Geçen gün başıma yine aynı şey geldi. Bir ‘Temel fıkrası’ sanki...
İstanbul’da ikamet eden biri, ya da hadi şöyle söyleyelim ki fıkra formatına uygun olsun:
Yine bir gün, İstanbullunun biri, taksiye biner... ‘Bir İngiliz, bir Fransız, bir İtalyan, bir Alman’ın konuyla alákası bulunmasa da muhabbetin içinden ille ki had safhada meraklı ve Allah bilir aslen nereli, bir taksi şoförü geçer.
Ve -mozaiğine kurban olduğumun memleketinde, yine genelde rastlandığı üzre- şoför sorar: ‘Nerelisin hemşehrim?’
Şimdi, kısa bile demeyelim, iki kelimelik bir cümle içinde ‘tutarlı bir şekilde’ kendinle çelişmek, büyük meziyettir, yetenek ister.
Allah aşkına biri bana anlatsın; insan ‘hemşehri’si addettiği birinin, doğmuş olduğu şehri nasıl ve niçin merak eder?!?
Muhatabını yakın ‘mış gibi’ ilan ederken, ‘güya samimi’ bir sual sorarken, onun nüfus kütüğünü, milliyetini, aidiyetini, tabiyetini sorup soruşturur?..
Ve bu sohbet, neden her seferinde, ‘Ha, demek ikimiz de İstanbul doğumlu değiliz. Hadi o zaman ağız birliği edip İstanbul’un ne mene lánet, yaşanılmaz, üstüne kusulası bir şehir olduğu konusunda laflayalım’ mealinde sürer gider?..
İstanbul’u çekiştirmek falan istemiyorum kardeşim! Ben bu şehri seviyorum. Var mı bir diyeceğin?
Peki, tamam, biliyoruz, bütün bu ‘Nerelisin hemşehrim?’ mevzuu, memleketin dünya çapında hatırı sayılır bir metropole sahip olmasından kaynaklanıyor.
Bu deli kalabalığın, 24 saat aralıksız kıpraşıp duran bu acayip organizmanın içinde fena hálde yalnızlık çekenler, iki satır memleketinden bahsedip, kısa bir sohbet boyu da olsa kendini evinde, babaocağında hissetmek istiyor.
İyi de güzel kardeşim, doyduğun yer de doğduğun yer kadar mühim... İstanbul’un başı kel mi? Burası da senin evin...
Geçtiğimiz aylarda, sanırım The New York Times’da, ‘Gerçek New York’lu nasıl olur?’ şeklinde bir haber yer aldı. Haberde aktarılan özellikler, eni konu tanıdıktı:
‘Gerçek ‘New Yorker’, en azından bir kez darba maruz kalmıştır, gerçek ‘New Yorker’ sokakta bulduğu bir eşyayı alıp evine taşımıştır...’ Vs... Vb...
Beyin, gayri ihtiyari her haberi kendine yontuyor tabii... ‘Gerçek İstanbullu nasıl olur’ peki? Diyelim ki:
Gerçek İstanbullu, bu şehirde yaşadığı süreçte en az bir kez kaybolmuştur.
Gerçek İstanbullu, Beyoğlu’nda, hatta sokağın adresini bile verelim, İmam Adnan Sokak’ta en az bir kez kapkaç saldırısına maruz kalmış ya da şahit olmuştur.
Gerçek İstanbullu, hele ki otomobili kullanan bir kadınsa, otobanda bir kamyon tarafından sıkıştırılmıştır.
Gerçek İstanbullu, otoban trafiğinde seyrederken, mutlaka yok kenarına işeyen bir adam görmüştür.
Gerçek İstanbullu, mutlak ve kati suretle kendisinden yolu tarif etmesini isteyen bir ‘karşının taksisi’ne binmiştir.
Gerçek İstanbullu ille ki ‘Nerelisin hemşehrim?’ sorusunun muhatabı olmuştur. (Eğer hakikaten İstanbullu’ysa ve yanılıp da bunu dile getirdiyse, kaçınılmaz olarak müteakip soruyu da duymuştur: ‘Tamam da esasen nerelisin?’)
