Ben Onu Çok Sevdim (ATV)
Zaten tökezleye tökezleye başlayan ‘Ben Onu Çok Sevdim’, nihayet bir kanalda kendine yer bulduğunda da huzura eremedi. Dizinin düşük temposu, mıymıntı senaryosu, kurgudan çok methiyeye yaklaşan diliyle seyirciyi soğuttu. Son bölümü totalde 44’üncü, AB’de 28‘inci sıradaydı. ‘Benim Hâlâ Umudum Var’ın tekrarının bile gerisinde kaldığını düşünürsek durum epey kaygı verici.
Fatih (Kanal D)
Mehmet Akif Alakurt’un rolüne fazla kaptırıp set çalışanlarını dövmesinden midir, Gamze Özçelik’in gerginliğinden mi, yoksa belediyenin fıskıyesi dekorunda geçen kılıç dövüşlerinden mi bilinmez. Ama Fatih, açık ara bu sezonun en büyük fiyaskosu. ‘Muhteşem Yüzyıl’ın yanında sanat yönetmenliği, rejisi, oyunculukları bir parodiyi andırıyor. TV izleyicisi önüne ne tür kahramanlık konursa yemeyeceğini reyting listelerinde de gösterdi. Kanal D, ‘Fatih’in şanının hatrına ona biraz daha şans verebilir ama sarayın geleceği karanlık.
Eski Hikâye (TRT)
Baştan gidici olduğu belli olan iyi işlerden biri ‘Eski Hikâye’. Her sezon böyle ‘iyi ama kimse izlemez’ işleri üzüle üzüle yolluyoruz. ‘Eski Hikâye’ parlak oyuncu kadrosuna, başarılı yönetmenine rağmen senaryosundaki zorlamaları doğru düzgün kotaramadı. Kurgu bir türlü oturmadı. Hikâye akmadı. Sonuç olarak da izlenme sıralamasında çok çok gerilere düştü. TRT’nin özel kanallara oranla düşük reytingli işlerine daha uzun süre sabrettiğini biliyoruz. (Şubat 32 bölüm dayanabilmişti.) Ama ikinci sezonu göremeyeceği kesin gibi görünüyor.
Bırakın Konuşalım (Kanal D)
Çok net bir şey var: Veliaht son zamanlarda gördüğümüz en kötü yetenek şovlarından. Geçen yıl ‘Ben Burdan Atlarım’ gibi şeyler izlediğimizi unutmadan söylüyorum bunu. Çok net bir şey daha var: Gözde Kansu’ya büyük haksızlık yapılsa da o son zamanlarda gördüğümüz en kötü sunuculardan. Bunu da Gupse Özay’ın Rekorlar Dünyası’nı sunduğunu unutmadan söylüyorum... Televizyon karşısında bazı anlar ekranda izlediğiniz kişi adına sırtınızı kamaştıran bir utanç duyarsınız. Mesela o şifon eteği döndürdükçe, elini kolunu bir bando şefi gibi seyirciye doğru salladıkça, neden güldüğünü anlamadığımız anlarda ağzını kulaklarına gerdikçe, cevapsız sorular sordukça ben Kansu için çok utandım. Etrafında “vuhuhuuu” diye dönmesin istedim. Her şeyi “dev!”, “inanılmaz!” diye sunmasın istedim. Ama bir yere kadar coşkunun dozunu kısma inisiyatifi onda olsa da iyi bir metin yazarı olmadan oraya Cat Deeley’i de koysanız iş yapmazdı. Kimse çok sıradan şeylerin ‘Gözlerinize inanamayacaksınız!’ diye anons edildiği bir hayal âleminde olmak istemez. “O çok orijinal bir adam. Kendi bestelerini kendi yapıyor” diyen biriyle aynı heyecanı paylaşamam. “Aman Tanrım Rafet El Roman beste yapıyor!” olmuyor yani. Ancak Kansu’suz da Veliaht’ın problemleri var. Gerçekten ‘temel’ problem şu: Yetenek yok. Jüri koltuğunda oturan B/C sınıfı yıldızların ‘veliahtlarımız’ diye oraya getirdikleri zavallı insanlar her düette pestile döndü. Ucuza kapatılmış bir bayi toplantısına son anda ara sokaktaki bir butikten kotarılmış kostümleriyle yaldızlı yaldızlı katılmış gibi titrediler. Tüm bu yeteneksizlik, bileklerimizi kesecek uzunlukta şarkılarla sürerken jüri her bir veliahtı ‘Ay canım 10’, ‘Sana dersini çalış diye 8’, ‘Kıyamam 9’ diye ödüllendirip durdu. Bir yandan da aralarında iltifatlaştılar. Sahneye çıkarılan bu dayı oğulları, çocuklar, yeğenler, vokalistler hangi kritere göre seçilmişti? Madem bunlar değişebiliyordu, neyi yarıştırıyorduk? Çoğu şöhretten düşmek üzere ünlünün egosunu tatmin edip, ününü koruma çırpınışına mı şahit oluyorduk? Bu zavallı şarkıcılar da onları vasat düetlerle parlatmak için mi oradaydılar?
