Paylaş
Orhan Pamuk, Almanya’nın çok yüksek tirajlı haftalık siyasi fikir gazetesi Die Zeit’te yayımlanan söyleşisinde “Türkiye’nin liberal, özgür bir demokrasi değil, hoşgörüsüz bir demokrasi olduğu” sözcüklerini kullanmış.
Orhan Pamuk’un Die Zeit söyleşisini okurken, bu değerlendirmesini görünce zihnimden eskilerin “akl için tarik birdir” deyişi geçti. “Düşünmeyi bilenler, kafasını çalıştıranlar, aynı şeyleri görürler” anlamında bir deyiştir...
Radikal’de dünkü “Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki...” başlıklı yazımı yazmakta olduğum sırada, Türkiye’nin fotoğrafını veren “illiberal democracy”deki “illiberal” sıfatının nasıl Türkçe’ye çevrilmesi gerektiğinde tereddüde düşmüştüm. “Illiberal” sözcüğünün sözlükteki karşılıkları arasında, “hoşgörüsüz”, “bağnaz” ve “liberal olmayan” gibi Türkçe karşılıklar öneriliyor.
Ancak, kullanıldığı bağlamı gözeterek ve daha önce çeşitli vesilelerle “özgürlükçü olmayan demokrasi” olarak kullanıldığını görerek, öyle kullandım.
“Illiberal democracy” kavramını ilk kez kullanmış olan -yanılmıyorsam- Hint-Müslüman asıllı Amerikalı yazar ve düşünce adamı Fareed Zakaria. Kavram, onun 2003 tarihli “The Future of Freedom: Illiberal Democracy at Home and Abroad” adlı kitabında, üstelik kitabın adında yer almıştı. (Özgürlüğün Geleceği: Yurtiçinde ve Yurtdışında Özgürlükçü Olmayan Demokrasi)...
Fareed Zakaria, demokrasi teorisi bakımından ilginç tartışmaları harekete geçiren The Future of Freedom adlı kitabında Batı dünyasında demokrasinin, esas olarak, “liberal demokrasi” olduğu tezini ortaya atmıştı. Liberal demokrasi, liberal özlü anayasacılık ile katılımcı siyasetin bir bileşimi idi ve Batı Avrupa’da özgürlüklerin korunması ve hukuk devleti düşüncesi ve kavramları, seçimlerden daha önce, yüzyıllar önce ortaya çıkmıştı.
The Future of Freedom’da ortaya konan teze ve buna dayalı olarak geliştirilen kavrama göre, temel özgürlükleri içselleştirmeden ve güvence altına almadan genel oy ilkesi ve seçimleri benimsemiş olan ülkeler, “özgürlükçü olmayan demokrasi” denilebilecek bir rejimi oluşturmuş oluyorlardı.
Görünürde çok partili ve seçimli bir yapıyı kabullenen genellikle Üçüncü Dünya ülkelerindeki “demokrasi uygulaması” bu şekildeydi. Bu nedenle, “Hem “özgürlükçü olmayan” hem de şekli “demokrasi” olan bir sistem olur mu?” sorusuna dünkü yazımda şu cevabı vermiştim:
“Olur. Özellikle, İslamcıların yönetiminde olduğu seçime dayalı sistemlerde özellikle ve hatta kesinlikle olur. Türkiye’de olduğu gibi. Türkiye’deki gibi bir “özgürlükçü olmayan demokrasi” ise iktidarın değişmeme garantisi hesabıyla seçimlerin yapıldığı bir tür “light diktatörlük” ya da “otoriter rejim” ile eş anlamlı da olabilir.”
Yani, seçimler, tek başına rejimin “özgürlükçü” olmasının güvencesini teşkil etmezler.
Tabii, bir de “İslamcılar”ın elindeki bir iktidarın, kaçınılmaz olarak, “özgürlükçü olmayan” bir demokrasiye yöneleceği önermesini de kaydetmek gerekiyor.
Tam da bu noktada, dünkü yazımda gönderme yaptığım Shadi Hamid’in The Future of Democracy in the Middle East: Islamist and Illiberal” (Ortadoğu’da Demokrasinin Geleceği: İslamcı ve Özgürlükçü olmayan) başlıklı yazısı yol gösterici sayılabilir. Yazının özellikle şu bölümü:
“İslamcıların iktidar arayışları ya da iktidarda bulunmaları olgusu, bizi liberalizm ve demokrasi arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmeye yöneltiyor. İslamcı yönetim altındaki özgürlükçü olmayan demokrasi, bunun Venezuela ve Rus türlerinden çeşitli nedenlerden ötürü farklıdır. Venezuela ve Rus örneklerinde, özgürlükçü olmayan demokrasi özü itibarıyla Hugo Chavez ya da Vladimir Putin’in ideolojileriyle bağlantılı. Onların özgürlükçü olmamaları büyük ölçüde, daha temel, daha çıplak bir nedenle; iktidarlarını sağlamlaştırma niyetleriyle ilgili. Buna karşılık, İslamcıların özgürlükçü olmayan demokrasisi, özellikle toplumsal alanda, İslamcılığın ürünü. İslamcılar için, özgürlükçü olmayan demokrasi, can sıkıcı olgu değil, tersine inanılması ve arzulanması gereken bir şey... İslamcı partiler, kendine özgü bir entelektüel ve ideolojik ‘proje’ye sahipler...”
