En son Nuri Bilge Ceylan, Kış Uykusu filminde yılkı atına ve tavşana kötü muamele yapıldığı için bu tartışmaların ortasında kaldı.
Geçen gün, Ata Demirer’in önümüzdeki hafta vizyona girecek Niyazi Gül Dörtnala filminde çalışan bir arkadaşımla karşılaştım.
O filmde de ayı, at, kazlar, hamster olmak üzere çok sayıda hayvan kullanıldığını biliyoruz...
Fragmanlarda izlediğimiz Ata’yı kovalayan ayının maket olduğu açıklandı ama diğer hayvanların nasıl kullanıldığını bilmiyoruz.
“Hayvan severlerin son hedefi Ata olmasın” diye sordum...
Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın artık bu işi ne kadar sıkı tuttuğundan bahsetti.
Filmlerde hayvanların nasıl kullanılacağı, uzun süredir 5199 sayılı kanun ve buna bağlı yönetmeliklerle düzenleniyor...
7 yıl birinci yardımcısı olarak beraber çalıştık. Ama bana göre bir hayal dünyasında yaşıyor. Eğer 1-2 milletvekili ile iktidarı kurtarabilirse ne alâ. Tutturamazsa koalisyona mahkûm olur. Hayallerine mani olacak tek siyasi kuruluş da HDP’dir” diye konuşmuş.
Dengir Fırat, gerçekten de Tayyip Erdoğan’ın en yakınında 7 yıl boyunca politika yaptı. Cumhurbaşkanı’nı çok kimsenin bilmediği birçok yönüyle gayet iyi tanır, bilir. O nedenle, Dengir Fırat’ın Tayyip Erdoğan ile ilgili değerlendirmelerine her vakit kulak kabartmış, önemsemişizdir.
Dengir Fırat, Tayyip Erdoğan’ı çok iyi tanıdığı, sezdiği ve bildiği için, “7 Haziran seçimleri öncesi provokasyonlara dikkat edilmesi gerektiğini” ifade eden sözleri üzerinde önemle durulmalıdır. Fırat, “Ülke bir maceraya sürüklenecektir. Belki iç çatışmalar çıkacak, hatta yurt dışında savaş meydana gelebilecek” diye konuştu.
Bunu kim yapabilir? Yapmaya kalkışırsa, niçin yapar?
Dengir Fırat’ın sözleriyle devam edelim:
“(Erdoğan’ın) hayallerine mani olacak tek siyasi kuruluş HDP'dir. CHP 5-10 puan artırsa dahi meclis aritmetiğini değiştiremez. MHP de aynı şekilde. Ama HDP'nin Kürdistan bölgesinde 70'e yakın milletvekili, eğer barajı aşamazsa otomatik olarak Ak Parti'nin hanesine yazılacak.”
Türkiye’deki seçim sisteminin cilvesi öyle ki, HDP’ye Güneydoğu ve Doğu illerinden gidebilecek 70 dolayında milletvekili (ülkenin İstanbul, İzmir gibi büyükşehirleri ile Batı hariç), o partinin barajı aşamama durumunda AKP’ye eklenirse, AKP, Tayyip Erdoğan’ın “hayalindeki” 400 milletvekili elde etmese bile, anayasayı onun istediği şekilde değişikliğe zorlayacak bir aritmetik elde edebilir.
Böyle bir durumun önüne geçebilecek tek şey; yani Tayyip Erdoğan’ın kafasındaki parlamento sandalye dağılımının onun istediği gibi olmamasını sağlayacak olan; HDP’nin barajı aşmasıdır. Hatta, oy oranları ve sandalye dağılımına göre –HDP’nin barajı geçmesi halinde- AKP’nin tek başına hükümet kuramaması ihtimali bile ciddi bir ihtimal olarak gündemdedir.
1960’larda Kıbrıs için yürüyenler arasına katıldık. 1970’lerle birlikte, özellikle 1980’lerden bu yana Kıbrıs için kalem kullandık. Ada’ya gidiş gelişlerimizin sayısını unuttuk.
2000’lerde sorunun tarihindeki en büyük çözüm umudunu oluşturan –Rumların “hayır” oylarıyla boşa çıkartılan- Annan Planı’nı destekledik. Çözüm umutları çoktandır sönük kaldı.
Mustafa Akıncı’nın yüzde 60 oranında KKTC Cumhurbaşkanı seçilmesi bütün bu nedenlerden ötürü heyecan verici. Bir “bahar yağmuru” gibi geldi üzerimize.
Mustafa Akıncı, yaşıtımız. Eski bir dost. Ankara’da aynı yıllarda üniversite iklimini soluduk. Ayrıca, uzun yıllar içinde Kıbrıs’a gidiş gelişlerde çok kez görüştüğümüz, çizgisinden hiç sapmayan ve büyük deneyim ve birikim sahibi bir siyaset adamıdır.
