Geçen gün işe gelirken, her zamanki güzergáhın üzerindeki kazılara çalım atmak gayretinde, şoföre bambaşka bir yoldan gitmeyi önerdim. Bir önceki gün de orayı kullanmıştım.
Biraz daha uzun bir mesafeden dolanıyor, kulağını kuyruğundan gösterir gibi oluyorsun ama en azından "Koşasım var ama halı ayağımı tutuyor" hafakanı bastıran, karabasanları andıran trafikten yırtıyorsun.
Yani... Yırtıyordun o güne kadar...
Hazır okullar da kapandı, ÖSS’ler, OKS’ler de bitti, tatilciler şehri terk etti filan... Uzun zamandır hasretinden prangalar eskittiğimiz bir şekilde trafikte akar giderken... Biliniz bakalım? Evet abi, orada da kazıya başlamışlar. Hiç değilse, tatil döneminde bir kazıya başlamayı akıl edebildikleri için galiz bir üsluba sardırmamaya gayret ederek, yine yeni yeniden Kadir Topbaş’ın kulaklarını çınlattım.
Taksi şoförü, ağzımın içinde yuvarladığım homurtulardan bir anlam çıkaramamış olacak; "Bir şey mi dediniz hanımefendi?" diye sordu.
"Yok bir şey beyefendi" dedim; "Ya bu adam bu işte çok iyi ya da ben çok aptalım."
Dikiz aynasından gözlerini üzerime dikmek kesmemiş olacak ki, bunun üzerine kafayı arka koltuğa çevirip suratıma baktı: "Buyur?"
"Siz önden buyurun" dedim, "önünüze dönün isterseniz, kırmızı yanıyor."
Önüne döndü, frene asıldı; sonra yeşil yandı ve radyodan yükselen müzik, asfaltı kaşıyan devasa aletlerin gürültüsüne karışmış bir hálde, yolumuza devam ettik.
YA BEN ÇOK İYİYİM YA BALIK ÇOK APTAL
Oysa olay gayet basit. O sırada önüme açtığım gazeteden, üç gün içinde aynı balığı iki kez yakalayan adamın haberini okuyordum. İngiliz Bob Watton, arkadaşlarıyla balığa çıkmış ve oltasına kallavi bir balık takılmış. Fakat balığı tekneye çekerken misina kopmuş ve kaçan balık büyük olur ama bu durumda sadece kaçtığı için değil, harbiden de büyük olan balık, ağzında kancayla birlikte süratle uzaklaşmış. Watton, üç gün sonra yine balığa çıkmış ve oltasına yine kocaman bir balık takılmış. Bu sefer balığı tekneye çekmeye muvaffak olmuş ve bir bakmış ki ne görsün? Bu, üç gün önce kaçırdığı balık. Watton, elemanı, hálá ağzında olan kancadan tanımış.
Bu gibi dış kaynaklı haberlerde hep anıldıkları üzre "uzmanlar"a sormuşlar, denizde aynı balığı ikinci kez yakalama olasılığı milyonda birmiş. Şanslı balıkçı bunun üzerine; "Ya ben bu işte çok iyiyim ya da bu balık çok aptal" demiş.
Onu diyordum yani... Ya Kadir Topbaş bu işte çok iyi ya da biz çok aptalız. Üstelik bizim bu oltalara yakalanma olasılığımız ikide bir bile değil. Hani neredeyse bire bir. İşte, İstanbul’da ikamet etmenin bedelini her sakinin burnundan fitil fitil getirmeye ahdettiğini tahmin ettiğim Büyükşehir de "çalışıyor" kardeşim. Ve bizim vergimizle, Allah bilir kimin hayrına, sıkı çalışıyor. Bize de onların "çözüm"lerinden kaçmak üzere geliştirdiğimiz her "çözüm"de, kendimizi aptal mı aptal hissetmek kalıyor.
Ve yine belediye bunu, gururla, her kavşağa, her alt geçide imzasını ata ata yapıyor. Üst geçitlere astıkları pankartlardan bahsetmiyorum. Onlara alıştık artık. Fakat bir de bitirdikleri kavşak ve alt geçitlere vurdukları damgaları var ki hakkında ne desem boş. Çirkin ötesi, beton rengi, arabesk desenli taşların üzerinde düzenli aralıklarla belediyenin logosunu görüyorsun. Giriş ve çıkışlarda da "Başlangıç tarihi şu, bitiş tarihi bu, hedehödö miládı şu" filan şeklinde altın kakmalı taklidi yapan pirinçten tabelalar bir de...
Mağara duvarlarındaki mamut resimlerinden filan tarihini okuyor ya hani insanoğlu, herhálde gelecekte kazı yapanlar da bunlara bakacak ve "2000’li yıllarda burada gerçekten zevksiz ve şehircilikten anlamayan bir ırkın ahvadı yaşıyormuş" diyecek. İnsan zaten yapması gereken işi -ki bu durumda yapmaması halkın faydasına olan işgüzar işi, yanlış işi- böyle dağa taşa nakşeder mi? Böyle bir görgüsüzlük, böyle bir ayıp olabilir mi?