Şu yukarıdaki maddeleri geçerli sayacak olursak, geçtiğimiz dönem Büyükşehir Belediyesi’nin dört bir yana astığı billboardlarda, muhtelif ‘şöhretlerimizin’ pek vakur bir ifadeyle belirtmiş olduğu gibi: ‘Ben de İstanbulluyum...’
Hatta bu seçimin güzide adaylarından ‘Hadi hadi şeker / Canım seni çeker’ Bora Gencer’i (DYP), ‘Belediye yüksek okulu vardı da biz mi okumadık?’ diye soran Meral Konrad’ı (GP) ve ‘Halkla her zaman birebir temas hálinde olduğu ve beden dilini iyi kullandığı için’ seçileceğinden emin olan Şafak Karaman’ı (AKP) örnek almayı düşünüyorum.
İddiaysa iddia: Benim öyle partiye martiye de ihtiyacım yok. Kararlıyım abilerim ablalarım, hatta şimdiden açıklıyorum: Gelecek seçimlerde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na bağımsız olarak adaylığımı koyuyorum.
Ulu Manitu buyurdu!
Ağır muallaktayım. Şimdi bunu nasıl dile getirmeli? Tek ayağının üzerinde seke seke duvarın köşesine yollanmayı bekleyen bir ilkokul öğrencisinin telaşındayım.
Ömrü billah tanışmayı beklediğim, guruların gurusu bir kámil kişiyle iki satır muhabbet ettim, hayat memat üzerine tefekküre sürüklendim, derin düşüncelere daldım.
Dimağım ve nutkum tutuk, ifade özürlüyüm...
Ulu Manitu, Akademi Türkiye’den bahsediyor: ‘Ben senin yerinde olsam, o yarışmada yer alıp kendine ihanet eden tüm eğitmenleri duvardan duvara çarpardım...’
Mesela kim?.. Konservatuvarda hocalık yapmış olduğu hálde, şova hizmet eden ve kendi reklamını olası en yanlış şekilde yapan Ali Poyrazoğlu diyelim...
Peki Ulu Manitu kim? Ben álemlerin en saygın, nev-i şahsına münhasır, mizah, mim, tiyatro, yayıncılık ve boks duayeni diyeyim, siz tahmin edin.
Hatta bir tüyo daha vermek gerekirse, Devlet Konservatuvarı’nın en kıdemli eğitim görevlilerinden biri diye de ekleyeyim...
Cümleten, Gırgır’ımızı geçelim...
Ulu Manitu dedi ki: Akademi dediğin öyle televizyonda, ‘Birkaç haftalık hızlandırılmış kursla İbrahim Tatlıses’ler yetiştirmek üzere’ güdümlenmiş bir müessese değildir, olamaz... Onun adına ‘Akademi’ diyorsan, bu işin şakası yapılamaz...
Bu iş, eğer adı ‘akademi’yse, orada akademisyenler görev alıyorsa, ciddi bir eğitim dönemi gerektirir ve sonu temsile varır. Temsil ile teşhir karıştırılamaz... Temsil, işin nihayetidir, sergilenmek üzere emekle hazırlanılmıştır; gözleri ve zihinleri okşamak üzere, dört dörtlük sergilenir...
Eğitim dönemi ise bir nevi yatak odasıdır, teşhir etmek yakışık almaz...
Öyle dedi... Sonrasında; ‘Al sana konu; istiyorsan bunu yaz,’ diye ekledi. Ben de háliyle sordum: ‘Peki ya sizin isminiz?.. Yazının içinde geçirebilir miyiz?’
Ne dese beğenirsiniz?: ‘Fikir dediğin beleş dağıtılır; işin ahlákı budur. Sen bütün o dergiler mergiler nasıl çıkıyordu zannediyordun?’
Ne diyeyim, bilemedim. Ahirette tahtaya kalkmış gibiyim, korkuyorum.
