Lütfi Akad’dan özür diliyorum, bu başlığı koyduğum için. Biri edebiyatın, diğeri sinemanın iki ustası Yaşar Kemal’le Lütfi Akad’ın hoşuma giden, karşılaşmalarından bir kare olduğu için kitaptan belleğimde kaldı.
Yönetmen ‘Işıkla Karanlık Arasında’ adlı anılarında, bir film şirketinin yazıhanesinde tanıştığı Yaşar Kemal, Lütfi Akad’a İstiklál Caddesi’nde rastladığında gümbür gümbür sesiyle şöyle seslenir:
‘Ulan sinemanın serserisi.’
Usta yönetmen önce şaşırmış, sonra da bu içten seslenişi benimsemiş, dostlukları da böyle başlamış.
Akad’ın anıları; sadece Türk sinemasının önemli yönetmenlerinden birinin yaşamı değil. Türk sinemasının da yarım yüzyılı aşan tarihi.
1949’dan bugüne kadar, sinemamızın zorluklarını, ekonomik sıkıntılar içinde geçirdiği günleri, önemli aktörleri, aktrisleri, bu anıların içinde okuyacaksınız.
Zaman zaman onun çektiği filmlerin kareleriyle yazılanlar belleğimde örtüştü.
Beğendiğim, sevdiğim, unutamadığım filmlerin çekilme, oluşma öyküsü, benim onlara karşı duyduğum sıcak duyguları yeniden alevlendirdi.
Tutkuyla bir mesleğin cazibesine kapılıyorsunuz, bir ömrü adıyorsunuz, çektiğiniz çileler, yaşadığınız gerilimler, anılarda okuyana güzel geliyor ama onu yaşayanın yerine kendinizi koyduğunuzda ürperiyorsunuz.
Sinemaya nasıl başladı? Para işlerini arkadaşının hatırı için yöneterek, bu ortama girdi.
Çünkü bankacılıktan sıkılmıştı. Her şeyi sevgiyle, ilgiyle öğrendi. Sinema dünyasında dostlukları da tanıdı, elektrik sigortasını attıracak kadar yoğun düşmanlığı da.
İstanbul’dan dışarı pek çıkmamıştı ama oraları bize olağanüstü filmlerle tanıtacak kadar tanıdı.
Sinemacılarla tiyatrocular... İlk önce Türk sinemasında tiyatro kökenli oyuncular egemenliği vardı. Zorunlu bir seçimdi. İşte bu farktan dolayı da Lütfi Akad, Kenter Kardeşler’in yönetmenlik önerisini reddetti, zorla ikna edildi.
Bilgiye çok önem verdi, anılarda bir senaryoyu nasıl yazdığını okuduğunuzda, işinin ciddiyetini bilen bir yönetmenin örnek çalışmasını göreceksiniz.
Sinemayla edebiyat arasındaki bağı, iyi edebiyattan, iyi senaryodan iyi filmler çıktığı gerçeğinin yanı sıra, sinema ile edebiyatın ayrı türler olduğunu, farkını da bu anılarda örnekleriyle anlayacaksınız.
Yaşar Kemal’in Beyaz Mendil senaryosunu onun tamamladığını, romancının bunu fark etmediğini, Attilá İlhan’ın Yalnızlar Rıhtımı eserini de sinema formuna uyguladığını okuyunca, sanatlar arası bağımlılığın ve bağımsızlığın aynı oranda olduğu gerçeğine vardım.
Hiç kuşkusuz bu anılarda; sinemada özgürlük, sansür mücadelesinden de acı tecrübeleri okuyacaksınız.
Lütfi Akad’ın anılarında, sansasyon, kulis dedikodularından eserler yok. Zaten olamazdı da. Dostlukları, çalışma arkadaşlarıyla ilişkileri, yaptıklarını anlatmak için kullanılmış.
Bir büyük sinema yönetmeninin anılarını okuyun. Yalnız onun değil, sinemamızın da serüvenini bilin.
