Paylaş
Erdoğan’ın, Türkiye’ye “Başkanlık sistemi”ne taşımak istediği, elbette, bir sır değil. Türkiye’nin iç ve dış siyaseti, epey bir süredir zaten Cumhurbaşkanı’nın bu niyetiyle ilişkili olarak şekilleniyor ama Tayyip Erdoğan’ın bu konudaki yaklaşımı ve argümanları, daha önce olmadığı kadar ayrıntılı biçimde TRT ekranından dile getirildi.
Birkaç gün önce Tayyip Erdoğan’a ilişkin bir tanımlama dikkatimi çekmişti. Erdoğan’ın “Başkanlık Sistemi”ne dair görüşleri vesilesiyle o tanımlamaya şimdi değinebilirim.
ABD yönetiminin işleyişini en iyi bilenlerin arasında yer alan, mevcut yönetimin çok kilit unsurlarıyla yakın mesai arkadaşlığı yapmış olan ve ABD’nin saygın düşünce kuruluşu Brookings Institution’un Türkiye Programı Direktörü sıfatını taşıyan Prof. Ömer Taşpınar ile geçen pazar günü Bugün gazetesinde uzun bir söyleşi yayımlandı. “ABD’nin Türkiye’ye bakışı”nı doğru anlamak ve yerli yerine oturtmak için okunması ve kaydedilmesi şart bir söyleşi.
Söyleşinin bir yerinde Prof. Ömer Taşpınar şunları söylüyor:
“Amerikalılar Türk dış politikasına baktıkları zaman tam olarak anlayamıyor. Türkiye de, ABD’nin ne yapmak istediğini çok anlayamıyor. İki tarafta da aslında Suriye gibi çetrefilli bir meselenin çözümünü bilmemenin getirdiği bir karmaşa var. Güvensizlik var.”
Buraya kadar tamam, bundan sonrasını okuyunca, “Bir dakika!” tepkisi uyandı içimde. Şöyle devam etmişti Ömer Taşpınar:
“Ama her şeyin temelinde Türkiye’ye baktıkları zaman artık güvenebilecekleri bir lider, hükümet göremiyorlar. Eskiden askerlerle çalışırlardı. Askerin belli bir ideolojisi, öngörülebilirliği vardı. Bu Türkiye gitti. Yerine ne geldi?. Yerine tek adam rejimi gibi bir rejim geldi. Putin gibi bir rejim geldi. ABD buna çok direndi. Obama Erdoğan’ı Putin’den ayrı tuttu. Chavez’den farklı görmeye çalıştı. Bana göre bugün Beyaz Saray’ın gözünde biraz Berlusconi, biraz Putin, biraz Chavez arası bir lider haline geldi Erdoğan.”
Bu satırları okur okumaz, arşive daldım ve 13 Mart 2014 tarihli İtalya’nın ünlü Corriere della Sera gazetesinin 15. sayfasında Monica Sargentini’nin benimle yaptığı söyleşinin haberini buldum. Ve, Tayyip Erdoğan’ın “Cumhurbaşkanlığı ihtirası” ile ilgili sözcüklerin ardından gelen kendisiyle ilgili tanımlamamı da gördüm. “L’uomo si é rivelato essere un misto tra Chávez, Berlusconi e Putin. Ora lu sua scommessa é non perdera queste elezioni per rimanere premier e non correre il rischio di finire in prigione.”
Yani, Erdoğan’ın “Chávez, Putin, Berlusconi bileşimi” olduğu tespiti Beyaz Saray’dan çok önce bana ait; neredeyse bir yıl öncesinde Corriere della Sera’da yayımlanmıştı, “telif hakkı”nı ne Beyaz Saray’a, ne de bir başka yere terkedebilirim.
O günler itibarıyla Türkiye Başbakanı’nın “popülizm ve popülerlik” anlamında Venezuela lideri Hugo Chávez’e, “otoriter-otokratik yönetim tarzı” bakımından Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e, “piyasaya yatkınlık” yönünden İtalya’nın eski başbakanı –kendisinin de yakın dostu- Silvio Berlusconi’ye benzediğini ve “her üç farklı kişiliği kendinde birleştirdiğini” söylemiştim. Bu tanımlamamı, Tayyip Erdoğan’ın “güçlü” kişiliğinin ve “karşı konulması kolay olmayan” başarılı siyasetçi niteliğinin kanıtı olarak birçok ve çok değişik yerlerde ve çeşitli vesilelerle dile getirdim.
Söz konusu tanımlamamın geçerliliği bence devam ediyor. Bununla birlikte, önceki gün “Başkanlık Sistemi”ne ilişkin argümanlarının “çok zayıf” olduğunu da belirtmeliyim.
