Paylaş
Hacettepe’de nöbetçi olduğum günler gelir aklıma. Nöbette uyuma şansımız pek olmazdı. Ya klinikte yatan hastalarla ilgilenirdik ya da sık sık acilden çağırırlardı. Acil servisler psikiyatri bölümlerinden en çok intihar vakaları nedeniyle konsültasyon isterler. Genelde her gece birkaç intihar vakası mutlaka gelirdi. Bayram seyran, yılbaşı gibi özel günlerde, bu sayı artardı. Demek ki özel günlerde insanlar daha hassas oluyorlar.
Gece kuşu olsam da, saat üçü geçince kulaklarım düşer, yatağın yolunu zor bulurum. Bu yüzden hayatımda gece üçten sonrası pek yoktur benim ama nöbetteysen uyumayacaksın. Ben de içimden derdim ki, madem uyumuyorum, bari hayatın hiç yaşamadığım saatlerini de göreyim. Hacettepe’nin koridorlarında üzerimde beyaz doktor gömleğimle gezerken bile aklım hem içeride, hem de dışarıda akan hayatta olurdu.
Neler neler geçerdi aklımdan. Hastanede dört gözle sabahı bekleyen hastalar bir yanda, sıcak evinde yorganına sarılmış, uykunun en derinini uyuyanlar bir yanda dururdu kafamda. Bir süre 8’inci kattaki nöbetçi doktor odasının penceresinden uzaktan titreyen Ankara’nın ışıklarına bakar, oradan sekiz kat alttaki acil servisin koridorlarındaki kalabalığın içine dalardım.
Acil servislerde gece gündüz yoktur. Orada herkes, her an işinin başındadır. Saatin kaç olduğuyla kimse ilgilenmez. 24 saat yaşar acil servisler. Oradan oraya koştururken işi olmayan kimse kimseye doğru dürüst selam bile vermez. Hep bir uğultu vardır acilin koridorlarında. Bağıranlar, çığlık atanlar, ağlayanlar, oradan oraya koşturanlar, sürekli açılan kapanan kapılar, hızla çekilen sedyelerin şangırtısı, yatakları birbirinden ayıran perdelerin bir o yana, bir bu yana çekilme sesleri, sedyelerin tekerleklerinin gıcırtıları, enjektöre çekilmek için hemşireler tarafından kırılan ampullerin çıt edişleri, “Hemşiraanım...” diye bağıran doktorlar, doktor bey, doktor hanım diye feryad eden hemşireler...
Siz de girersiniz o kargaşanın içine...
SANİYELER BİLE ÖNEMLİ
Bir de yaşamla ölüm arasında geçen saniyeler çok önemlidir acil servislerde. O tür hastaların acilin kapısından içeri girmesi bile farklıdır. Ambulanstaki görevliler böyle bir hasta getirdiklerini zaten önceden servis doktorlarına haber verirler. Gelen ya kalp krizi geçirmektedir, ya kazadan sağ kurtulanlardır ya da kavgada yaralananlardır. Bir de bıçak ya da kurşun yarası alanlar, zehirlenmeler ve intihar vakaları vardır.
Mevsim yazsa boğulmalar da sık gelir.
Sanırım son aylarda bütün bunlara bir de yangında yaralananlar, selden zarar görenler eklendi.
GÜRÜLTÜ HEMEN ARTAR
Bu tür hastalara ilk yardım zaten ambulans görevlilerince yapılmıştır ancak durum kritiktir.
İşte böyle durumlarda acilin öbür ucundan servise böyle bir hasta geldiğini anlarsınız. Zaten var olan gürültü, patırtı bir anda artar. Bir grup doktor ve ellerinde önceden hazırlanmış enjektörleriyle koşan hemşireler, önüne çıkan herkese çarparak koşarlar. Sedyenin etrafı bir anda dolar. Hatta bazen doktor sedyenin üstüne bile çıkar, kalp masajı yapmak için. Hemşirelerin her biri hastanın etrafında, ne yapacağını bilen birinin kararlılığıyla hareket eder. Kimi kolundan tansiyon ölçerken, kimi diğer koluna bir an önce serum takabilmek için damar yolu açmaya çalışır.
