı derlemelerden, toplam meblağın büyüklüğü bulunmaya çalışılmıştır. Benim hafızamda 40 milyar dolar gibi bir rakam var. Daha yüksek olabilir. 

YURTDIŞINDAKİ SERVETLER TÜRKİYE’DE KAZANILMIŞTIR

Yurt dışında tutulan servetlerin esas kaynağı Türkiye’dir. Pek tabii, parasal servet de zaman içinde faiz veya kâr geliri ile yurt dışında da büyür. Ama Türkiye’de oturanların, yurt dışındaki parasının büyük kısmının Türkiye’de kazanıldığı kesindir. İş adamlarının yurt dışına servet transfer etmesinin en bilinen yöntemi, “ithalatı” yüksek, ihracatı “düşük” değerden göstermektir. Aradaki fark, komisyon veya başka bir adla yurt dışındaki kişisel hesaba aktarılır. Netice itibariyle bu işlemler, Türkiye’nin ithalatının olduğundan büyük, ihracatını da olduğundan küçük olarak kayıtlara geçmesi sonucunu doğurur. Bu da önce, dış ticaret açığının ve sonunda cari açığın büyümesi denilen karın ağrısının artmasına sebep olur.   

TURİZM GELİRLERİ

Cari açığın olduğundan büyük çıkmasının bir diğer önemli sebebi, yabancı turistlerin Türkiye’de harcadıkları döviz tutarının düşük hesaplanmış olma ihtimalidir. Nitekim Asaf Hoca, 2003 ile 2012 yılları arasında Türkiye’ye gelen turist sayısı % 128 artarken, kayıtlara geçen turizm gelirlerinin sadece % 71 artması, düşük hesaplamadan başka türlü açıklanamaz demektedir.  Yurda giren dövizler buharlaşmadığına göre bu farkın bir yerlerde su üstüne çıkması gerekir. 2008’den bu yana 32 milyar dolara ulaşan “Net Hata ve Noksan” toplamından doğan döviz rezervi artışlarının kaynağı da muhtemelen budur. 

HESAP YÖNTEMİ DEĞİŞECEKSE YENİ SERİ HAZIRLANMALIDIR

Başbakan Yardımcısı Babacan, turizm gelirlerinin eksik olarak kayıtlara geçmesinden rahatsız olduğunu açıkladı. Haklıdır. Önümüzdeki aylarda hesaplama yöntemi değişecekmiş. Bunun sonucunda “cari açık azalacaktır” deniyor. İşte bu olmadı. Hesap yöntemi değişince cari açık azalmayacak, doğru rakam bulunacaktır. Kıyaslama hataları oluşmaması için de geriye doğru 10 yıllık yeni seri hazırlanmalıdır.

Yazının Devamını Oku