KKTC halkının onu çok önemli bir oy oranıyla cumhurbaşkanlığına getirmesi, Türkiye’ye yönelik “mesajı” olan, Türkiye’nin yakın geleceğinde “sonuç üretmeye aday” çok önemli bir gelişmedir.
Akıncı’nın seçim kampanyası iki temel sütuna dayandı:
1. Kıbrıs sorununun çözümü yönünde güçlü bir iradeyi dile getirdi;
Türkiye, 1915'in 100. yıldönümü'nde, uluslararası politika ağırlık sahibi olan "müttefikleri"ne ve hatta "dost" olmaya çalıştığı -örneğin Rusya- kim varsa ters düşmüştür.
1915’in 100. yıldönümü, ilki genel, ikincisi bugünkü iktidara ilişkin, şu iki çok önemli sonucu geri dönüşü olamayacak şekilde beraberinde getirdi:
1. Türkiye’nin bugüne dek 1915’e ilişkin “resmi söylemi” çökmüştür. Onunla birlikte “soykırım sözcüğünü önleme diplomasisi” de.
2. Tayyip Erdoğan-Ahmet Davutoğlu ikilisinin “İslâm dünyası liderliği ve temsilciliği” iddiası, 1915’in 100. yıldönümüyle birlikte, “İttihat Terakki’nin mirasını üstlenmiş olmaları” ve dolayısıyla “AKP projesi”nin gelip dayandığı noktanın “Türk ulus-devleti” –hatta “derin devleti” ile “buluşma noktası” olması nedeniyle bitmiştir.
İkinci nokta “ideolojik” bakımdan da önem taşıyor. Artık, yani 1915’in 100. yıldönümüyle birlikte, Tayyip Erdoğan ve AKP iktidarını “İslâmcılık” üzerinden mi yoksa “Türk ulus-devletçiliği” üzerinden mi okumak gerekiyor?
Muhtemelen ikincisi.
“Bizim bütün yıl boyunca beklediğimiz tek tarih var; 24 Nisan. O gün başımıza ne gelecek, ABD Başkanı ne diyecek, soykırım kelimesini kullanacak mı, kullanmayacak mı? Başka ülke parlamentolarında bu geçecek mi, geçmeyecek mi?. Ya 25 Nisan sabahı milletçe bir ‘oh’ çekeceğiz veya ilk defa ‘vah’ çekeceğiz…”
Bu sözler, 2008-2009 yıllarında Ermenistan ile yakınlaşma politikasında rol almış olan eski diplomatlardan Ünal Çevikoz’ün hafta başında Hürriyet’te Cansu Çamlıbel ile söyleşisinden.
Bugün 25 Nisan. Obama, “soykırım”ı kelimesini değil, bir kez daha “Metz Yeghern”i telaffuz etmiş olduğu için “oh” mu çekmeliyiz.
Obama, açıklamasında “20. Yüzyıl’ın ilk toplu mezalimi olan Metz Yeghern” dedikten gayrı, “tarihin bu karanlık sayfasına ışık tutmaya çalışan Papa Francis” kelimelerini özenle seçerek, Papa’ya gönderme yapıyor. “İnsanlar ve uluslar, geçmişlerinin acılı unsurlarıyla hesaplaşarak ve kabul ederek” kelimeleriyle Türkiye’ye yönelik “ima”da bulunuyor.
Diyelim ki, demedi. 1915’in ne olduğu, ne olmadığı değişecek mi?
Washington kaynakları demeyeceğini, yine “Metz Yeghern” yani “Büyük Felâket” sözcüklerini kullanacağına değiniyorlar. Türkiye’nin AB’den sorumlu devlet bakanı de, Obama’nın “soykırım” diyeceğini tahmin etmiyor. “Tahminim ve akıl yolunun beni buraya getirdiği nokta ABD başkanının bu ifadeyi kullanmayacağı yönünde. Kullandığı takdirde böyle bir ifadesinin yaratabileceği sonuçların bölge ve dünya barışı için yanlış sonuçları olacağını düşünüyorum" demiş.
Niçin “bölge ve dünya barışı için yanlış sonuçları” olsun? Bu ne demek?
Herhalde, Türkiye, ABD’ye öyle bir tepki gösterir, ABD ile ittifak alanlarında yapabileceklerini yapmaktan vazgeçerek Washington’a öyle bir fatura çıkarır ki, ABD’nin ulusal ve uluslararası çıkarları bundan zarar görür. Ve Obama, bütün bunları hesaplayarak, “Türkleri kızdırırsam, bana zarar verici işler yaparlar. Neme lâzım. Daha önce dediğim gibi Metz Yeghern diyerek idare edeyim” der ve “soykırım” sözcüğünü kullanmaz.