DÜNYADAN KOPULUR
Kanaması varsa kimi kanı durdurmaya çalışırken, kimi çoktan kan arayışına başlamıştır. O gürültünün içinde herkes yine de birbirini duyar. Doktorların her biri hemşirelerden başka bir şey ister ve onlar koşarak istenileni bulmaya çalışır. Doktor o anda artık dünyadan tamamen kopmuştur. Bütün dikkati, aklı fikri, bildiği, bilmediği her şeyi elinin altında can çekişen hastanın üzerindedir. Onu Azrail’in elinden alabilmek için bütün gücünü kullanır.
ÖLÜM KALIM SAVAŞI OLDU
Hiç unutmam, öyle günlerden birinde acile Hacettepe’de görevli doktor hanımlardan biri anaflaktik şokla getirilmişti ve o anda ben de oradaydım. Kıza yediği bir şey alerji yapmış, bir anda nefes alamaz hale gelmişti. Allah’tan hastaneye yakın bir yerde oturuyordu ve gecikmeden getirmişlerdi. Kızcağız ölmek üzereydi. O gün adeta acilde ölüm kalım savaşı yaşanmış, herkes birden sedyenin etrafını sarmış, doktorlar, hemşireler birbirinden komut almadan kıza her türlü müdahaleyi yapmış ve genç doktorumuzu hayata geri döndürmeyi başarmışlardı.
Onun kurtulduğunu görünce terden sırılsıklam olan acilin kahramanları derin bir oh çekerek acilin bahçesine çıkmış, “Su yok mu, su” diye içeri sesleniyorlardı. Ne kadar yorulduklarının, ne büyük bir stres yaşadıklarının kendileri bile farkında değildi. Onlar görevlerini yapıyordu.
Doktorluk güzel olduğu kadar da zor bir meslektir. En küçük bir hatanızda ya da en olmadık zamanda yaptığınız en küçük bir ihmalde hastayı kaybedebilirsiniz. Doktor eğer elinden geleni yaptığından eminse, yine de kayıptan etkilenir, üzülür. Ancak emin değilse bu kayıp doktoru çok daha kötü etkiler. İçini derin bir suçluluk duygusu kaplar.
DOKTORLAR DA AĞLAMAZ
Doktorlar bunu aralarında pek konuşmazlar çünkü kayıptan duyulan üzüntü bir de etrafa yayılsın istemezler. Hani halk arasında eskiden çok söylenen bir söz vardı ya; “Erkek ağlamaz”... Sanırım benzer bir şeyi doktorlar da hisseder ve zihinlerinde “Doktor ağlamaz” diyen bir ses yankılanır durur.
Kırmızı Oda dizisinde doktor rolünü oynayan sevgili sanatçımız Binnur Kaya da, arada sırada hastalarından çok etkilenip ağlıyor. Herkes onun orada rol yaptığını, oyuncu olarak ağlaması gereken sahnelerde ağladığını sanıyor. Oysa o dizinin hikâyelerini veren biri olarak size açıkça söylemek isterim ki biz ona hiçbir zaman ağla demiyoruz. Senaryonun hiçbir yerinde doktora “ağla” diyen bir kelime bile yok. Ancak bazen senaryo öyle acıklı oluyor ve hastayı oynayan oyuncu da rolüne kendini öyle bir kaptırıyor ki Binnur onu dinlerken ağlamadan duramıyor. Ne de olsa sevgili Binnur Kaya tıp eğitimi almamış. O bir doktor değil, son derece işinin ehli bir sanatçımız ama hepsinden öte o bir insan. Duyguları çok yüksek bir insan...