DÜKKANIN ÖNÜ, TIRAŞ OLMUŞ FİNOLAR GİBİ
Zevk demişken, Kaktüs’ün önündeki çiçekleri kaldırtmışlar. Dükkánın önü, tıraş olmuş finolara benziyor. Hani neredeyse zavallı bir manzara. Geçerli bir gerekçeleri varmış. Her yere tek tip bir uygulama yapılacakmış. Tek tip pirinç yazılı lambri tabelalar, tek tip yapma çiçekler, tek tip aydınlatmalar... Taksim Meydanı’nda heykelin önüne devasa bir sümen yerleştirseler, önüne de tahta üzerine -tabii ki pirinçten- kendilerinin isminin yazılı olduğu bir ofis şeysi koysalar, Kadir Topbaş’ın makamını aratmayacak mübarek. İstanbul’un en kozmopolit meydanını ve caddesini orta kademe memuru ofisinin iç bayıcı ortamına döndürdüler. Heykeldeki figürlere de AKP’nin o ruh sıkan kravatından takarlar; tam olur artık...
AKP’nin "vizyonu" bu işte. Vekilleri bile bir örnek, tek tip, insanın ruhunu bayan kravatlar takıyorlar. Hani tip, tip olsa, tek olması bu kadar göze batmayacak belki ama?
Simitçilerin ve mısırcıların Cemil İpekçi’yi pek iyi andığını tahmin etmiyorum açıkçası. Adamların yaz günü kıçından ter damlıyor o acayip TEK TİP üniformalarla. Üstelik de gülünç ötesi görünüyorlar.
ÇANINIZA OT TIKIYORLAR YAPMAMA LÜKSÜ MÜ VAR
Beyoğlu Güzelleştirme Derneği’nin Başkanı Baybars Altuntaş’la konuşuyoruz ara sıra. Ve Beyoğlu’ndaki birçok tanıdık işletmede can çekişen arkadaşlarla. Ondan şikáyet, bundan şikáyet. Ben sonunda artık onlara çemkirmeye başladım. "Eee," diyorum; "Pardon da siz bu konuda ne yapıyorsunuz? Yerinizde olsam, eylem koyar, dava açar, illá ki birlik olur, bir şeyler yapardım. Yapmamayı nasıl beceriyorsunuz? Ekmeğinizle oynuyorlar, çanınıza ot tıkıyorlar. Bir şey yapmamak gibi bir lüksünüz mü var?"
Yapmıyorlar...
Gözleri korkuyor... Damokles’in kılıcı misali tepelerinde sallanan denetim sopasından, belediyenin tehditten beter uyarılarından, hatta birbirlerinden, ortak bir eyleme geçtiklerinde yan dükkánın madik atmasından...
Eh be, diyorsun di mi ey okur? Bu kaçıncı Beyoğlu şikáyetnámesi, bu kaçıncı Topbaş vikviklemesi?
Öyle deme güzelim. Bu ülke yerel meselelerini hálletmedikçe, kendi evinin ve dükkánının önünde ne olduğunu iplemedikçe boka sardırıyor.
Orası da sadece benim mahallem değil, tek tipe mahkûm olmak istemeyen bir zihniyetin, çok tipli evidir. Minyatür Türkiye’dir. Çeşitlilik adına mühim bir kaledir. Ve bu kale bizimdir.
Ayrıca, çoğunluğun pısıp susup durmasından, kendi arasında söylenip durup iş eyleme gelince hiçbir halt yapmamasından da bezmiş durumdayım. El insaf be, koyunlar bile en azından topluca intihar ediyor.
Demem o ki ya bu adamlar aba altından sopa gösterme işini çok iyi biliyor ya da biz çok aptalız.
Enseye tokat dünyaya parmak bir muhabbet
Bu aralar süper güçler arasında bir yılış muhabbettir gidiyor. Bush, bildiğiniz gibi Rusya’daki G-8 zirvesinde, Almanya Başbakanı Merkel’e arkadan yanaşıp, gafil avlayıp omuz masajı yapmaya kadar götürdü işi.
Bizim hükümetle ABD Ankara Büyükelçisi Ross Wilson arasındaki gerilimli atışmalar, Erdoğan’ın Bush’a İsrail’i şikáyet etmek ve Kuzey Irak ile ilgili sitemlerini sunmak için açtığı telefon filan şöyle dursun, Abdullah Gül’ün, Rice’a Condi diye hitap ettiğini öğreniyor, rahatlıyoruz. Rice’ın kendisine isminin o bilindik kısaltmasıyla hitap edip etmediğini bilmiyoruz ama... Bilmesek daha iyi olur zaten. Berbat bir çağrışım malum. Belki gülüm filan diyordur?
Bush dingiliyle Blair tekerinin ne menem bir muhabbette olduğunu da biliyoruz ayrıca: "O’lum şu Ortadoğu’da bu boku yemesinler diyorum, hey, sen ne dersin?" "Sorma be baba, bence de ama işte, ehe, dinlemiyor keratalar..."
Bu arada, G-8 filan bahane; lağımdan akıp gidiyor Kyoto’lar mıyotolar... Çevre mi, küresel ısınma mı, politikasına yandığımın enerjisi mi??? Lübnan’da bir günde 70, Irak’ta iki ayda 6 bin ölü...