Gelin görün ki tek bir şeyi adım gibi biliyorum:
Zaman, takvim dediğiniz, hain bir mekanizma... Bir zaman makinesi icat edilsin, eskilere dönülsün, Gırgır tezgáhı hálá işliyor olsun, ben oraya bir Oğuz Aral çömezi olarak yazılayım istiyorum.
‘Amaaan, aynı şeyleri bir daha çekemem!’ dediler kendileri gerçi!!!
Yine de? Diyelim ki imkansızı istiyorum. Söz konusu Oğuz Aral ise, Ziya Osman Saba’nın o canım şiirindeki gibi? ‘Bütün saadetler mümkündür.‘
Lütfen Allah’ım, lütfen; olabilir mi?
Kızını dövmeyen Irak’ı döver
Eee, Allah’ın sopası yok tabii... Haberi gördünüz değil mi? Efendim, ‘Saddam’ı bile alt eden George Bush, havai kızlarına söz geçiremiyor’muş... ‘22 yaşındaki ikizler Jenna ve Barbara, sorumsuz ve ciddiyetsiz tavırlarının yanı sıra alkol alışkanlıklarıyla da sık sık basına malzeme oluyor’muş...
Barbara, geçtiğimiz hafta New York’ta katıldığı, Jack Nicholson’ın modacı kızı Jennifer için bir partinin düzenlendiği Manhattan’daki Viscaya adlı gece kulübünde, sevgilisi Fabian Basabe ile dans pistinde iyi dağıtmış... Yani ne yapmış? Dans etmiş...
‘Başkanın kızı olmanın getirdiği sorumlulukları ‘pek takmayan’ kızlar, tüm zamanlarını partilerde geçiriyorlar’mış. Yetmiyormuş gibi, ‘kendilerini koruyan gizli servis görevlileriyle de dalga geçiyorlar’mış... Haberde Başkan Bush’un yemin töreninde had safhada ciddiyetsiz tavırlar sergileyen kızların büyükanneleri tarafından çimdiklendiği de hatırlatılıyor.
Pardon da, Başkan Bush’un ‘eğlence’ anlayışıyla -yani savaşla mavaşla istop misali oynayışıyla- kıyaslanınca kızların tavırları gülistan içinde gül dalıdır.
Bunun yanında, George W. Bush’un, 88’lik, kıvamını yediğim IQ’sunun hizmet ettiği kulvar göz önünde bulundurulduğunda, bu kızlar var ya, zekádan ve masumiyetten yana, ayakta alkışlanır!
Hadi kızlar, şerefe!
Oscar ‘bile’ yakışır!
Madonna’nın tabiriyle álemin en karizmatik ‘şair-kovboy’u (Tamam, tanımın karizma kısmı bize ait, itiraf edelim!) Sean Penn, Akademi Ödülleri’nde genel tavrıyla ters düştü, arz-ı endam eyledi, ödülünü aldı, ortalığı velveleye vermedi, yakışıklı bir vakar sergiledi, lütufta bulundu...
Niyeyse, kıçımızı kırdığımız yerde, buralarda, okyanuslar ötesinde biz sevindik, ne acayip, değil mi?
Ve fakat Sean Penn, ne şık herif, değil mi?
Daha önceleri; ‘Altı ay boyunca konuyla ilgili hissiyatınız ve her şeyden önemlisi, törene ne giyeceğiniz sorgulanıyor. Sonra da dandik bir TV şovunun figürasyonunda rol almanız ve beğenmediğiniz bir takım filmlere övgüler döşenmeniz bekleniyor’ sözleriyle yorumladığı Akademi Ödülleri Töreni’ne Penn, yine kendi tabiriyle, ‘Amerikan sinemasının en az hayalkırıklığı yaratan ikonu’, oyuncu olarak ödül kazandığı filmin, yani Mystic River’ın yönetmeni ve tıpkı kendisi gibi muhalif bir figür olan Clint Eastwood’a destek vermek üzere katıldı.