Yıllar önce TRT yılbaşı gecelerinde yaşanan rüküşlükte bir mizansen, üçüncü sınıf tatil köylerinin akşam gösterilerini andıran sahne şovları ve evet etrafında deli gibi dönüp duran Gözde Kansu eşliğinde çok tuhaf bir şeyler izledik. Üstelik baştan aşağı klişelerle dolu yetenek şovu formatlarının kurtarıcısı ‘o an’dan da yoksun kaldık. Bu tip şovların alametifarikası, bizi kanepeye yayılmış tıkınırken her şeyi bırakıp mum gibi yapacak bir iki dakika bile yoktu. O bir iki dakika, mesela Susan Boyle’un ‘I Dreamed a Dream’i söylediği ya da Bayhan’ın ‘Unchained Melody’yi gerçekten iyi ‘okuduğuna’ şahit olunan andır. Veliaht yeni sunucusuyla da katlanılır gibi değil. Hatta bize kattığı tek güzellik Gözde Kansu’nun dekoltesi.
1. Buğra Gülsoy çok iyi
Buğra Gülsoy hayranı olduğunu tahmin ettiğim biri Twitter’da şöyle yazmış: “Buğra bize karakterin acısını hissettir, tüm kalbinle ağla!” Bu dram dolu cümleyi böyle coşkuyla yazdıran bir oyuncu sevinmeli mi endişelenmeli mi bilemedim ama yorumda gerçek payı var. Gülsoy, Eski Hikâye’nin Mete’si, elbette Kuzey Güney’in Güney’i gibi arızalı, kalbi kırık, yaralı, hassas, kıskanç, kindar ama hep özünde iyi adam rolüne nefis oturuyor. Mete’nin ilk bölüm için düşük yoğunlukta seyreden psikozlarını harika taşıyacağı belli. İleriki bölümlerde intikam hırsına, yasak aşk, vicdan, adalet çatışması katıldıkça Gülsoy’un gözlerine koyu koyu yerleşecek acıyı şimdiden görmek mümkün.
2. Nihayet kötü adamların da insan olduğunu hatırlayan biri çıktı!
Dizinin belki de en büyük şansı, eski polis, iftiracı, Mete’nin düşmanı Sadri rolündeki Osman Alkaş. Rolüne güzel bir sürprizle hayat katan Kıbrıs aksanının yanında, onun için yazılmış iyi satırları müthiş bir rahatlıkla oynuyor. Kötülerin sapına, ruhuna, saç telinden parmak ucuna kadar kötü olduğu Türk dizisi âleminde, düşmanın da insan olduğu sahici dünyaya dönmek nasıl ferahlatıcı! Sadri bir mafya babasının berbat işlerini gözünü kırpmadan yürütse de evde mantı açan karısı ve genç kızlarıyla sofrada yemek yemeyi önemsiyor. Üsküdar’daki küçük apartman dairesinin taksidini ödemeye çalışıyor. Kapı önünde lak lak eden kızından kıllanıyor. Tek boyutlu bir maganda değil, endişeli bir baba, elinden geldiğince cömert bir eş. Dizinin hikâyesenin mafya kolunda bir dolu boşluk, kopukluk, zorlama var ama Sadri karakterinin inşası, ‘Bunu yapan gerisini de toparlar’ dedirtiyor.
