Neler yoktu ki filmde?
Çankaya’nın önceki belediye başkanlarından Doğan Taşdelen ve gazeteci Emin Çölaşan’la bitmek bilmeyen kavgalar; tartışmalı imar değişiklikleri, dikey yapılaşma kararları, battı çıktı yollar; Hitit Güneşi’nin yerine yarışma ile seçilen bir sembolün Ankara’nın sembolü yapılması; bir heykele ‘Ben böyle sanatın içine tüküreyim’ demesi; bütün itirazlara, bilimsel raporlara, büyük maliyetine, ‘nitratlı su’ uyarılarına rağmen Kızılırmak suyunu Ankara’ya getirip şebekeye bağlaması; Ulu Önder Atatürk’ün en önemli miraslarından Atatürk Orman Çiftliği’ni Tema Park’a çevirmesi; ODTÜ kampusundan biri tünel, üç ayrı yol geçirmesi; yol çalışmalarını gece baskınlarıyla başlatması; Ankara bağımsız milletvekili ODTÜ’lü Aylin Nazlıaka ve ODTÜ’lülerle o dönemde başlayan polemikleri; doğalgaz sayaçları ile ilgili yolsuzluk iddiaları nedeniyle Kemal Kılıçdaroğlu ile canlı yayına çıkması; Gezi olayları ve 15 Temmuz hain darbe girişimi sırasındaki performansı; şarkıcı Nihat Doğan’la canlı yayında atışması; eski TBMM Başkanı Bülent Arınç’la yaşadığı “parsel parsel” polemiği bunlardan sadece birkaçı.
BU KADAR İNSANI BOŞUNA MI KARŞISINA ALDI?
Uzatmayayım, Gökçek, Ankara’da büyükşehir belediye başkanlığı yaptığı yaklaşık çeyrek asırda, nevi şahsına münhasır bir siyasetçi profili ortaya koydu. Kavgada yumruk saymadı. Kazanma hırsı ile icraatlarını biraz önce saydığım “engellere” (polemiklere, mahkeme kararlarına ve sert tepkilere) aldırmadan yaptı.
Kuşkusuz sevenleri de çoktur ama bu tavrı nedeniyle önemli bir “Gökçek muhalefeti” yarattı. Eğer, kendi iradesi dışında görevden uzaklaştırılır ve iktidar olanaklarını kaybederse “sevenleri” ve “muhalifleri” arasındaki denge büyük ölçüde bozulacak. Bugüne dek amansız mücadele verdiği siyasetçiler, sivil toplum kuruluşları ve toplumsal kesimler karşısında savunmasız kalacak.
O yüzden yakında etrafındakilere “Bu kadar basit mi? Bu kadar tepkiyi boşuna mı üstüme çektim, bu kadar bedeli boşuna mı ödedim” dediğini duyarsanız şaşırmayın.
2018 MART’A DEK SÜRE Mİ İSTEDİ
AK Parti kulislerinde,
Ertuğrul Bey (Özkök) dün “(Niye hemen o gün yapmadın) diyecekler çıksa da... İyidir be” diye yazınca da kendimi tutamayıp konuyu araştırmaya başladım. Şu detaylarla karşılaştım:
Olayda görgü tanığı vardı ve kaza sonrasında “yaralı” muamelesi gören Serbes’in sarhoş olduğunu söylemişti.
Patlayan havayastıklarından DNA örnekleri ile savcının elindeki diğer somut deliller (Serbes’in kredi kartı dökümü -o gece alkol satın aldıysa ya da alkollü bir yemeğin faturasını ödediyse- güzergâhtaki hız ölçüm cihazlarının kayıtları olabilir) kapısının polislerce çalınmasını an meselesi yapmıştı.
O gece alkollü yakalansaydı TCK 21. maddedeki ‘olası kast’ düzenlemesi nedeniyle cinayet işlemiş gibi ceza alacaktı (20-25 yıl). Şimdi ise alkollü olduğu kanıtlanamayabilir ve varsayım üzerinden karar verilemeyebilir. Bu da taksirle ölüme sebebiyet vermekten en fazla 12 yıl ceza (4 yılı cezaevinde 2 yılı adli kontrolle dışarıda infaz) anlamına geliyor.
REKLAM KOKAN HAREKETLERDiyelim ki, bunlar yüzünden değil, sadece vicdanını dinleyerek teslim oldu. O zaman da durum değişmiyor. Çünkü, en yüksek adalet vicdandır ve vicdan da gerçeğe dayanır. Emrah Serbes, o gece gerçeği herkesten sakladı. İyi, adaletli ve vicdanlı bir insan olabilecekken kötü olmayı seçti, yalan söyledi. Bununla da yetinmedi, vicdanına teslim olduğunu iddia ettiği bir anda bile yanlış yolu seçti. Doğrudan savcıya gideceğine, itirafını sosyal medyadan yayınladı. Ardından polislerin arasında “Sonunda T yok, Serbes” diye bağırarak gazetecilere “Soyadımı doğru yazın ha...” mesajı verdi.