Tayyip Erdoğan, “iç tutarlılığı” bulunmayan bir “Başkanlık Sistemi” savunması yapıyor. Örneğin, “Dünyada şu anda G 20 ülkelerinin içerisinde, en gelişmiş ülkeler malûm, şu anda 10 tanesi başkanlık sistemiyle yönetiliyor” dedi. Doğru. Ancak, şu “doğru”yu ilâve etmiş olsa, söylediği “doğru” bir anlam kazanır, sağlam bir argüman olabilirdi:
G-20 ülkelerinin yarısı çeşitli türlerde federal. ABD, Kanada, Almanya, Britanya, Brezilya, Arjantin, Meksika, Hindistan, Avustralya, Rusya. İtalya’da da “özerk bölgeler” var.
Tayyip Erdoğan, “Başkanlık Sistemi”ni savunurken, örnek gösterdiği G 20 ülkelerinin yarısının benimsediği “federal yapı”yı da savunuyor mu? Yoksa, Türkiye’nin “ademi merkeziyetçi” anlayışa kaskatı biçimde kapalı “Ankara-merkezli” yapısı üzerinden bir “Başkanlık Sistemi”ni savunuyor.
Görünen ikincisi ve “otoriter tek adam yönetimi” kaygılarını uyandıran da zaten böyle olması.
Tayyip Erdoğan’ın Amerikan-tipi başkanlık sistemine “alerji”si de biliniyor. Zaten, açıklamalarında bunu hissettirdi. “Bazıları Amerikan sistemi diyor, bu tartışılır, ayrı bir konu. Amerika’da Temsilciler Meclisi var. Senato var. Türkiye illa onu yapacak değil. Türkiye bunu kalkar, sadece parlamento olarak, milletvekilleri olarak alır. Onlarla bu süreci işletir.”
Yani, ABD gibi, Başkan’ın zaman zaman “elini kolunu bağlayacak” cinsten yasama ve yargı gücü güçlü bir “kuvvetler ayrılığı”na dayanacak bir denetim mekanizması yok kafasında.
Denetim (checks & balances), gerçek bir “hukuk devleti”nde güçlü ve yetkili kurumları ifade eder. Şöyle diyor:
“Denetim esaslı mı olacak? Tabii ki denetim esaslı olacak. Denetleyen neresi olacak? Parlamento olacak. Meclis olacak… Anayasa ile Başkan’a verilmiş olan yetkiler tabii ki vardır, onun belirlenmiş bir yetki alanı vardır. O yetki alanında hareket edeceği gibi, aynı zamanda parlamentonun kendisine vereceği yetkileri kullanma hakkı doğacaktır.”
Erdoğan, “kuvvetler ayrılığı”nın “üç ayağı”ndan biri olan “yargı”nın denetimini ise istemiyor. “Çalışacağım adamı ben belirlerim. Benle gelen benle gider. Bunu şu andaki sistemle yapamazsınız, sizinle gelen sizinle gitmiyor. Birileri bunu engelliyor, mesela yargı engelliyor… Halk sorumlu olarak kimi tutuyor? Siyasiyi tutuyor. Yargıdakini tutuyor mu? Hayır… Böyle memleket yönetilmez ki, kurullar yönetilmez ki… Başkanlık sistemiyle bunların ben aşılabileceğine inanıyorum” sözleri dikkat çekici.
Kesinlikle ABD’deki gibi olmayacak olan “parlamenter denetimi” ise, parlamentonun Başkan’a verecek yetkilerin ve/veya Başkan’ın anayasada sahip olduğu yetkilerin milletvekilleri tarafından denetimi olarak yorumluyor. Bu yaklaşım, parlamentonun “Başkan’ın partisinin milletvekillerinin çoğunluğu” halinde, Tayyip Erdoğan’ın, amaçları bakımından, mükemmel işleyecek bir sistem olur.
“Yargı”yı devre dışı bırakan, “yürütme”nin “yasama”yı kendisine tabi kılacağı, “kuvvetler ayrılığı” ilkesinin terkedileceği bir sistem işte böyle olur.
“Tek Adam” ve “Tek Parti” rejimine gidiliyor kaygısı ve tepkisi zaten bütün bu nedenlerden kaynaklanıyordu. Tayyip Erdoğan, bu kaygıların tümünü doğruladı ve tepkilerin haklılığını ortaya koymuş oldu.
Tayyip Erdoğan’ın arzuladığı ve benimsediği güzergâh, “demokratikleşme”ye götürmez. Bu “otoriterleşme” rotasıdır.
“Otoriter” rejimlerin ise “otokratik” ve “totaliter” türevleri vardır. Bu tür rejimlerin tepesindekilerin unvanı ister “cumhurbaşkanı” ya da “başbakan” veya “sultan”, ister “padişah” hatta “imparator” olsun, sıfatları değişmez.
Sıfatları “d” harfiyle başlayan sözcüktür. İkinci harfi “i”dir…
Paylaş