3. Ne konak, ne gecekondu, ne sıcak mahalle, ne holding
Eski Hikâye, elbette zengin mafya babasının ihtişamlı villasını, holdingini filan bir gezdiriyor ama esas mekânımız sıradan bir sokak, sıradan apartman dairesi ve şükürler olsun ki, sıradan mesleklere sahip insanlar. Bir çağrı merkezi çalışanı, bir taksi şoförü, bir avukat, bir bakkal, bir mantıcı teyze ve üniversite öğrencileri... Malzeme bu. Ve emin olun, ne iş yaptığı asla belli olmayan zenginlerden daha canlılar. Sonunda gerçek hayata bir yerinden dokunan karakterleri izliyoruz. Dizinin temposu artar, hikâye biraz daha derinleşirse, aklımızda tanıdık yerlere yerleştirebildiğimiz insanların öyküsüne dahil olmamız çok daha kolay olacak.
4. Biraz kasvetten zarar gelmez
Rüküş değil,ağdalı değil,plastik değil.Gerçekten Feride'nin güzel aklı gibi duru bir dizi Çalıkuşu
Çalıkuşu’na Çağan Irmak’ın elinin değdiğini bilmeseydim, ilk 20 dakikayı izledikten sonra anlardım. Sarı sarı kayısılar, kırmızı terlikler, neredeyse Rembetiko’yu, Mediterraneo’yu andıran renklerle canlanıp, ölü annesinin soğuk kucağında uyuyakalan Feride’yle kalbime bıçak saplanır gibi solmam başka birinin işi olamaz.
Feride’nin birinci dönemini oynayan Melissa Giz Cengiz inanılmaz bir küçük oyuncu. Onun yeteneğinden böyle nefis bir Çalıkuşu yaratanların da eline sağlık.
Çalıkuşu, Türkiye’nin en iyi bildiği hikâyelerden biri. Onu yeniden hayata geçirmek, hem çok riskli hem çok garantili bir iş. Herkesin kalbine dokunan bir hikâyenin güvenli sularında yüzülecek. Ama bunu yaparken de hem döneme hem konuya, vıcıklaşma potansiyelini unutmadan nazik yaklaşmak gerek.
2013 versiyonu ilk bölümü itibariyle bunu başardı. Feride’nin çocukluğu boyunca çok özenli, sade bir sanat yönetimi, abartısız oyunculuklar, sakin bir kurgu izledik.
Fahriye Evcen sahneye çıktıktan sonra Göksu Deresi sahneleri zaman zaman Tosun Paşa’ya kaçtı ama önemli değil. O kadarcık fırfırlı şemsiye, mavi sandal, dantel yakaya katlanabiliriz.
Önemli olan, dizinin genelde yakalamayı başardığı samimiyet ki, bunu da ‘çok sıcak, içten, o özlediğimiz eski aşklar’ gibi zırvalıkları övmek için söylemiyorum.
Bütün önyargılarımdan, endişelerimden sıyrılıp, Medcezir’in karşısına oturdum. 120 dakikanın sonunda yalnızca sezonun en iddialı dizisine, dönemin en parlak oyuncularına, en yetenekli senaristlerine değil, Türkiye dizi piyasasına karşı ümidimi yitirdim.
Mesele neredeyse birebir uyarlanan Medcezir’in orijinali ‘The O.C.’ye uygunluğu filan değil. “Karanlık tarafa hoş geldin” repliğine kadar senaryoyu Türkçeleştirmenin ötesinde, bir hikâyeye can veren diğer her şeyde... Mert, Yaman, Mira, Eylül istedikleri kadar Seth, Ryan, Marissa ve Summer’ın satırlarını okusunlar. Ben onları aynı ‘The O.C.’deki gibi bizim yaşadığımız dünyada görmek istiyorum. Onlara inanmak için bizim yaşadığımız zamanda, hepimizin bildiği dünyada olmalarına ihtiyaç duyuyorum.
Şu pavyon sahnesinden sonra kemanlı, açık arttırmalı, pırlantalı, mermerli davetlere kesilmesin. Bakın burası fakir mahalle ve şimdi hop aşırı lüksün içindeyiz numarası yapılmasın. Bu manasız kontrast gerizekâlıymışız gibi gözümüze sokulmasın.
