Paylaş
Türkiye’nin şu sıralarda “en yakın müttefiki” Suudi Arabistan. Yeni Kral Salman ile birlikte Riyad kapıları Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a açıldı. Böylece, Tayyip Erdoğan, kendisini “uluslararası tecrit”ten kurtaracak bir tutamak elde etmiş oldu.
İki ülke ya da bir başka deyimle Ortadoğu’nun “iki Sünni merkezi” arasında arayı yapan “aracı” ise, Katar Emiri idi. Bu sayede, Türkiye-Katar-Suudi Arabistan arasında, bugüne dek görülmeyen ölçüde bir “Sünni ekseni” oluştu ve bu “eksen” ilk ürününü, Suriye muhalefetinin vilayet merkezi İdlib ve onun stratejik önemdeki ilçesi Cisr el-Şugur’u ele geçirerek verdi.
Bu gelişmenin sağlanmasında, Tayyip Erdoğan’ın yalnızlıktan kurtulma ihtiyacı ve Katar’ın arabuluculuğu kadar; hatta çok daha önemli bir oranda Suudi Arabistan’ın yeni Kralı Salman’ın tüm Suudi politikasını tepeden tırnağa değiştirmeye karar vermiş olmasının etkisi var.
Kral Salman, İran’ı Suudiler için “birinci güvenlik tehdidi” olarak görüyor. Buradan hareketle, Müslüman Kardeşler’e çok ciddi bir güvenlik tehdidi olarak gören selefi Kral Abdullah’ın politikasını değiştirdi.
Kral Salman’ın Müslüman Kardeşler’i “güvenlik önceliği” olmaktan çıkartması, yerine İran’ı yerleştirmesi, İran’a karşı Türkiye’nin içinde yer alacağı bir “Sünni seferberlik” için gerekli görülmüştü.
Kral Salman, Suudi iç politikasında, “Vahabi ulema”ya çok yakın duran, aşırı muhafazakâr bir yaklaşımı temsil ediyor. Bir yandan da, “İran paranoyası” üzerinden ve “nükleer anlaşma” gerekçesiyle ABD’ye karşı alerji duyuyor.
Bu arada, S. Arabistan’ın Yemen’e karşı giriştiği silahlı saldırı, aslında İran’ı hedef alıyor ve aynı şekilde Türkiye ile işbirliği halinde Suriye’de el-Kaide’nin Suriye kolu an-Nusra ve Ahrar eş-Şam örgütleriyle birlikte oluşturulan “Fetih Ordusu”na büyük mali ve askeri destek sağlıyor.
Her iki hamle, ABD’den bağımsız olarak hatta ABD’ye yönelik rahatsızlığın bir sonucu olarak gerçekleştirildi.
Suudilerin, bir ABD-İran yakınlaşması ihtimalinden duydukları rahatsızlık o boyuttaki, Suudi Kralı Salman, Washington’da bu hafta başlayan Körfez İşbirliği Konseyi (GCC) Zirvesi’ne katılmadı.
Brookings’in uzmanlarından, istihbaratçı kökenli Bruce Riedel, S.Arabistan’ın Washington’daki Zirve’ye katılmamasını, yeni Suudi rejiminin Ortadoğu’daki Amerikan politikasına duyduğu güvensizliğin çok net bir işaret olarak değerlendiriyor ve “Suudiler, ABD’nin İran, Suriye, Irak ve Yemen politikasından mutsuzlar” diye yazıyor.
Suudi mutsuzluğun içinde ABD’nin Yemen’e yönelik tutumunun yer alması özellikle ilginç; çünkü Obama, Suudileri “elden kaçırmamak için”, yeni Suudi rejiminin Yemen’e karşı giriştiği saldırıya arka çıkmıştı.
