Paylaş
Ben sanırım o zamanlar henüz 4-5 yaşlarındaydım. Ankara Varlık Mahallesi’ne sel gelmişti. Ankara o zamanlar büyük, gelişmenin, medenileşmenin heyecanını yaşayan bir kasaba gibiydi. Nerede yangın olsa, sel gelse ya da bir cinayet işlense bunu daha gazeteler yazmadan kulaktan kulağa herkes duyar, meraklanır ve akın akın olay yerine giderdi.
ŞEKERLİ SU İÇİRİYORLARDI
Gece vakti, annem, bütün komşularla birlikte kız kardeşimle benim ellerimizden tutmuş, sel gelen mahalleye götürmüştü. Ortalık karanlıktı. Bir çukurun içindeki evler yarı beline kadar suyun içinde kalmış, büyük bir kalabalık bu çukuru çevrelemiş, kimi olayı korkuyla, merhametle seyrediyor, kimileri kayıklarda kürek çekerek evlerin çatısına çıkan insanları kurtarmaya çalışıyor, kimileri de yine suyun içinde onlara yardım ediyordu.
Kurtarılanlar kıyıya, bizim olduğumuz yere çıkarılıyor, kalabalığı oluşturan herkes selden kurtarılanların başında, kimi yanında getirdiği temiz sularla çıkanların önce yüzünü yıkıyor, sonra da her birine şekerli su içiriyorlardı. Biz kardeşimle korku dolu gözlerle onlara bakıyor, bir yandan da annemizin elini daha sıkı tutuyorduk.
KORKANA VERİLİRMİŞ
Neden şekerli su? Çocukluk işte, her şey gibi bunu da merak etmiştik. Annem: “Kızım, korkana şekerli su içirilir, sizin de aklınızda olsun e mi?” demişti bana. O gün annemden duyduğum bu sözü hiç unutmadım. Yıllar sonra doktor olunca bu şekerli su konusuna bu sefer bilimsel yönüyle baktım ve annemin ne kadar haklı olduğunu gördüm.
Tıpta hastanelerde yapılan ilk iş hastaya damar yolu açılarak serum takmaktır. En sık takılan serumun içinde ne vardır? Şeker! Yani hastalarımıza damardan şekerli su veririz. Su, ruha da, bedene de şifadır. Hele bir de o bir bardak şekerli su, çocukların başı okşanarak, onlara şefkat ve yakınlık göstererek içiriliyorsa, suyun ve şekerin şifası bir kat daha artar.
YA BİZE DE OLURSA
O günden hatırımda kalanlara geri dönecek olursak... Kimileri de yanında getirdikleri battaniyelere sarıyordu sudan çıkanları. Annemin cepleri zaten kâğıtlı şeker doluydu. Kadınlara, çocuklara bunları dağıtırken her birinin sırtını sıvazlıyor, onları rahatlatacak sözler söylüyordu.
O kalabalığın içinde benim yaşlarımda bir çocuk, annesinin ıslak eteğini tutmuş, “annee, eve gidelim” diye ağlıyordu. O gün orada gördüğüm hiçbir ayrıntı hafızamdan silinmedi ama o çocuğun gözlerinden akan yaşlar, iç çekişleri ise adeta zihnime kazındı. Çocuk yarı beline kadar suyla dolmuş evlerine dehşet içinde bakıyor, parmağıyla hep evini gösteriyordu. Kız kardeşimle sık sık birbirimize bakıyor, birbirimizden cesaret almaya çalışıyorduk. İkimizin de zihninden aynı şeyler geçiyordu; “ya bizim evimiz de böyle olursa...”
YAKININI KAYBETMEK GİBİ...
Bir çocuk için, içinde yaşadığı evin ne kadar önemli olduğunu o günden sonra hiç unutmadım. Sadece çocuk için mi? Hepimiz için öyle. İnsanın bu tür bir felaketle evini kaybetmesi, en sevdiği yakınını aniden kaybetmesi kadar acı vericidir. Evlerimiz, bizi hayatın her türlü kötülüğünden ve tehlikelerinden kurtaran, koruyan, sarıp sarmalayan, bize güven veren tek sığınağımızdır. Bu ev bir kulübe bile olsa...
O evde dövülsek de, sövülsek de, aşağılansak da, hırpalansak da o ev bizim evimizdir. O ev bizim, biz de o evin sahibiyiz. Dışarda bulamadığımız güveni yine o evler verir bize.
O ÇOCUK BİZE GELDİ
Yine o gün, sudan çıkarılan insanlara gösterilen merhamet, yakınlık, şefkat, onlara uzanan sıcacık bir yardım elinin ne kadar değerli olduğunu gördüm. Gecenin oldukça geç bir saatiydi ve insanlar nereye sığınacaklarını şaşırmışlardı. İşte o kalabalık o insanları bir bir taşıdı kendi evlerine. Bize de “annee, eve gidelim” diye ağlayan çocukla annesi düştü.
