Paylaş
Bütün önyargılarımdan, endişelerimden sıyrılıp, Medcezir’in karşısına oturdum. 120 dakikanın sonunda yalnızca sezonun en iddialı dizisine, dönemin en parlak oyuncularına, en yetenekli senaristlerine değil, Türkiye dizi piyasasına karşı ümidimi yitirdim.
Mesele neredeyse birebir uyarlanan Medcezir’in orijinali ‘The O.C.’ye uygunluğu filan değil. “Karanlık tarafa hoş geldin” repliğine kadar senaryoyu Türkçeleştirmenin ötesinde, bir hikâyeye can veren diğer her şeyde... Mert, Yaman, Mira, Eylül istedikleri kadar Seth, Ryan, Marissa ve Summer’ın satırlarını okusunlar. Ben onları aynı ‘The O.C.’deki gibi bizim yaşadığımız dünyada görmek istiyorum. Onlara inanmak için bizim yaşadığımız zamanda, hepimizin bildiği dünyada olmalarına ihtiyaç duyuyorum.
Şu pavyon sahnesinden sonra kemanlı, açık arttırmalı, pırlantalı, mermerli davetlere kesilmesin. Bakın burası fakir mahalle ve şimdi hop aşırı lüksün içindeyiz numarası yapılmasın. Bu manasız kontrast gerizekâlıymışız gibi gözümüze sokulmasın.
Zenginler çocuklarına kızınca “Bana bağırma küçük hanım!” demesin. Fakir oğlana “Bu ebi, bu maki” diye sushi ukalalığı yapılmasın. Belediye otobüsüne karşı Mercedes, tencere yemeği yapan anneye karşı smoothie yapan anne olmasın. Zenginlerin uzayda yaşadığı o tuhaf İstanbul bir kara delikte kaybolsun. ‘The O.C.’, Gossip Girl değildi. Kibirli zenginlerin görkemli hayatlarının arkasında dönen pis işlerin peşinde değildik. Bir moda pornosu da izlemiyorduk. Tam tersi, Seth ve Ryan’la beraber bu boş işlere omuz silkiyorduk. Marissa’yla birlikte açgözlü annesinin hırsından bunalıyorduk, Sandy Cohen gibi ayaklarımız yere basıyordu. Summer bile Juicy Couture eşofmanı, rüküş bikinisi ve parmak arası terlikleriyle geziyordu. Bizim Eylül her daim Başak Dizer ve Deniz Marşan’ın onun için seçtiği Missoni’ler ve benim bilmediğim diğer çok önemli markalar içinde. Üstelik Hazar Ergüçlü, Rachel Bilson’ın yarattığı seksi tikicik sempatikliğinden çok uzak. Şebnem Dönmez de Julie Cooper’ın bir kredi kartı için serçe parmağını vermekten çekinmez azminden, sonradan görme taşra kızı ateşinden çok çok ilgisiz, buz gibi bir yerde. Ama asıl hayal kırıklığı sebebi oyuncuların tek tek karakterleri nasıl doldurduğu değil.
Üzücü olan, Medcezir’in Türk dizisi klişe paketiyle gelen hazır paternin üzerine hiçbir şey eklememesi.
Mesela yine aynı sıkıcı, yeknesak tema müziğine hapsolmamız ‘The O.C.’ gibi indie müzik piyasasını yeniden inşa eden bir diziye haksızlık değil mi?
Bizim gıy gıy gerginlik, vız vız romantik yakınlaşma müziği yapan dışında yetenekli bir tane müzisyenimiz yok mu? Birkaç genç müzisyeni, şarkıcıyı, grubu araştırıp dinleyip, iki şarkıya telif ödemek bu kadar zor mu?
O kadar hayran olduğum, bence Türk dizi tarihinin en iyi senaryolarından biri Kuzey Güney’i yazan Ece Yörenç ve Melek Gençoğlu, ‘The O.C.’nin müthiş yakaladığı zamanın ruhunu uyarlamanın kalıplarında sıkıştıkları için mi kaçırıyor? Ya da birkaç bölüm sonra o dünyaya ısındıklarında mı gerçek yaşamla bağlantı kuracağız?
Gecekondu mahallesiyle, o güvenlikli demir kapıların açıldığı malikaneler arasında bir hayat var. Biz ‘The O.C.’de bunu izledik. Kim hangi evde yaşarsa yaşasın, aynı deniz kenarında dondurma yedi, aynı barda içti, aynı okula gitti, aynı filmleri izledi, aynı müziği dinledi, aynı geyiği yaptı. Zenginler arp dinlerken, kapüşonlu oğlanlar pavyon kapısında beklemedi. Sosyal statümüz ne olursa olsun ortak bir hayatımız var. Asıl hikâye de orada. Ama iki uçta birbirinden kopuk evrenlerde cereyan eden tarihsiz öykülerin saltanatı sürüyor. Medcezir de bu kulübün yeni çocuğu yalnızca.
Paylaş