Bu iki davranış da “reklam kokuyordu” ve son kitabında anlattığı “müptezellere” yakışır bir davranıştı. Neticede “vicdanlı” olduğuna inanma çabamın son kırıntılarını da yok etti. “Masumiyet” karinesine saygı duymaya çalışsam da “16 yaşındaki bir çocuğun cansız bedeninin önünde vicdanının sesini duymayan biri, hiçbir zaman vicdanlı olamaz” demeye başladım. Artık, cezaevinde kalacağı 4-5 yıl içinde yeni kitaplar, senaryolar yazacağını, serbes(t) kaldığında da “Reklamın iyisi kötüsü olmaz” anlayışıyla başına gelen bu trajik olayın sonuçlarından yararlanacağını da düşünmeden edemiyorum.
SOFRAMIZDA RUS SÜTÜ EKSİK OLMAYACAK!
Türkiye, bütün itirazlara rağmen referandum konusunda inat eden Barzani yönetimini köşeye sıkıştıracak, Erbil’e karşı Ankara ile Bağdat’ı yaklaştıracak siyasi, askeri ve ekonomik adımlar atacağını ortaya koydu. Bu konuda artık Barzani tarafının tavrını netleştirmesi, Türk tarafının adımlarını hayata geçirmesi bekleniyor. O yüzden bu konuyu kısa geçip Suriye, Türkiye-Rusya ve Türkiye-ABD ilişkileri gibi konulara biraz göz atalım:
SURİYE’DE ‘ABD GERİLİMİ’
Suriye’de Beşar Esad yönetimi, ülkenin yüzde 87.4’ünü yeniden kontrol altına aldığını açıkladı. Rusya destekli rejim ordusu, IŞİD’in elindeki son büyük kale Deyrizor’u ABD destekli YPG’den önce güneyden kuşattı. Esad’ın dışişleri bakanı Velid Muallim, ülkede kontrolü tamamen ele geçirdikten sonra ABD’nin ‘yasadışı varlığı’nın da sona ermesi gerektiğini söyledi. Rejime bu konuda destek veren Rusya’nın askeri birlikleri ülkenin batısındaki operasyonlar sırasında ABD askerleri ile birkaç kez tehlikeli bir şekilde karşı karşıya geldi.
SURİYE’DEKİ MÜTTEFİK
Suriye topraklarında Rusya ile ABD arasındaki gerilim tırmanırken, Türkiye, Rusya ile işbirliğini arttırıyor. Rusya lideri Vladimir Putin ile Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan arasında Suriye konusunun da masaya yatırıldığı yoğun bir diyalog var. Fransa gibi ülkeler önceki gün İdlib’deki hava operasyonunda 150 sivili öldürdükleri iddiasıyla Rusya ve Esad rejimini kınarken, Türkiye’den herhangi bir tepki gelmedi. Ankara, Rusya’nın iddiayı yalanlamasını dikkate aldı. Rusya destekli Esad birliklerinin, ABD’yi ve YPG’yi atlatarak yaptığı Deyrizor manevrası da Ankara’yı memnun eden gelişmelerden biri oldu. Bütün bunlar, Türkiye’nin Suriye’deki askeri ve diplomatik müttefikinin ABD ve NATO ülkeleri değil, Rusya ve İran olduğu yorumunun önünü açıyor.
WASHINGTON’UN DELİLİ O GRAFİK
Türkiye’nin Suriye’deki yeni müttefikleri değil, Ankara’nın Rusya’dan S-400 füze sistemlerini satın alma kararlılığı da Washington’un tepkisini çekmiş. Ben atlamıştım; Amerikalı bir diplomat gösterdi. Anadolu Ajansı 20 Eylül’de bir S-400 grafiği yayınlamış. Grafikte, ABD ordusunun, NATO’nun hatta Türkiye’nin hava gücünü oluşturan unsurların çoğu “S-400’ün bertaraf edebileceği düşmanlar” listesinde yer almış.
O grafiği NATO koridorlarında gezdirerek Türkiye-Rusya askeri yakınlaşmasına karşı lobi çalışmasına başlayan ABD, dün
Çünkü 2003’teki Amerikan işgalinden sonra yapılan Anayasa’ya göre Irak petrollerinden elde edilen gelirlerin Merkezi Irak yönetimine verilmesi, onların da bu gelirlerin yüzde 17’sini Kuzey Irak’taki bölgesel yönetime aktarması gerektiğini biliyordum. (Irak Anayasası yazılırken “Irak’ın doğal kaynakları bütün Irak Halkına aittir” görüşünü savunan Türkiye, bu düzenlemeyi desteklemişti.)
