Paylaş
Türkiye'de 'tüm farklılıklarımızla bir arada yaşayacak'sak eğer, öncelikle 1915'i bir hukuk, bir arşiv, bir tarih konusu olarak 'teknik' bir sorun olarak ele alamayız. Bu, öncelikle bir 'vicdan' konusudur
LUND – İsveç’teki “Güneydoğu” yani Skone adlı bölge tarih boyunca İsveç ile Danimarka arasında el değiştirmiş. Skone’de da kendisini İsveçliden ziyade Danimarkalı hissedenler hâlâ varsa da, bu sadece bir duygu. Bir “sorun” yok.
Lund, Skone’de. Malmö’nün yanıbaşında. İsveç’in en eski ve en büyük iki üniversitesinden birinin şehri. Üniversite’nin kuruluş tarihi 1666. Bu üniversitenin hocalarından biri olan ve “milliyetçilik” alanında uluslararası bir isim haline gelmeye başlayan Prof. Umut Özkırımlı’nın da çabaları ile Türkiye, Lund’da her yıl “akademik çalışma” konusu olmaya başladı.
Lund Üniversitesi Ortadoğu Çalışmaları Merkezi’nin düzenlediği bu yılki konferansın İngilizce başlığı “In Search of a Model for the Middle East – A Comparison of Turkish and Nordic Experiences” idi. “Ortadoğu için bir Model Ararken – Türk ve Nordik Tecrübelerinin Karşılaştırılması.”
Konferans 1814’de inşa edildiğinde Lund’un en büyük binası olan Kulturin adlı tarihi bir müze kompleksinde yapıldı. Sakin ve huzurlu bir ortamda ve tarih kokulu bir mekanda, bizlerin de içinde yer aldığımız dünyanın en kanlı ve sancılı bölgesindeki gelişmeleri iki gün boyunca tartıştık.
Türkiyeli katılımcıların büyük bölümü çok gençti. Çoğunlukla doktora ve yüksek lisans öğrencileriydi. Kimisinin yolu Taksim Gezi’den geçmişti. Tümünde “Gezi ruhu” vardı. Yaptıkları sunumlar, uzmanlık alanlarında başarıyla yol alacaklarına ilişkin iyimserlik ışıkları saçıyordu.
Onlarla ve ağırlıklı olarak İsveçli akademisyenlerin ve Kuzey Afrikalı ve Ortadoğulu uzmanların bulunduğu bir toplulukla, Türkiye ve Ortadoğu’yu çok yönlü konuşmak ve tartışmak çok öğreticiydi. Ama bir yandan da, insan, Türkiye’nin iç ortamının giderek iç karartıcı hale dönüşmekte olduğu şu dönemde “İskandinavya Baharı” yaşamak gibi aldatıcı bir duyguya kapılabilirdi.
Sözünü ettiğim Türkiye’nin “iç ortamının giderek iç karartıcı bir hale dönüşmesi” hali son günlerde Ermeni soykırımı tartışmalarından kuvvetle besleniyor. Konu, ülke ortamının ve zihin kalıplarının, artan ölçülerde “milliyetçilik”in kaçınılmaz “zihin daraltıcı kapanı”na kısılmasını, ister istemez, beraberinde getiriyor.
“Milliyetçilik” sadece “zihin daraltıcı kapan” değil; ayrıca bir “düşmanlık üretme laboratuvarı” ve aynı zamanda da bir “saldırganlık santrali” gibi çalışıyor.
Tayyip Erdoğan’ın başını çektiği iktidar sahipleri, Papa Francis’in Ermeni soykırımına dair söylediklerine ve Avrupa Parlamentosu kararına verdikleri sığ “milliyetçilik” tepkisiyle ve giriştikleri “milli seferberlik” organizasyonuyla, Türkiye’nin “fikir düzeyi”nin ve “entelektüel ortamı”nın çoraklaşmasına yol açıyorlar. Yazık…
Dış dünyadan genel olarak nasıl göründüklerini, Lund’da elime geçirdiğim, üstelik Türkiye’deki iktidarı herşeye rağmen kollamaya gayret eden The Economist’in son sayısındaki şu satırlarda okuyorum:
“İhtilafa (Soykırım konusundaki) hayatî bir milli çıkar konusu gibi davranarak, Türk hükümeti milliyetçilik tuzağına düşüyor. Oysa bunu yapmak yerine geçmiş günahları kabul etmelidir. İngiltere, Almanya ve Rusya’nın da içinde bulunduğu diğer Avrupa güçleri gibi, onun da kabul etmesi gereken çok şey var. Türkiye geçmişte sadece Ermenilere kötü davranmadı, tehcir etmedi ya da öldürmedi. Asuriler, Rumlar ve Kürtlere de bunları yaptı. Bununla birlikte, gurur duyabileceği bir çok sebep de var; çünkü, Osmanlı imparatorluğu, Yahudiler dahil olmak üzere, etnik azınlıklara Avrupa’nın geri kalanının olduğundan çoğu kez çok daha fazla hoşgörülü idi.
