Hacettepe’de nöbetçi olduğum günler gelir aklıma. Nöbette uyuma şansımız pek olmazdı. Ya klinikte yatan hastalarla ilgilenirdik ya da sık sık acilden çağırırlardı. Acil servisler psikiyatri bölümlerinden en çok intihar vakaları nedeniyle konsültasyon isterler. Genelde her gece birkaç intihar vakası mutlaka gelirdi. Bayram seyran, yılbaşı gibi özel günlerde, bu sayı artardı. Demek ki özel günlerde insanlar daha hassas oluyorlar.
Gece kuşu olsam da, saat üçü geçince kulaklarım düşer, yatağın yolunu zor bulurum. Bu yüzden hayatımda gece üçten sonrası pek yoktur benim ama nöbetteysen uyumayacaksın. Ben de içimden derdim ki, madem uyumuyorum, bari hayatın hiç yaşamadığım saatlerini de göreyim. Hacettepe’nin koridorlarında üzerimde beyaz doktor gömleğimle gezerken bile aklım hem içeride, hem de dışarıda akan hayatta olurdu.
Bir kadının içinde bulunduğu olumsuz koşullara rağmen okuyup meslek sahibi olması, ayakları üzerinde durabilmesi, hayata güvenle bakabilmesi ne güzel değil mi? İşte Özden Hanım da o kadınlardan biri... Ben Özden Hanım’a da, anlattıklarına da bayıldım. Umarım siz de beğenirsiniz.
Özden Hanım anlatıyor:
“Her çocuğa sorulan sorudur ‘Büyüyünce ne olacaksın?’... Kimi heyecanla “Doktor!” der boynunda stetoskop ve beyaz önlüğüyle kendini düşlerken, kimisi öğretmen olmak istediğini söyler gururlanarak. Bir yandan da kendini tahta önünde ders anlatırken, öğrencilerine sorular sorarken hayal edip gülümser. Kimi hemşire, kimi itfaiyeci, kimi polis, kimi de pilot olmak istediğini söyleyip gözlerinin içi gülerek o günlerin hayalini kurar.
Adı Ali’ydi. İç Anadolu’nun bir köyünde doğmuş, ilkokuldan sonra bir daha okula gitmemiş, 17-18 yaşlarında İstanbul’da bir akrabasının yanına gelmiş ve inşaatlarda çalışmaya başlamış. Köyde bir sevdiği varmış, aile onu başkasına verince o da kendini İstanbul’a dar atmış. Askerliğini de yaptıktan sonra bir daha köye dönmemiş.
Aile çiftçilikle geçiniyor, çocuklar biraz büyüyünce tarlada hiç olmazsa getir götür işlerine bakıyormuş. Aile zar zor geçindiğinden kızları bir an önce evlendirmenin, oğlanları da şehre gönderip üç beş kuruş para kazanmasının peşindeymiş. Ne kazanırlarsa, çoğunu herkes köye gönderiyormuş.
Ali önce inşaatlarda amelelik, sonra küçük lokantalarda garsonluk yapmış. Onun gibi yersiz yurtsuz pek çok arkadaş edinmiş. En büyük eğlenceleri izinli günlerinde ya da saatlerinde ıssız bir deniz kenarında bir yandan denize bakarken bir yandan bira içip kadınlardan, kızlardan konuşmakmış. Her birinin kadınlarla ilgili anlatacağı bir şeyler varmış; Ali hariç.
UTANGAÇ, KORKAK...
Zaten çocukluğundan beri az konuşan, alıngan, çekingen, korkak bir çocukmuş Ali. Babası hepsini çok döver ama en çok Ali ağlar, o ağladıkça “Sen ne biçim erkeksin” diyerek onu daha çok dövermiş. Köy yerinde babaların çoğu dövermiş çocuklarını. Bazı anneler çocukları çok dövülünce kızar, araya girer, bazılarıysa, Ali’nin annesi gibi sadece uzaktan bakmakla yetinirmiş.
Ben sanırım o zamanlar henüz 4-5 yaşlarındaydım. Ankara Varlık Mahallesi’ne sel gelmişti. Ankara o zamanlar büyük, gelişmenin, medenileşmenin heyecanını yaşayan bir kasaba gibiydi. Nerede yangın olsa, sel gelse ya da bir cinayet işlense bunu daha gazeteler yazmadan kulaktan kulağa herkes duyar, meraklanır ve akın akın olay yerine giderdi.
ŞEKERLİ SU İÇİRİYORLARDI
Gece vakti, annem, bütün komşularla birlikte kız kardeşimle benim ellerimizden tutmuş, sel gelen mahalleye götürmüştü. Ortalık karanlıktı. Bir çukurun içindeki evler yarı beline kadar suyun içinde kalmış, büyük bir kalabalık bu çukuru çevrelemiş, kimi olayı korkuyla, merhametle seyrediyor, kimileri kayıklarda kürek çekerek evlerin çatısına çıkan insanları kurtarmaya çalışıyor, kimileri de yine suyun içinde onlara yardım ediyordu.