“BAĞIMSIZLIĞA GİDEN ADIM OLUR” UYARISINA RAĞMEN ERBİL İLE ANLAŞMA
Ancak, dün Irak Bölgesel Yönetim Başbakanı Neçirvan Barzani, “Vanayı kapatamazlar, Türkiye ile anlaşmamız var” dedi. Ardından, önceki AK Parti hükümetlerinde önemli görevlerde bulunmuş bir bakan, “17/83” paylaşımı konusunda bilgilerimin eksik olduğunu söyledi. Çünkü, Ankara ile Erbil arasında Bağdat’ı ve Irak Anayasası’ndaki “17/83” paylaşım düzenini bay pas edecek, Ankara’nın Kuzey Irak’tan doğrudan petrol alıp, parasını Türkiye’de bir kamu bankasında açılacak Kuzey Irak Yönetimi hesabına yatıracağı bir anlaşma imzalanmıştı.
Ankara, Bağdat’a da “Ödediğimiz her kuruşun hesabını tutuyoruz, aranızdaki sorunu çözünce Kuzey Irak Yönetimi ile mahsuplaşırsınız” garantisi vermiş, ama Bağdat’ın tepkisini dindirememişti.
ABD de Türkiye’yi “böyle bir anlaşma Kuzey Irak yönetimini bağımsızlık adımına yöneltir” diye uyarmakla kalmayıp, dönemin Dışişleri Bakanı John Kerry aracılığıyla Mesud Barzani’yi “Bağdat’ın onayı olmadan Türkiye’yle ya da başka üçüncü taraflarla anlaşma imzalamayın” diye uyarmıştı.
BARZANİ “ANLAŞMA 50 YILLIK” DEMİŞTİ
Türkiye ile Kuzey Irak yönetiminin petrol anlaşması ilk olarak 2012 yılında Financial Times gazetesinde haber konusu olmuştu. Gazete fikri takip yaparak 14 Mayıs 2013 günü yayınladığı bir haberde de anlaşmaya varıldığını iddia edip şu bilgiye yer vermişti:
“Ankara ile Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi arasında bu yılın başlarında bir anlaşmaya varıldığı bazı Türk yetkililerce doğrulanıyor.”
Başbakan Binali Yıldırım’ın, o gün bazı televizyon kanallarının ortak yayınında Hürriyet Ankara Temsilcisi Hande Fırat’ın “İstanbul” sorusuna verdiği yanıttan söz ediyorum.
GEÇİCİ BAŞKAN MI YILDIRIM MI?
Malum, Kadir Topbaş bıraktı ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na AK Partili bir ilçe belediye başkanının geleceği duyuruldu.
Şimdi Ankara’nın siyasi kulislerinde soru şu: AK Partili İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nin Başkan olarak seçeceği kişi, Mart 2019’daki yerel seçimlerde AK Parti’nin İstanbul adayı olacak mı olmayacak mı?
Sanırım doğru cevap şu:
Eğer bir Anayasa değişikliği olmaz da yerel seçimler zamanında (Mart 2019) yapılırsa, 18 ay boyunca görev yapma şansı bulacak olan “geçici başkan” göstereceği performansla AK Parti’nin 2019’daki İstanbul adayına da dönüşebilir. Ancak “emanetçi” görüntüsü verir ve başarısız olursa AK Parti, başka bir güçlü bir aday çıkarmak zorunda kalabilir.
İşte bu noktada “o güçlü aday kim olabilir” olabilir sorusu gündeme geldi ve Başbakan Binali Yıldırım’ın ismi de bu sorunun “tahmini” yanıtlarından biri olarak ortaya çıktı.
UÇAKTA İSTEMEDİĞİNİ İMA ETTİ
Görüşmenin gerçekleştiği 21 Eylül 2017 Perşembe gecesi bu açıklamaya bakıp, “Gerisinin bir önemi yok” dedim. Bırakın “hiç olmadığı kadar yakın” olmayı, ABD ile Türkiye arasındaki ilişkiler “normal” seyretse, Türkiye’nin Batı ile ilişkileri de normalleşir. Almanya’nın da, Fransa’nın da, İngiltere’nin de Ankara’ya bakışı değişir.
Sonra yaptığım görüşmelerin ardından Dışişleri Bakanlığı’nın hazırladığı “Türkiye-ABD İlişkileri” başlıklı dosyanın içeriğine bakınca da cümleye “En yakın halimiz bu ise...” diye başladım. Ben fazla yorum yapmayayım, siz karar verin:
- ABD’de sürmekte olan bir soruşturmada bir kamu bankamızın iki numaralı ismi ile bir Türk vatandaşı tutuklu. Soruşturmada, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Başbakan olduğu AK Parti hükümetinde Ekonomi Bakanlığı yapmış bir isim “zanlılar listesi”nde ve ABD’ye giderse tutuklanabilir.
- Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bazı korumaları, kendisi oradayken Türkiye’nin Washington Büyükelçiliği rezidansı önünde gösteri yapanlara müdahale ettikleri gerekçesiyle Washington mahkemesinde yargılanıyor ve haklarında yakalama kararı var.
- Amerikan Senatosu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın korumaları için ABD’li firmadan satın alınan silahlar için onay vermedi.
- Amerikan güvenlik kurumları, Türkiye’den ABD’ye giden kargo uçaklarına özel güvenlik tedbirleri uyguluyor.
- Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın korumalarına kişisel yakın koruma silahlarını parasıyla sattırmayan ABD Kongresi, Türkiye’nin “terör örgütü” ilan ettiği YPG’ye 2 bin TIR ağır silah sevkıyatı yapılmasını onayladı.
-
- Bölgesel yönetimin başkenti Erbil’de gece gündüz “evet” coşkusu yaşanıyor ama bölgede, özellikle de Kerkük’te yaşayan Türkmenler diken üstünde.
- ABD yönetimi, bir taraftan referandumun Kürtleri birleştirdiğini, bölgesel parlamentoyu ayağa kaldırdığını kabul ediyor, diğer taraftan daha şimdiden IŞİD ile mücadele koordinasyonunu olumsuz etkilediğine dikkat çekiyor. Amerikan Dışişleri, bölgesel yönetimi “Referandumda ısrarın bedeli Kürtler dahil bütün Iraklılar için yüksek olacak” diye uyarıyor.
-Irak sınırında tatbikat yapan Türkiye, bugün de MGK toplantısından sonra Bölgesel Yönetim Başkanı Mesud Barzani’ye çok net ve sert bir mesaj vermeye hazırlanıyor.
- Rusya, sessizliğini sürdürüyor ama Rosneft isimli Rus doğalgaz şirketi, Kuzey Irak doğalgazını Türkiye üzerinden Batı’ya satmak için 1 milyar dolarlık yatırıma hazırlanıyor. Sadece İsrail’in açıktan desteklediği referanduma Rusya el altından destek veriyor.
- İngiltere ile Fransa da ABD gibi Bağdat ile Erbil’i masaya oturtmak için devrede. Onlar da referandumsuz bir çözüm arayışındalar.
- Mesud Barzani de, bölgesel yönetimin başbakanı Neçirvan Barzani de “Bağdat istediklerimizi yerine getirirse referandum yapmayız” diye özetlenebilecek açıklamalarıyla asıl niyetlerini ortaya koyuyor.
TÜRKİYE’YE REST
Dışişleri Bakanı
İlk durağımız 4 Eylül 2013. Yer Milli Eğitim Bakanlığı.
Seviye Belirleme Sınavı’nın (SBS) kaldırıldığı açıklanmıştı. O gün Bakan koltuğunda kameraların karşısına geçen Nabi Avcı, yapılan değişikliği “ortaöğretime yerleştirme sisteminde yapılan güncelleme” olarak özetliyordu. Avcı, ilgili bütün tarafların katılımıyla 16 şehirde çalıştaylar düzenlenerek hazırlanan yeni sistemi (Temel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş Sistemi-TEOG’u) öğrencilere şöyle anlatıyordu:
"2013-2014 eğitim-öğretim yılından itibaren uygulanacak yerleştirme mantığı sayesinde okullara alternatif olarak ortaya çıkan kurumlara (dershanelere, etüt merkezlerine) artık ihtiyaç duymayacaksınız. Ailelerinizle, arkadaşlarınızla daha çok vakit geçireceksiniz. Senede bir kere yapılan, telafisi olmayan SBS yerine, yeni bir sınav getirmiyoruz. Sene içerisinde zaten yapılmakta olan yazılı sınavları, her dönemde birer tanesini, daha kontrollü bir biçimde yapmak. Sistemin özü, çocuklarımızı rahatlatmak."
TEOG’UN AVANTAJLARI SAYMAKLA BİTMİYORDU
Bakan Avcı yeni modelle artık “öğrenci başarısını anlık bir performansa dayalı olarak değil, geniş bir zaman dilimine yayarak belirleneceğini” vurguluyordu. Yeni modelin amaçları da şöyle sıralanıyordu:
-Öğrenci-öğretmen ve okul ilişkisini güncellemek, güçlendirmek
-Eğitim sürecinde öğretmenlerin ve okulun rolünü daha etkin kılmak
-Ülke çapında müfredatın eşzamanlı uygulanmasını sağlamak