KIYMETİNİ BİLİYOR MUYUZ
Buna rağmen seyircilerimizden arada bir “Doktor neden ağlıyor?” diyen tepkiler aldık. Demek ki sadece doktorların değil, halkın da zihninde aynı şey yazılı; doktor ağlamaz...
Ağlamaya bile hakkı olmayan doktor ve hemşirelerimizin kıymetini biliyor muyuz diye sorsam mı acaba?
Böyle biraz katı olmaya, duygularımızı belli etmemeye henüz Tıp Fakültesi öğrencisiyken yavaş yavaş hazırlar bizi hayat. Daha 2’nci sınıfta, anatomi dersinde kadavralarla karşılaşırız. O kadavraya hiçbir tepki göstermeden bakmak ve sonra da dokunmak zorundadır öğrenciler. Tıp Fakültesi 2’nci sınıf öğrencisi henüz kaç yaşındadır ki... Olsa olsa 19, 20 ya da 21.
İLK KADAVRA GÖRÜŞÜM
Ben o günü de hiç unutmuyorum. Sanırım henüz 19 yaşındaydım ve ilk kez bir kadavra görecektim. Koca salon buz gibiydi, değişik bir koku yayılıyordu etrafa ve salondaki masaların üzerinde rengi kahverengiye dönmüş ölü insanlar yatıyordu. İçimden dualar ederek, her yanım korkudan kaskatı girdim içeri. Diğer öğrencilerin de benden bir farkı yoktu.
Kimi kadın, kimi erkek, kimi genç, kimi yaşlı kadavraların başına dizildik. Bir zamanlar, bizim gibi o da yaşıyordu. Bir ailesi, kafasında kim bilir ne sorunları vardı. Neden ölmüştü acaba? Acemilik işte... Bu sorulardan zihnimi bir türlü kurtaramıyordum.
Zamanla her şeye alışıyor insan. Gerçi ben buna en az alışabilen doktorlardan biriyim hâlâ... O salonda tam bir yıl o kadavralara dokunduk, elledik, tek tek tüm organlarına baktık, her yana uzanan sinirleri ortaya çıkardık, kestik, biçtik, sonra da kadavra başında sınava girdik.
RUHLARI DA ÇELİK GİBİ
Yine acil servislere geri dönecek olursak, içerde doktorlar oradan oraya koştururken bir de kapının önünde hastalarının durumunu merak eden aileler vardır. Hepsi korku ve telaş içindedirler. Hastaları acil servislere alındığına göre durumu kritiktir. Kimi ağlar, kimi bir haber alabilmek için kapıları zorlar, bağırır, çağırır, olay çıkarır. Bir taraftan onlar da haklı. Öldü mü, kaldı mı bilmiyorlar ancak büyük hastanelerin acil servislerinde öyle hızlı bir tempo vardır ki, oradaki görevlilerin hasta yakınlarına ayıracak pek fazla vakitleri olmaz. Kimi hasta doğrudan ameliyat edilmek üzere cerrahi servislere yönlendirilir, kimine gerekli tedavi yapılıp taburcu edilir.
Özellikle kapasitesi yüksek üniversite ya da devlet hastanelerinde, sürekli acilde çalışan doktorların yanı sıra, her klinikte birden fazla nöbetçi doktor bulunur. Klinikteki nöbetçiler hem o klinikte yatan hastalardan sorumludur, hem de acilin ihtiyaçlarına cevap vermek zorundadır.
O DUYGUSUZ İFADE
Doktor eğer hastasını öyle ya da böyle kaybetmişse, bunu aileye söylemekte çok zorlanır. Birkaç dakika kendini buna hazırladıktan sonra, olabildiğince duygusuz bir yüz ifadesiyle çıkar ailenin karşısına. Bu da üzerlerine giydikleri doktor önlüğü gibi, ruhlarına giydirdikleri çelik yelek gibidir. Nasıl ki o önlük çoğu zaman kan revan içinde kalabiliyorsa, doktor gerekli önlemi almazsa, ruhu da aynı derecede yara alır.