Zenginler çocuklarına kızınca “Bana bağırma küçük hanım!” demesin. Fakir oğlana “Bu ebi, bu maki” diye sushi ukalalığı yapılmasın. Belediye otobüsüne karşı Mercedes, tencere yemeği yapan anneye karşı smoothie yapan anne olmasın. Zenginlerin uzayda yaşadığı o tuhaf İstanbul bir kara delikte kaybolsun. ‘The O.C.’, Gossip Girl değildi. Kibirli zenginlerin görkemli hayatlarının arkasında dönen pis işlerin peşinde değildik. Bir moda pornosu da izlemiyorduk. Tam tersi, Seth ve Ryan’la beraber bu boş işlere omuz silkiyorduk. Marissa’yla birlikte açgözlü annesinin hırsından bunalıyorduk, Sandy Cohen gibi ayaklarımız yere basıyordu. Summer bile Juicy Couture eşofmanı, rüküş bikinisi ve parmak arası terlikleriyle geziyordu. Bizim Eylül her daim Başak Dizer ve Deniz Marşan’ın onun için seçtiği Missoni’ler ve benim bilmediğim diğer çok önemli markalar içinde. Üstelik Hazar Ergüçlü, Rachel Bilson’ın yarattığı seksi tikicik sempatikliğinden çok uzak. Şebnem Dönmez de Julie Cooper’ın bir kredi kartı için serçe parmağını vermekten çekinmez azminden, sonradan görme taşra kızı ateşinden çok çok ilgisiz, buz gibi bir yerde. Ama asıl hayal kırıklığı sebebi oyuncuların tek tek karakterleri nasıl doldurduğu değil.
Üzücü olan, Medcezir’in Türk dizisi klişe paketiyle gelen hazır paternin üzerine hiçbir şey eklememesi.
Mesela yine aynı sıkıcı, yeknesak tema müziğine hapsolmamız ‘The O.C.’ gibi indie müzik piyasasını yeniden inşa eden bir diziye haksızlık değil mi?
Bizim gıy gıy gerginlik, vız vız romantik yakınlaşma müziği yapan dışında yetenekli bir tane müzisyenimiz yok mu? Birkaç genç müzisyeni, şarkıcıyı, grubu araştırıp dinleyip, iki şarkıya telif ödemek bu kadar zor mu?
Dizinin hemen başında uyarıldık: “İzleyeceğiniz eser biyografi değildir. Tarihi şahsiyetlere bir saygı niteliği taşımaktadır (...) yürüdükleri yolda hissettiklerine ayna tutmak amaçlanmıştır” diye.
Bu 90 dakikada karşılaşacaklarınızdan belgesel beklemeyin. “Gerçeği anlatma derdinde değiliz”, diyorlardı yani. Sonuçta Adnan isimli bir insandan değil, Menderes efsanesinden bahsedilecekti. İlk dakikada hatırlatıldı ki aman şurası gerçeğe aykırı, bundan niye bahsetmediniz diye dırdır etmeyelim.
Zaten ‘Ben Onu Çok Sevdim’in gerçeğe uygunluğu değil, tam da bu uyarıda gizli sıkıntı: ‘Tarihi şahsiyetlere saygı’ derdi, ‘yürüdükleri yolda’ ibaresi...
O yolda son yürüyen Recep Tayyip Erdoğan’ın aynı şekilde pek biyografik olmayan hayatını da yakın zamanda ekranda izledik, daha doğrusu dinledik diyelim. Henüz ilkokulda ‘hoca’ lakabını almıştı, arabasının bagajında oyuncak taşımayı ihmal etmeyen şefkatli bir babaydı, sert mizacının altında merhametliydi, milletinin hizmetkârıydı, bir yandan da o milletin tam kalbinden çıkıp gelen bir ‘delikanlıydı’, düzeni değiştiren ‘Usta’nın hikâyesi bize bir kahramanın portresini çizdi.