Sözü edilen “Proje”, toplumun ve ülkenin, zaman içinde, pragmatik nedenlerle adım adım giderek, “İslami kurallara uygun yönetilmesini ve yaşamasını” öngörüyor.
Seçim, bu “proje”nin adım adım da olsa uygulanmasını mümkün kılacak olan “İslamcı iktidarı”na geçit verdiği anlamda, demokrasinin “yegâne” ölçütü olarak kutsanıyor.
“Özgürlükler”e hiç atıf yapılmadan, “halk iradesi”, “millet” gibi sözcükler “iktidar meşruiyeti”nin “yegâne zemini” olarak sunuluyor.
Türkiye’den söz ediliyor gibi ama Shadi Hamid, Türkiye’yi hiç aklına getirmeden, “Arap Baharı” deneyiminden yola çıkarak, şu satırlara yer veriyor:
“Demokratikleşme, İslamcı partiler üzerinde ille de ılımlılaştırıcı bir etkisi yapmaz... Liberal demokrasi vaçgeçilemez hakların tanınmasına dayanır. Ama İslamcılar kendilerini bu konsensüse taraf saymıyorlar ve konu çatışan iki dünya görüşü haline geliyor... Liberaller için belirli haklar ve özgürlükler, tanımları gereği, müzakere edilemezler. Devleti bu alanda tarafsız aracı gibi algılarlar. İslamcılar ise... devleti devlet cihazı, eğitim sistemi ve medyanın yumuşak gücü üzerinden, bir dizi dini ve ahlâkî değeri geliştirecek mekanizma olarak görürler. Onlar için, muhafazakâr değerler.. dinin kamu hayatındaki yeri konusunda halkın konsansüsüne dayalıdır. Dolayısıyla, halk iradesi, özellikle Allah’ın iradesiyle kesiştiği vakit, öne sürülen uluslararası insan hakları normlarına oranla öncelik taşır.”
Burada durup, Tayyip Erdoğan’ın kabaca, Ahmet Davutoğlu’nun biraz daha ince yaptığı “biz-onlar” ayırımının ve en önemlisi sık sık vurguladıkları ve kendilerini kendileri gibi olmayanlardan ayırdıkları “bizim medeniyetimiz” söyleminin ne anlam taşıdığını ve nasıl bir “anlam dünyası”nın içinde yer aldığını düşünmek gerekiyor.
Ne var ki, Türkiye’de karşı karşıya bulunduğumuz sorun daha da çetrefilli. Çünkü, AKP iktidarını “İslamcılık” perspektifinden tartışmak yetmiyor. Öylesine “dünyevî” nimetlerle “ak” kimlikleri “lekelenmiş” durumdaki, yöretimin hesap verebilirliği ilkesinin geçerli olduğu her demokraside mümkün olabilecek türden bir “yolsuzluk soruşturması” günümüz Türkiye’sinde mümkün değil. Mevcut iktidar, bu uğurda yargıyı hallaç pamuğu gibi atmaya, sırf bu nedenle bile “Kuvvetler Ayrılığı” ilkesini yerlebir etmeye hazır.
Son bir yılın deneyimi bunu ortaya koydu. Söz konusu iktidarı ciddi olarak sarsacak her durum “Darbe girişimi” ithamıyla karşılanarak, “güvenlikçi” bir politikanın egemen kılınmasına yolu açıyor.
Şu anda TBMM’yi kilitleyen, “şiddet”i iktidar partisi aracılığıyla yasama organının içine taşıyan ve böylece parlamentoyu tüm toplumun gözünde çirkin bir örnek haline getiren “İç Güvenlik Yasası” girişimi, işte bu zihniyetin ve “anti-demokratik iktidar” ihtiyacının ürünü.
Zira, Tayyip Erdoğan ve yakınları, belki bir seçim daha kazanabilirler ama Türkiye’yi “özgürlükçü demokrasi” içinde –altı çizilen nedenlerden ötürü- yönetemezler.
Tayyip Erdoğan iktidarı ve “özgürlükçü demokrasi”, birbirine “ters kavramlar” haline geldi.
O nedenle, bugünün Türkiye’sinde “özgürlük ve demokrasi mücadelesi” en öncelikli konudur. 2000’li yılların başında da olduğu gibi.
Bu da “Tek Adam” ve “Tek Parti rejimi”ne karşı mücadele demektir...
Paylaş