Bu durumda, Obama’nın bu şekilde davranmasının “1915 gerçeği” ile ilgisi olmadığı zımnen kabul edilmiş olunuyor. Böyle davranarak, Obama’nın, Ankara’nın “şantajı”nı kaale almış olduğu, kendince “realpolitik” gereklerine riayet ettiği ortaya çıkmış olacak.
Ne diyordu?
“Atalarımın başına geleni biliyorum. Buna kiminiz katliam, kiminiz soykırım, kiminiz tehcir, kiminiz trajedi diyorsunuz. Atalarım da Anadolu deyimiyle kıyım derdi. Bir devlet kendi yurttaşlarını, hem de savunmasızlarını, çoluk çocuk, kadın yaşlı demeden, kök saldığı ortamlardan söküp, bilinmez bitmez yollara salıyorsa, bunun sonucunda da bir halk büyük bir bölümüyle yok oluyorsa, bugün bizlerin bu durumu izah edecek kelimeleri tercih etme kıvranışımız, insan olma özelliğimizin hangi vasfıyla izah edilebilir?
‘Buna soykırım mı desek göç mü desek?’ diye cambazlıklar yapacaksak, her ikisini de aynı ölçüde mahkûm edemeyeceksek, soykırım yerine tehciri ya da tehcir yerine soykırımı tercih etmekle, insan oluşumuzla ilgili onurun hangi parçasını kurtarmış olacağız?”
Bir gün ben de durup dururken sormuştum: “Hrant, sence 1915 soykırım mıdır?”
O koca kollarını yana açarak, yüzünde belli belirsiz acı oturmuş bir gülümsemeyle, “Cengizciğim, ben Ermeni’yim” diye cevap vermişti.
Üstelemiştim: “Biliyorum Ermeni olduğunu. 1915 soykırım mıydı, değil miydi sana göre? Onu soruyorum. Çünkü, bunca yıldır arkadaşız; ne aramızda konuşmalarda ne de televizyonlarda tartışma programlarına çıktığında, bu sözcüğü hiç kullanmamış olduğunu farkettim birden. Onun için soruyorum: 1915, sence, soykırım mıydı?”
Hrant tane tane anlatmıştı bana: “Biz Ermeniler de aramızda hiç konuşmayız bunu. Hiçbir aile çocuğuna bu konuda bir şey anlatmaz. Ama bu bir ‘iç bilgi’dir. Bütün Ermeniler bu ‘iç bilgi’ ile doğarlar. İnsan her bildiğini, her yerde her dakika söylemez ya. Onun gibi bir şey…”
Şimdi yukarıdaki, alıntıyı Hrant’ın bu konuda ne dediğini bir kez daha okuyun. Hasan Cemal, “1915’in 100, yılında Ermenilerin soykırım acısını paylaşıyorum” başlıklı önceki gün yayımlanan T24 yazına yerleştirmişti Hrant’ın ne dediklerini.
Türkiye'de 'tüm farklılıklarımızla bir arada yaşayacak'sak eğer, öncelikle 1915'i bir hukuk, bir arşiv, bir tarih konusu olarak 'teknik' bir sorun olarak ele alamayız. Bu, öncelikle bir 'vicdan' konusudur
LUND – İsveç’teki “Güneydoğu” yani Skone adlı bölge tarih boyunca İsveç ile Danimarka arasında el değiştirmiş. Skone’de da kendisini İsveçliden ziyade Danimarkalı hissedenler hâlâ varsa da, bu sadece bir duygu. Bir “sorun” yok.
Lund, Skone’de. Malmö’nün yanıbaşında. İsveç’in en eski ve en büyük iki üniversitesinden birinin şehri. Üniversite’nin kuruluş tarihi 1666. Bu üniversitenin hocalarından biri olan ve “milliyetçilik” alanında uluslararası bir isim haline gelmeye başlayan Prof. Umut Özkırımlı’nın da çabaları ile Türkiye, Lund’da her yıl “akademik çalışma” konusu olmaya başladı.
Lund Üniversitesi Ortadoğu Çalışmaları Merkezi’nin düzenlediği bu yılki konferansın İngilizce başlığı “In Search of a Model for the Middle East – A Comparison of Turkish and Nordic Experiences” idi. “Ortadoğu için bir Model Ararken – Türk ve Nordik Tecrübelerinin Karşılaştırılması.”
Konferans 1814’de inşa edildiğinde Lund’un en büyük binası olan Kulturin adlı tarihi bir müze kompleksinde yapıldı. Sakin ve huzurlu bir ortamda ve tarih kokulu bir mekanda, bizlerin de içinde yer aldığımız dünyanın en kanlı ve sancılı bölgesindeki gelişmeleri iki gün boyunca tartıştık.