Kurtarılanlar kıyıya, bizim olduğumuz yere çıkarılıyor, kalabalığı oluşturan herkes selden kurtarılanların başında, kimi yanında getirdiği temiz sularla çıkanların önce yüzünü yıkıyor, sonra da her birine
Şiddet artık bilimde ve teknolojide inanılmaz keşiflere imza atmış, sanatın her dalında harikalar yaratmış, ciltler dolusu kitaplar yazmış, internet aracılığıyla dünyayı ayağımıza getirmiş, uzaya gitmiş biz insanlara hiç yakışmıyor.
Şiddet sadece karşınızdakine gösterilen fiziksel saldırı değildir. Bunun karşındakini öldürmeye kadar gideni var, yaralama var, tehdit var, şantaj var, aşağılama, kınama, utandırma var, cinsel taciz ve tecavüz var.
HER ALANDA MEVCUT
Şiddet aslında hayatımızın her alanında var.
Geçen günlerden birinde sanatçılarımızdan biri, konsere çıkarken giydiği kıyafet nedeniyle sosyal medyada adeta linç edildi. Bizler onu beğenmek zorunda değiliz. Ama linç etmek, hakaret etmek neden?
Bizim toplumumuzda açık giyen de var, kapalı giyen de. Başını örten de var, açan da... Onlar bizim düşmanımız değil, hepsi de bizim insanlarımız, yani içimizden biri onlar. Tam tersine birbirimize kenetlensek; yargılamak, ayıplamak, yermek, aşağılamak yerine elimizden geldiğince birbirimize destek olmaya çalışsak ne güzel olurdu.
Bizler aslında çok
O gün, uzun boylu, kumral, saçlarını arkasında toplamış, dudağındaki pembe rujdan başka makyajı olmayan, güzel yüzlü, kırklı yaşlarda bir kadın giriyor benim kırmızı odama. Üzerindeki lacivert etek ceket ve elindeki büyükçe çantayla çalışan bir kadın olduğu hemen anlaşılıyor.
Bana anlatacağı şey her neyse, bundan çok utandığını hemen anlıyorum. Onu rahatlatmak için kurduğum bir iki cümleden sonra, başını önüne eğerek, usul usul başlıyor anlatmaya:
- Hocam ne olur, beni ayıplamayın. Artık bu yaşadıklarımı biriyle paylaşmam gerekiyor. Belki siz bana bir yol gösterirsiniz. Ben 15 yıllık evliyim ve on üç yaşında bir kızım var. Ve hâlâ kocamdan dayak yiyorum.
‘KADIN OLMAK SUÇ MU’
İçime ince bir sızı yayılıyor. Dayağı yiyen o, bundan utanan yine o.
MERHABA sevgili okurlarım,
Geçmiş yıllardan birinde bana gelen genç bir kadın söze şöyle başlamıştı:
“Hocam, ben iki arada bir derede kaldım. Boşa koyuyorum dolmuyor, doluya koysam almıyor. Ne yapacağımı şaşırdım. Herkes bir akıl veriyor, ona da benim aklım yatmıyor. Ben beş yıllık evliyim. Liseyi bitirdiğim yıl üniversite sınavlarını kazanamayınca babam beni hemen evlendirmeye kalktı. Yaşım daha 18 bile olmamıştı. Benim de aklım okula gidip gelirken tanıştığım Rahmi’deydi zaten. Annem biliyordu ama babama korkudan söyleyememiştik. Rahmi benden beş yaş büyüktü ve bir süpermarkette çalışıyordu. Ailemin ise gözü yükseklerdeydi. Aslında ben de isterdim işi gücü daha iyi biriyle evlenmeyi ama babamın beni vereceği tipleri aşağı yukarı tahmin edebiliyordum.”
‘İÇKİ İLE İYİCE DARALDIK’
Yıllardır her gün akşama kadar birbirinden çok farklı insanların hayat hikâyelerini dinlerken, kimselere göstermedikleri içdünyalarının rengârenk dehlizlerinde gezinirken insan eğer çok ister, çok dikkat eder ve kulak kesilirse, bir zaman sonra çok uzaktan da olsa hayatın sesini duymaya, onun kendine has bir dili ve matematiği olduğunu görmeye başlıyor.
Doğduğumuz evlerin, yaşadığımız geçmişin, yakın ilişkilerimizin geleceğimizi nasıl şekillendirdiğini, doğduğumuz evlerde bize öğretilen katı çocukluk inançlarımızın, o evlerde aldığımız yaraların eline kalemi alıp kaderimizi nasıl bir bir yazdığını bir anda görüveriyor insan.
Kendi irademizle aldığımızı sandığımız kararların, yaptığımız seçimlerin pek de öyle olmadığını, hiç istemediğimiz, kendimizi çaresiz hissettiğimizde kurulan tuzakların aslında bizim eserimiz olduğunu, kader dediğimiz şeyin alnımıza o evlerde, anne babalarımız ve beraber yaşadığımız en yakınlarımız tarafından yazıldığını zaman içinde görüvermek nasıl bir duygu acaba, hiç düşündünüz mü?
OLAMAZ, O CANİ İÇİMİZDEN BİRİ