Kahramanları çok seviyoruz malum. Kendi korkaklığımız içinde bir kahramanın peşine takılmanın kolaycılığına ya da onları devirdiğimizi sanmanın yalancı özgürlüğüne muhtacız. Tüm baskıcı rejimler de kahraman yaratmaya bayılıyor. Dağınık özgür ruhları değil, bir liderin peşine takılan sürüleri yeğliyorlar. Biz de şikâyetçi değiliz. Kendi ezikliğimizi bir kahramanın gölgesine gizliyoruz.
‘Ben Onu Çok Sevdim’ de kahraman kodlarının makine gibi işlediği bir hikâye. Mehmet Aslantuğ’un canlandırdığı Adnan Menderes’in tarihi gerçeklere ne kadar uygun ekrana taşındığını tartışmaya bile gerek yok. O her ‘büyük usta’ gibi tek boyutlu, gizemli, insani davranışları, rastlantısallığı minimum seviyede. Ancak tek bir zaafla biz ölümlülerin katına iniyor. Bu durumda bu zaaf da gönlüne söz geçirememek.
Onun dışında film yıldızı gibi imza dağıtan bir yakışıklı, yağmurda ıslanan romantik bir âşık, şefkatli bir baba ama o şefkat gösterdiği üç oğlunu gözünü kırpmadan şehit olmaya gönderebilecek bir vatanperver!
Eserin orijinalinde, yazıldığı zamanın ruhuna uygun bir mesele vardı: Ülke modernleşiyor (1920-1930), Neriman etrafında filizlenen yeni hayatı izliyor, onu kıstıran kafesi sorguluyor. Elbette zengin-yoksul, doğu-batı çatışmasının hikâyenin kalbinde yeri var ama mesela yoksulluğun gaddarlığa meyleden tutuculukla, zenginliğin insanlık dışı kibirle, ayarsızlıkla bir tutulduğu bir kurgu değil bu.
En azından değildi.
Peyami Safa, nezaketinden kırılan kemikleri çatırdaya çatırdaya 2013 İstanbulu’na geri döndürüldü. O hımbıl Şinasi’den bir ayı yaratıldı. Romanda bir hayal gibi gezinen Macit, Kuruçeşme’nin beyaz tekneli prensi oldu çıktı.
Bu da sorun değil. Uyarlama işinin hakkıyla yapılmadığı şikâyetlerini yılgınlıkla bir kenara bırakalı çok oldu. ‘Fatih-Harbiye’nin romandan esinlenerek kurguladığı dünya o derece sorunlu ki, gerçek hayatımızdan şüphe duymama sebep oluyor.
Şöyle başlayalım: Dizinin öznesi ‘Fatih’ tarafı. Yani Neriman ve çevresi. Bizim onların hayatlarıyla özdeşlik kurmamız bekleniyor. Mesela uzun zamandır televizyonda izlediğim en gaddar sahnelerden birinin başrolü Gülter halaya şefkatle yaklaşmalıyım. Oysa o korkunç, tecavüzden hallice bekâret kontrolü sahnesini unutup tonton Gülter’i sevmem mümkün değil.
Dizinin taraf tutma güdümüze güvenle Şinasi-Macit kampından epey bağımlı yaratma derdinde olduğunu da farkındayım. Ama o ud çalıp, çocukların başını okşayan bıyıklı romantiğin içinde tam bir hayvan yaşadığını öğrendiğim andan sonra ‘TeamŞinasi’de olmam çok zor. Öte yandan anti-kahramanlara tutunayım desem, öpücük Pelin, alçıpan anneler ve arsızca aldatan babalar hiç sempatik değil. Üstelik avizeli, aynalı, dev dev vilları da şerbetli şerbetli üstüme yapışıyor. O mütemadiyen portakal suyu içilen kahvaltı sofrasında ‘Hah işte tam bizim evdeki muhabbetler’ hissini yakalayamıyorum.
Neriman’ın yırtma çabasıyla, mantı hamurundan heykel yapma tatlışlığıyla, küçük feminist ataklar geçirmesiyle eğlenebilirim ancak. Ama salopetli Neriman’dan bir adım geriye attığımda korkunç bir manzarayla karşılaşıyorum.
