Pazar sabahı otoban kenarında yürürken

Dün sabah otoban kenarında yürürken bu şehirde ölmenin ne kadar kolay olduğunu düşünüyordum. Pazar sabahı otoban kenarında ne işim mi var? Anlatayım...

Gazeteye giderken, geçenlerde su kuyusuna düşüp ölen dünya tatlısı çocuğu düşünüyordum.

Tam bu sırada Fındıklı’da bir araba solladım karşıma bir odun kümesi çıktı, son anda durabildim.

Belediye işçilerinin budadıkları ağaç dalları ve odun parçacıkları yolda küçük bir tepe oluşturmuştu.

Ne öncesinde bir uyarı işareti var ne de levha...

Babasının dükkanı önünde su kuyusuna düşen 4 yaşındaki Sedat Kaba da bu yüzden öldü işte.

Çalışanlar açık bıraktıkları kuyunun etrafını çevreleseler, güvenlik şeritleri çekseler küçük Sedat bugün hayatta olurdu.

Gelişmiş ülkelerde böyledir, her şeyin başında insan güvenliği gelir.

Bu yüzden de oralarda her kazı çalışmasının, her inşaat işinin çevresinde herkesin görebileceği şekilde güvenlik önlemleri vardır.

Su kuyusunu açık bırakan işçiler gibi, ağaçları budayanlar da bundan bihaber oldukları için yola bir ikaz tabelası koymamışlardı.

Karaköy Perşembe Pazarı’na geldiğimde iş daha da kötüydü...

Budanan ağaç dalları iki şeridi birden kaplıyordu, yine bir ikaz yok tabii...

İki badireyi atlattım, meğer üçüncüsü Cibalikapı-Balat yolunda Haliç sahilinde beni bekliyormuş.

Asfalttan iki metre eninde derin bir parça koparmış yol işçileri.

Etrafını da çok güzel temizlemişler ki, tam tuzak olmuş. Tek bir uyarı levhası yine yok!

Ben o çukura arabayla bir girdim, nasıl çıktığımı hatırlamıyorum. Sadece yolun sağında sırıtan bir yol işçisinin suratını görebildim...

Sonra ne mi oldu? İki kilometre sonra yağ ikaz lambası yandı.

Eğildim baktım araba yağ akıtıyor, muhtemelen kartel çatlamış.

Bir süre daha gittim, baktım olacak gibi değil, arabayı sağa bir yere çektim bıraktım.

Kaldım mı pazar sabahı otabanda tek başıma.

Bir tane taksi yok ortada, tek tük araba geçiyor, ben otoban kenarında ilerdeki sapağa doğru yürüyorum.

Kamyonlar geçiyor hızla yanımdan, bu şehirde ölmek ne kolay diye düşünüyorum.

Meraklısına not; Otobandan yürüyerek çıkıp arka sokaklara geçtim, bir taksi buldum. Servise gittim, çekici buldum, adamı uyandırmak için yarım saat evinin kapısında servis görevlisiyle bekledik.

Çekiciyle gittik, arabayı kamyona yükleyip servise getirdik, kartel çatlamış...

Hemen ardından da oturdum bu yazıyı yazdım.

Erkek erkeğe Amsterdam

Perşembe akşamı Leverkusen’den 5 gol yemişiz, moraller bozuk, sersem sersem Köln sokaklarında geziyoruz Ateş’le...

Ateş İnce, NTV’nin reklam ve pazarlamadan sorumlu genel müdürü yardımcısı.

"Hadi kalk Amsterdam’a gidelim" dedi...

Atladık bir trene, 2,5 saat sonra Amsterdam.

Daha önce 4-5 kez gitmişliğim var ama ilk kez erkek erkeğe gittim.

Hemen aklınıza Red Light District gelmesin canım, Amsterdam’ın en nefret ettiğim yeridir Red Light.

Camekanlarda çırılçıplak kadınlar, bildiğiniz et pazarı.

Ama şehre kadın-erkek ilk gelen herkesin de uğradığı bir yerdir. 12 yıl önce ben de bu şehre ilk geldiğimde porno tiyatroya bile gitmiştim.

Sahnede zenciler, zincirler millet birbiriyle sevişiyor, Japon kadınlar da bu canlı şovu kikirdeyerek izliyordu.

Bu sefer Ateş’le önünden bile geçmedik Red Light’ın.

Kulüplerde eğlendik, butik restoranlarda yemek yedik, çok güldük...

İnsan oralarda soluklanınca Türkiye’de trafikten türbana kadar hayatı birbirimize ne kadar zorlaştırdığımızı daha iyi anlıyor.

İster sevgilinizle, ister arkadaşınızla gidin...

Amsterdam favori şehirlerim sıralamasında ilk 5’teki yerini perçinledi.

5 golün acısı da ancak böyle unutulurdu.
Yazarın Tüm Yazıları