Ne de olsa doktorun işi sabah erkenden, her gün kim bilir kaç kişinin hayatını kaybettiği o hastanededir. Eğer ruhuna çelik yelekleri giydirmezse, herkes gibi hayatını devam ettirmesi çok zor olur.
İşte benim için de durum böyleydi. Acilden çağırdıkları anda, koşarak klinikten çıkar ve acil servise gitmek üzere asansöre binerdim.
HEP SEBEPLERİ OLURDU
Beni çağıran acil doktorunu bulur, önce bana verdiği bilgileri alır, sonra da hastanın bulunduğu yatağa yaklaşır, aradaki perdeyi çeker ve onunla konuşmaya başlardım. Benden önce hastanın hayati durumu için gerekli müdahaleler yapılmış olur, hayati tehlikeyi atlattıktan sonra görüşürdüm hastalarla. Bunların büyük kısmı intihar girişiminde bulunan hastalar olurdu. Hepsinin de ölmek için irili ufaklı pek çok sebebi vardı ama yaşamak için sebep kalmamıştı.
Çoğu da genç olurdu. Gençler bilmez hayatın değerini. Bunu bile yaşadıkça öğreniyor insan.
Psikiyatristler için en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün intihar denemeleri önemlidir. Bizler bunu çok ciddiye alırız çünkü biliriz ki, bir kere denemişse, ailenin bunu çok ciddiye alması gerekir. Yeniden deneme ihtimali yüksektir.
Hastayla işim bitince sıra aile ile görüşmeye gelirdi. Aile bana daha geniş bilgi verir, ben onlarla uzun uzun konuşur, durumu ciddiye almalarını, mutlaka bir an önce psikiyatri polikliniğine başvurmalarını önerir, hatta bazılarının hastaneye yatışını yapar, sonra da hastanın acildeki doktoruna gerekli önerileri yapar, ilaçlarını verir, hasta dosyasını doldurur, öyle çıkardım acilden.
GÜN DOĞUMUNU İZLERDİM
Acilden çıkınca, saatler de epeyce ilerlemiş, sabah olmak üzereyse genellikle Hacettepe’nin 7 no’lu kapısından elimde bir fincan kahveyle çıkar, gündüzleri hasta sahiplerinin oturduğu banklardan birine oturur, güneşin doğuşunu beklerdim. Acil servisin aksine burada çıt çıkmaz, gecenin karanlığı ve sessizliğine bırakıverirdim kendimi. O zaman ruh halim bir anda değişir, gökyüzüne baktıkça dünya adlı bir gezegende küçücük hissederdim kendimi.
Orada üşüsem de oturmaya devam eder, güneş ne zaman doğacak diye bekler dururdum. Arada bir yanımdan geçen hasta sahipleri ya da bir yerden bir yere malzeme getirip götüren müstahdemler beni orada görünce önce irkilir, sonra başlarıyla beni hafifçe selamlayarak yollarına devam ederlerdi.
Kulağım seste, etrafa bakınırken beklediğim ses çok uzaklardan gelirdi. Sabah ezanının sesi... Her ezan sesi başka türlü etkiler insanları ama o sessizlikte şehre yayılan sabah ezanının sesi, insanın tüylerini diken diken eder.
Huşu içinde, hiç kıpırdamadan dinlerdim ezanı. Bittiği anda sanki derin bir uykudan uyanır gibi gözlerim gökyüzünü taramaya başlardı. O ses zaten bunu bana önceden haber vermişti. Artık gün doğacaktı.
Önce hafif bir mavilik belirirdi havada. Elimdeki kahve fincanının ve üstümdeki doktor gömleğinin beyazı seçilir hale gelirdi. Asıl şölen ondan sonra başlardı. Sanki sürekli değişen bir renk cümbüşü başlardı gökyüzünde. Maviden kızıla doğru dönerken kat kat olurdu gökyüzü. Her katın rengi farklı. Başımı kaldırıp sürekli gökyüzüne bakmaktan boynum ağrımaya başladığı sırada hızla yerimden kalkar, girerdim içeri.