KİTAPTAN
Şakir Sırmalı, ilk gençlik yıllarımdan gelen dostum; Temel Karamahmut, arkadaşlığımız yok ama birbirimizi liseden tanıyoruz; adının Ertuğrul Tokdemir olduğunu öğrendiğim, Osmanbey Caddesi’nde sık sık karşılaştığımız, aynı semtin gençlerinden tanıdık bir yüz... Evet yüzler tanıdıktı ama ortam yabancıydı. 26 Haziran 1946 gününden söz ediyorum. Sinemaya bulaştığım ilk gün.
Sinema işine girmeyi hiç ama hiç düşünmemiştim, böyle bir iş de yoktu aslında. Sinemayı tiyatrocular ek bir iş olarak yapıyorlardı. Diyeceğim meslek değildi. Aslına bakılırsa hiçbir zaman da olmamıştır. Olsa olsa bir tutkudur sinema. Akıllı insan işi değil, tutkulu insan işidir.
Osmanlı Bankası’nda çalışıyordum ve yaptığım iş gereği topallıyordum da. Ruhsal bir topallıktı bu... Bankanın açtığı sınavı kazanmış ve işe alınmıştık.... Günde yüz elli kereye yakın daktilo ile m.ü.d.ü.r.l.ü.ğ.ü.n.ü.z.ü.n yazdığınız olmadıysa bu topallama duygusunu anlamanız zor. Topallığım her gün daha da artıyordu. İşte Şakir Sırmalı’nın teklifini tam o sırada aldım. Bir işten çıkıp avare avare dolaşmak başka, iş değiştirmek başkaydı. Babam ‘sinema işi’ni yadırgamadı.
Şakir Sırmalı, istediği oluncaya kadar sabırla ve sessiz beklerdi, bağırıp çağırmadan. Bense onun kadar inatçı ve dediğim dedik olamadım. Çoğu zaman eksik ve yetersiz koşullar altında çalışmayı göze aldım. Genç bir yönetmene verilecek en iyi öğüt, isteğini alıncaya kadar inatçılık ve sabırla beklemesini bilmek olmalıdır.
Bir sigara yakıp film resimlerine bakıyorum, birden salondan bir alkış kopuyor. Işıklar yanmış, yavaş yavaş çıkıyorlar. Elinde beyaz bir mendille Halide Hanım’ı görüyorum. Bundan kaçamam, kalabalığı yararak yanına gidiyorum, elini öpüyorum, ağlıyor. ‘Size çok teşekkür ederim çocuğum’ diyor. Sezer’i kollarıyla göğsüne bastırıyor, yanaklarından öpüyor, çok heyecanlı. ‘Güzel kızım, çok teşekkür ederim, bana Milli Mücadele günlerini, çektiğimiz ıstırapları, o meşakkatli günleri yeniden yaşattınız’ diyor. Bu sözler her şeyin üstünde bize yetiyor.
Beyoğlu’nun tam göbeğinde olduğum için kişisel ziyaretçilerim oluyor. Bir gün açık kapının önünde bir gölge beliriyor. ‘Ne var?’ diyorum, uzun boylu, zayıf, kısa kıvrık saçları, derinden bakan kara gözleri her şeyi ele kavruk bir genç iki hafif adımla odanın ortasına varıyor. Onu daha önce görmüşlüğüm yok, tanımadığım kesin ama gene de yabancı değil. Kısa bir süre bakışıyoruz ‘Ben Yılmaz Güney’ diyor. Adının yaygınlığını duyuyorum, vurdulu kırdılı filmlerde oynadığını, eksilmeyen seyircisinin onu yere göğe koyamadığını, çok tutulduğunu... ‘Ben Adanalıyım ağabey’ diyor, ‘Yıllarca sinemalarda, film işletmelerinde çalıştım, senin filmlerinle beslendim. İstanbul’a gideceğim, onun filminde oynayacağım, beni çok beğenecek düşleri kurdum’ diye ekliyor. ‘Kısmet değilmiş, ben bıraktım’ diyorum. ‘Yok ağabey, daha çok filmler yapacaksın, hem de burada, beraber yapacağız’ diyor.
DOĞAN HIZLAN'IN SEÇTİKLERİ
Patricia Cornwell Bir Katilin Anatomisi Altın Kitaplar