Önce banyoya girdiler çünkü ikisinin de üstü başı çamur içindeydi. Bu sırada annem üstlerine giyecek bir şeyleri çabucak buldu. Ardından sıcak bir çorba koydu önlerine. Evimiz küçüktü. İki tane odamız vardı. Birinde biz çocuklar yatardık, birinde de annemle babam. O gece biz çocuklar için annemlerin odasında yatak hazırlandı, misafirlerimiz de bizim odamızda kaldı.
O YARIŞLARI ÖZLEDİK
Kadının eşi askerdeymiş. Ertesi sabah erkenden, anneme bin bir dua ederek çıktılar yola. Sonra nereye gittiler, ne yaptılar bilmiyorum. Ama eski Ankara işte böyle bir şehirdi. Herkes herkese sahip çıkar, insanlar birbirine yardım etmek için adeta yarışırdı.
Ne güzel yarışmış onlar! O yarışları özledik.
ORMANLARI YAKMAK İNSANLIK SUÇUDUR
Yüzlerce, binlerce yılda oluşan doğanın en kıymetli hazinelerinden biri olan ve içinde binlerce canlının yaşadığı ormanları yakmak insanlık suçudur. Düşmanınız bile olsa bir ülkenin ağacını, toprağını, ormanını yakmayın. Bir gün düşmanlıklar biter ama yok olan ormanı, zarar gören doğayı eski haline getiremezsiniz.
Biz insanların asıl evi dünyadır. Sevgili gezegenimiz sadece bizlerin değil, gelecek nesillerin yani çocuklarımızın, torunlarımızın da evidir.
Biz insanlar dünyamızın tek sahibi değiliz. Onlar yani dağlar, tepeler, ormanlar, denizler, hayvanlar, bizden çok önce var olmuşlar dünyamızda. Biz hepsinden sonra gelmiş, üstelik kendimizi dünyanın efendisi sanmışız. Oysa Dünya, üzerinde yaşayan canlı cansız hepimizin. Hepsi varsa biz de varız.
Bizler birbirimize hep muhtacız. Onun için birlikte, toplu halde yaşıyoruz ya...
Komşu komşunun külüne muhtaçtır derlerdi eskiler. Şimdilerde komşu komşuyu tanımıyor bile. Yan dairede adam öldürüyorlar, bu taraftakinin haberi yok. Oysa en çok ihtiyacımız olan güven duygusunu ancak birbirimizde bulabiliriz.
ELLERİ RUHLARIMIZ DÜŞMAN BELLEDİ
Ben yerine biz demeyi unutalı, yaşadığımız evin dışında her yer bize yabancı oldu. Elin evi, elin mahallesi, elin bahçesi, denizi, hayvanı, ormanı oldu. Elleri ruhlarımız düşman belledi. Onun için her yeri kirletiyor, çöplerimizi ortalığa bırakıp gidiyor, hayvanları korumuyor, bizim diyemediğimiz doğayı hunharca katlediyoruz.
Bir yandan da günümüzde biz diyebilmek eskisi kadar kolay değil. Dünyanın haline baksanıza!
Bizler eskiden az çok birbirimize benzerdik. Parasının hesabını bile bilmeyip o parayı nereye saçacağını şaşıranlar yoktu. Komşumuz açsa, biz tok, üzgünse biz mutlu yatamazdık. Kimse parasıyla böbürlenmez, parası olmayanlara tepeden bakmazdı. Bizler en çok okuduğumuz kitaplarla, bitirdiğimiz okullarla, sahip olduğumuz meslekle, ailelerimizle övünür, ailelerin de en büyük övünç kaynağı okumuş, bir meslek edinmiş, namuslu, terbiyeli çocukları olurdu.
Geçen gün internette, her yıl, dünyanın en zenginlerinin Amerika’da “Güneş Vadisi” adı verilen bir yerdeki dev bir tesiste bir araya geldiğini okudum. Adına “Yaz kampı” denen bu toplantıya dünyanın en zengin 25 işadamı katılmış. Kampa katılanların toplam servetlerinin ise 825 milyar dolar olduğu yazılıydı.
825 milyar dolar ne demek, bir türlü hayal edemedim. Kimileri bu paranın dünya nüfusunun yarısının tüm varlıklarından bile fazla olduğunu söylüyordu. Çalışmışlar, akıllarını kullanmışlar, kazanmışlar. Kimsenin malında mülkünde, kazancında gözümüz yok ama dünyalılar “ben” demeye, yoksul ülkelerin sırtına binmeye devam ederse, dünya elden gidecek, bu paralar o zaman kimsenin işine yaramayacak. Onun için mi uzayda kendilerine yer arıyorlar acaba?
EN ÇOK ‘BİZ’KEN GÜZELİZ
Hal böyleyken, hadi şimdi gel de dünyalılara “biz” de...
Özellikle yaşadığımız pandemi, bize gösterdi ki, dünyanın öbür ucunda bir gariban coronaya yakalandıysa, bizim sağlıklı kalma şansımız yok. O açsa, çocuklarının bile karnını doyuramıyorsa, hastalarına bakacak doktor, verecek ilaç yoksa, bazıları muhteşem malikanelerde yaşarken o kendine, başını sokacak küçük bir kulübe bile yapamıyorsa, bu işte bir terslik yok mu sizce de...