Bir ‘yenilenme’ sezonuna girdik. Bazı yıllar, yüzü eskiyen, yorulan yıldızların enerjisi, alt jenerasyondan gelen gençlerle tazelenir. En son böyle bir dönemi 2007-2008’de yaşamıştık. Hazal Kaya, Serenay Sarıkaya, Aslı Enver, Pelin Karahan o senelerde hayatımıza girdi. Öncesinde 2005’te Kıvanç Tatlıtuğ (Gümüş) ve Beren Saat (Hatırla Sevgili) piyasanın makyajını tazelemişti.
Şimdi yeni ve güçlü gençlik dizilerinin de etkisiyle taze bir kuşakla karşı karşıyayız. Önümüzdeki hafta başlayacak sezonda tanışacağınız isimler, gelecek yıllarda prime time’a, gazete manşetlerine yerleşecek. Bu beş oyuncuyu radarınıza alın:
Taner Ölmez: Onu ilk, ‘İstanbul’un Altınları’nda küçük bir rolde, sonra azıcık ‘Kayıp Şehir’de izledik. Bu yıl bir fenomenin gömleğini giyiyor. Star TV’nin The O.C. uyarlaması Medcezir’de Seth Cohen (Mert Serez) rolünde izleyeceğiz. Ölmez’in sıcak bir gülümsemesi, onu sempatik yapan dağınık bir hali var. Bunu Cohen’den miras keskin zekâ ve septisizmle birleştirebilirse yıldızı parlayacak. O, tam kızların kötü oğlana âşık olmadan önce takıldığı, kötü oğlan darbesinden sonra da sığındığı güvenli liman.
Kerem Bursin: Türkiye ekranlarının aradığı ‘p.ç oğlan’ bulundu. Kerem Bursin, tüm expat çocuklarını, üst sınıf jargonunu, Nişantaşı’nı, Cadde’yi, New York’u buralar kadar bilmeyi temsil ediyor. ‘Güneşi Beklerken’de yarattığı okulun popüler oğlanı Kerem karakteri, boş olduğunu farkında olmadığımız bir alanı doldurdu: İlla baygın baygın bakmayan, kaş çatmayan, ergen acımasızlığının sınırında, ‘tripli’, ‘zengin ama gururlu’ klişesinden uzak züppeliğin doğal kasılmasında erkek başrol. Kerem Bursin, ‘six pack’ sever kızların, Türkçeyi yuvarlak yuvarlak konuşan gençlerin, Starbucks bardağıyla işe gidenlerin yansıması.
Neslihan Atagül: ‘Yaprak Dökümü’nde büyüdü. 1992 doğumlu. Geçen yıl ‘Araf’ filmiyle Altın Koza’da ‘Umut Vaat Eden Oyuncu’ ödülünü aldı. Şimdi Fox’ta başlayan Fatih-Harbiye’deki Neriman rolüyle çocukluğu geride bırakıp, olgun dönemini ilan ediyor. Kristin Kreuk’un Türkiye şubesi, orijinal bir yüzü, o yüzü narince dolduran bir yeteneği var. Neriman’ın ikilemleri, iyiliğinin içine gizlenen sıkıntı hissi, kabuğunu kırma çabası güçlü bir karakter oyunu çıkarması için ona bolca alan sağlayacak.
Çağla Şimşek: Sezonun en ajite işi ‘Küçük Gelin’in çocuk/ergen oyuncusu. Henüz çok küçük ama bu rolle epey dikkat çekeceği kesin. Brooke Shields’in ‘Pretty Baby’deki çocuk yüzünü andıran bir masumiyeti var. Dizinin yönetmenleri o masumiyeti hoyratça kullanmazsa ileriki yıllarda daha mutlu roller için yolu açık.
Müjde Uzman: Fatih’in dilsiz meleği, Dilyar rolünde epey konuşulacak gibi görünüyor. Uzman’ın VJ’lik yaptığı zamanlardan kalma bir hayran kitlesi var. Bir dönem Seda Akman’ın peşine taktığına benzer bir gruba hitap ediyor (aynı projede birleşmeleri de hoş bir halef-selef tesadüfü). Sadece güzellik/modellik yarışmaları kazanıp iki pozla hatırlanmakla yetinmeyen, güzelliği karizmatik bir tavırla dolduran, içinde ‘seksi’den çok ‘cool’ saklı bir kız. Fatih’teki iddialı rolü uzun zamandır hak ettiği ilgiyi getirecek.