Günümüzün Türk hükümeti de azınlıkların durumunun iyileştirilmesinden ötürü övünebilir. Türkiye’nin Cumhurbaşkanı ve İslamcı Adalet ve Kalkınma (AK) partisinin kurucusu olarak, Recep Tayyip Erdoğan kendisiyle, modern Türkiye’nin kurucusu Kemal Atatürk’ün dar laikçi milliyetçiliği arasına mesafe koymuştu… Ve geçen yıl, özür olmasa bile, 1915’in Ermeni kurbanlarının torunlarına taziyelerini cesaretle sunmuştu.
Ama son zamanlarda, Erdoğan daha öfkeli, daha milliyetçi, İslamcı ve otokratik bir ton benimsedi. Böylesi, sadece onun komşularıyla uyuşmasını zorlaştırmakla kalmıyor, aynı zamanda da Türkiye’nin NATO’nun muhkem bir parçası ve Avrupa Birliği’nin gelecekteki bir üyesi olarak, Batı yanlısı kimlik özelliklerini korumasını da zora sokuyor. Bu nedenle, 1915’te olan dair Türklerin yaşadığı kasılmalar, (Türkiye’nin Batı’nın bir parçası olması amacına) yarardan çok zarar veriyor…”
Papa Francis, aslında “1915’te yaşananların 20. Yüzyıl’ın ilk soykırımı” olduğunu söyleyerek bir “tarih olgusu”nu tekrarlamış olmakla kalmadı, Türkiye’deki iktidarın ve siyaset sınıfının “entelektüel çapsızlığı ve sefaleti”ni ortaya çıkartmış oldu.
Papa Francis’in sözlerine ve Avrupa Parlamentosu kararına ilişkin olarak Tayyip Erdoğan’ın, Ahmet Davutoğlu ve diğer “yetkililer”in gösterdiği tepkiler, kullandıkları dil, ileri sürdükleri argümanlar “Ermeni meselesi” ya da 1915 söz konusu olduğunda, kendilerinden önceki iktidarlar ile aralarında hiçbir bir “ideolojik fark” olmadığını ortaya koyuyor. Mevcut iktidar sahiplerinin, bırakın Kemalizm’i, İttihat Terakki’den de farklı bir yaklaşım sergilemedikleri ortaya çıkıyor. Yazık…
2015’in yaşanacağı belliydi. Ama konu 1915 olunca “İttihat Terakki postu”na bürünmekten hiç rahatsızlık duymayan Erdoğan-Davutoğlu devlet ve hükümeti belli ki doğru dürüst hazırlanmamışlar Nisan 2015’e.
Yine The Economist’in son sayısında “Vatikan ve Türkiye- Asla Unutma” başlığını taşıyan bir başka yazıda, ta 1915’te Papa Benedict XV’in Sultan Mehmet Reşat’a “Anlatılamaz acılara maruz bırakılan bütün bir halkın iniltilerinin yankılarını duyduğunu” yazmış olduğunu öğreniyoruz.
Yazı, şu daha güncel ve çok ilginç bir başka bilgiyle şöyle devam ediyor:
“İki liderin günümüzdeki muadilleri geçen Kasım’da Ankara dışındaki Türkiye Cumhurbaşkanlığı sarayında bir araya geldiklerinde, o yankılar hâlâ duyuluyordu. Il Messagero’nun Vatikan muhabiri Franca Gian-Soldati’nin yeni kitabına göre, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Osmanlı imparatorluğunun 1915’te Ermenileri boğazlamasını soykırım olarak açıkça nitelememesi için Papa Francis’e ‘yalvarmış.'”
Bu ne kadar doğru bilemiyorum ama yalvarmış olsa da, olmasa da, şahısların ve kurumların, 2015’e kadar “ders çalışmamış” oldukları apaçık ortada.
Hâlâ bundan 20 yıl önce de söylenen “Arşivlerimizi açtık. Kolaysa Ermenistan’da Taşnaklar da arşivlerini açsın ya”yı geçmeyen çocuksu bir dilin ısrarla kullanılması, Avrupa’ya “Siz Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nın hesabını verin önce” diye seslenilmesi, Davutoğlu’nun “kızılderili katliamı”nı gündeme getirmesi, Erdoğan’ın ülkemizin 2015’te Ermenileri “deport etmiyor olmasıyla” övünmesi…
Kollektif bir akıl tutulması hali. Bu arada, İstanbul İkinci Bölge’de liste başına bir Ermeni kadın aday yerleştirmeyi düşünebilen CHP’nin, AKP’nin peşinde, Türkçesi bozuk TBMM bildirisine imza koymaya koşması görüntüsüne ise “yazıklar olsun” demekten başka bir şey gelmiyor insanın içinden.
Türkiye’de “tüm farklılıklarımızla bir arada yaşayacak”sak eğer öncelikle, 1915’i bir hukuk, bir arşiv, bir tarih konusu olarak, “teknik” bir sorun olarak ele alamayız. Bu, öncelikle bir “vicdan” konusudur.
Bre vicdansızlar!
Yazık.
Paylaş