İnsan kutsal bir varlıktır aslında. Bunca canlının arasında en üstün özellikleri Yaradan ona vermiş. Bize bahşedilen bu üstün yetenekleri, aklımızı, zekamızı, vicdanımızı böyle mi kullanalım?
Bizler en çok birbirimizin yaralarına derman olduğumuzda, sıcak yardım elini esirgemediğimizde, komşumuz açken tok yatmadığımızda, birbirimizin acısıyla hüzünlenip, mutluluğuyla keyiflendiğimizde güzeliz.
En çok “biz” olduğumuzda güzeliz...
Son çıkan yangınlarda yeniden “biz” olabildiğimizi görmek ne güzel...
Aynı acıyı hep birlikte yüreklerde hissedip yardıma koşabilmek, acıyı paylaşabilmek ne güzel...
Hoşça kalın,
Sevgiyle kalın.
O YANGIN HÂLÂ KÂBUSLARIMDA
Bir de yine çocukken gördüğüm bir yangın var. O zaman yaşım biraz daha büyümüştü. Sanırım koleje başladığım yıldı. Artık daha geniş bir evde oturuyorduk. Leyla diye bir arkadaşımız vardı. Sarışın, çipil gözlü Leyla. Yıllar sonra onu gördüğümde çok güzel bir kadın olmuştu Leyla. Evleri bizim arka sokağımızdaydı. Yine gecenin bir vakti sokakta çocuklar “yangın varr” diye bağrışıyorlardı. Hemen attık kendimizi sokağa. Evin önü kalabalıktı. Biz gittiğimizde Leyla’yı çıkarmışlardı evden. Anne babası da dışardaydı ama babaanneleri henüz evdeydi. İtfaiyenin uzaktan sesi geliyordu ama kendi bir türlü gelemiyordu. Leyla donmuş kalmış, çıra gibi yanan eve, isten dumandan kapkara olmuş yüzüyle bakıp duruyordu. Ne bir ses, ne bir tepki. Derken birileri ıslak bir battaniye getirdi. Kalabalıktan iki genç ıslak battaniyeye sarınıp fırtına gibi girdiler içeri.
KAPKARA OLMUŞLARDI
Kalabalıktan sesler yükseliyor, eyvah, gençler de yanacak diye bağırıyor, kimi hortumla eve su sıkıyor, kimi bulduğu kovalarla su taşıyor, kimi de evinden ıslak çarşaf getirmeye koşuyordu. İtfaiye geldiğinde gençler sırtlarına aldıkları babaanneyi kapıdan çıkarmak üzereydi. Evden çıkanlar kapkara olmuş, saçlarından dumanlar çıkıyordu. Hep birlikte çıkanları bembeyaz ıslak çarşaflara sardılar, biri hortumla üzerlerine su sıkarken diğerleri kuru battaniyelerle yaralıları sarıp sarmaladılar.
İMDADA TAKSİLER YETİŞTİ
O zamanlar böyle durumlarda ambulans kolay gelmezdi. O gün de gelmedi. Herkesin arabası da yoktu. Köşedeki taksi durağının şoförleri zaten duruma çoktan el koymuş, arabalarını en yakın yere çekmiş, bekliyordu. Gençlerde çok yanık vardı. Babaannenin durumu ise kritikti. Zaten yatalak olan kadıncağızın kafasındaki saçlar tamamen yanmış, gözleri korkudan yuvalarından fırlamıştı ama bağıracak, ağlayacak hali bile kalmamıştı. Kalabalık her birini taksilere yatırdı, sonra sıra evi yanan kişilere geldi.
Mahallenin kızları hemen Leyla’nın etrafında toplandık. Kız ancak bizi yanında görünce başladı ağlamaya. Anne babayı ise komşuları çoktan almıştı evlerine. Yangın etrafa sıçramadan söndürüldü ama ortada ev diye bir şey kalmamış, simsiyah bir iskelet bakanlara korku salıyordu.
İNSANI ÇOK ETKİLİYOR
Günlerce o yangın gözümüzün önünden hiç gitmedi. Hiç yangın gördünüz mü bilmiyorum. Gerçi bu ara ülkemizde pek çok insan, ömür boyu hiç unutamayacakları büyük yangınlar gördü. Yangını bu kadar yakından görmek insanı çok etkiliyor. Alevlerin sarıdan pembeye, turuncuya, kızıla, arada bir de siyaha dönerek adeta gökyüzünü de yakmak ister gibi hızla yükselmesi, çıkardığı korkutucu sesler, yukarıdan aşağı doğru sürekli kapkara bir şeylerin dökülmesi, etrafı saran simsiyah bir toz bulutu, sadece burnunuzu değil, yüreğinizi de yakan is kokusu...
Hâlâ geceleri kâbus görsem, içinde mutlaka o yangından izler vardır.
Paylaş