ÇAYIN DUMANINDAKİ ŞEFKAT
Uzun bir koridor vardı önümde yürümem gereken. O koridor bir türlü bitmez, bizim kata çıkacak asansörlerin önüne bir türlü gelemezdim. Arkamdan atlı kovalarmış gibi adeta koşardım asansörlerin başına. Bizim kata gelip de servisten içeri girince oh derdim, sanki uzun bir yoldan evime gelmişim gibi...
O saatte hemşire odasında bir telaş başlamış olurdu. Nöbet değişimi... Kızlar nöbeti devretmeden önce yapmaları gerekenleri bitirmeye çalışır, beni de bir çay içmeye davet ederlerdi o odaya. Hemşire odasında kaynayan çayın dumanı, o saatte ilaç gibi gelirdi bana. O dumanda bir şefkat, bir kucaklama, bir güven duygusu vardı. Yalnız değilsin derdi bana o dumanlar.
HEMEN BASARDIM ZİLE
Kahve üstüne içilen çay yorgunluğumu biraz alsa da, hiç uyumadan geçen bir günün sabahı insan kendini çok yorgun hissediyor. Nöbeti biten hemşireler giyinmiş giderken imrenerek bakardım onlara. Sonra yavaş yavaş doktorlar gelir, gün kaldığı yerden devam eder, ben de işe daldıkça unuturdum yorgunluğumu. Akşam olur, mesai biter, gömleğimi çıkarırken bu sefer de hemşireler bakardı bana imrenerek.
Öyle günlerde eve gitmenin keyfi bir başkaydı. Ne de olsa bir gün önce çıkmıştım evden. Sanki aylardır evimden uzaktaymışım gibi hisseder, yine atlılar kovalamaya başlardı beni. Kapıyı çalmanın heyecanıyla tırmanırdım merdivenleri. Hemen basardım zile...
Anahtarla açmak yerine kapıyı çalmak! Aman Tanrım! Dünyada bundan daha güzel, daha heyecan verici ne olabilir ki? Hem de evde beni dört gözle bekleyen ailem varken...
Şimdi genellikle kapıyı anahtarla açmak zorunda kalıyorum. Evde beni bekleyen kimse yok. Her kadın gibi anahtarı da uzun süre bulamıyorum çantamda.
BİRLİKTE İÇİMİZ YANIYOR
Ne yapalım! İnsan her şeye alışıyor. Yalnızlığa bile...
Orası benim evim. Kırmızı koltuklarım, köşede yanan kırmızı lambam ve kitaplarım var.
Çalışma masam beni özlemiştir.
Yine yazılacak çok şey var.
İnsan zorda kalınca kendine tutunacak bir dal buluyor her zaman. Bu da Tanrı’nın biz insanlara en büyük armağanlarından biri galiba...
Son günlerde ne büyük felaketlerle karşılaştı ülkemiz. İnsanlarımız ne çok kayıplar verdi, ne acılar yaşadı.
Sadece o acıları bizzat yaşayanlar değil, hep birlikte bundan çok etkilendik. Bu olaylardan başka bir şey konuşamaz, düşünemez olduk. Eskiden olay bizden uzaktaysa sadece olayı duyardık, oysa şimdi gerek televizyonlardan, gerekse internetten hepsini görüyor ve insanların neler yaşadığını hissediyoruz.
Bizler duygulu bir milletiz. İyi ki de öyleyiz. Çabuk kızıyor, çabuk celalleniyor ama bir o kadar da acıları paylaşmayı biliyoruz. Hep birlikte içimiz yanıyor.
Umarım bir gün... Çok uzak olmayan bir gün, güzel duygularımızı, sevgiyi, şefkati, merhameti, paylaşmayı kaybetmeden, öfkemizi kontrol etmeyi de öğreniriz.
Hoşça kalın,
Sevgiyle kalın.
Paylaş