Bruce Riedel bu konuda şöyle bir değerlendirme yapıyor:
“Suudiler, Washington’un Yemen’de yürüttükleri savaşa yarı gönüllü bir destek verdiği kanısındalar. Kral Salman ve 29 yaşındaki oğlu, Savunma Bakanı Prens Muhammed bin Salman, tüm prestijleri ve itibarlarını Yemen’de kesin bir zafere bağladılar. Orada istedikleri bir mütareke değil. Husilerin ezilmesini istiyorlar. İran’a bir ders verilmesi gerektiği düşüncesindeler. Suudiler, Suriye’de kan kokusu alıyorlar ve Başşar Esad’ın günlerinin artık sayılı olduğunu umut ediyorlar. Amerika’nın işi bitirmesini, öldürücü darbenin vurulmasına yardım etmesini istiyorlar. Ama bunun yerine, Washington’da derin bir sallantılı durum görüyorlar. Ve, Irak’a gelince; Suudiler. George Bush’un on yıl önce Bağdat’ı aptalca Tahran’a vermiş olduğunu ve Obama’nın geri almak için gayret göstermediğine inanıyorlar.”
Bruce Riedel, bu çok önemli değerlendirmesini şu cümleyle noktalamış:
“Obama’nın bu konuların herhangi birinde politikasını değiştirmesi pek muhtemel değil.”
Yani, Amerikan politikasını değiştirmek için Suudilerin yanlarına Türkiye’yi de çekerek yürüttükleri politikanın sonuç vermesi pek şüpheli.
Yemen, S. Arabistan’ın oldum olası “Aşil Topuğu”dur ve Kral Salman, Yemen’e karşı –Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’nin katılabileceğini söylediği- giriştiği silahlı saldırıyla ABD’yi kendi çizgisine çekmek bir yana, kendi kuyusunu kazıyor olabilir.
Nitekim, S. Arabistan kraliyet ailesinin önemli şahsiyetlerinden Prens Velid bin Talal, amcası Kral’a açık bir mektup yayınladı ve Yemen’i “Suudi Arabistan’ın Vietnam’ı” olarak niteleyerek, “Bu kanlı savaşın Krallığımızı mahvolmanın eşiğine getirebileceği konusunda Majestelerini naçizane uyarırım” demek ihtiyacını duydu.
Prens Velid, “Suudi Arabistan Krallığı dünya petrol arzını tehlikeye düşürmektedir ve bunun sonucu kaçınılmaz olarak petrol fiyatlarının tırmanması olacaktır. Nereden bakılırsa bakılsın, Yemen’e karşı savaş budalacadır ve kınanması gerekir” diye de ekledi.
Basit soru:
Koskoca ve “Osmanlı mirasçısı” olma iddiasındaki Türkiye, ortaya çıkışı İstanbul’a, Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanma olan “Vahabilik” ile elele ve “kendi Vietnam’ı”nda tükenme ihtimali güçlü bir S. Arabistan rejiminin peşine takılarak, Suriye’de arzuladığı sonuçları alabilir mi?
Türkiye-S. Arabistan işbirliği, İdlib ve Cisr el-Şugur’un düşmesini beraberinde getirdi ve Esad rejiminin ömrü üzerinde spekülasyonları canlandırdı. Doğru.
Cisr el-Şugur, Ghab Vadisi’nin başını tutuyor. O vadi, Hama’ya ulaşan arka yol sayılıyor. Ayrıca, rejimin en büyük dayanağı olarak gördüğü ve gösterdiği kıyıdaki Lazkiye şehri de Cisr’den sadece 60-70 kilometre uzakta. Dahası, Cisr el-Şugur’un ele geçirilmesiyle birlikte Lazkiye-Halep bağlantısı da rejim açısından kesilmiş oluyor.
Şam rejiminin ağır bir darbe yediği besbelli. Ancak, günlerinin sayılı hale gelmiş olduğu kuşkulu. İran ve Rusya, Şam rejimini terketmedikçe, rejim, “uzun süreli bir yıpratma savaşı”nı sürdürebilir.
Öyle bir savaş onun için bir “ölüm-kalım savaşı” olduğu için, başka çaresi yoktur. Ancak, Şam rejimi için “uzun süreli bir yıpratma savaşı”na dayanmak, Türkiye’nin “uzun süreli bir yıpranma savaşı”na dahil olması demektir.
Kısacası, Yemen, “S. Arabistan’ın Vietnam’ı” ise, S. Arabistan ile Suriye’de işbirliği yapan Türkiye için, Suriye de “Türkiye’nin Vietnam’ı” olabilir.
Önümüzdeki günlerde bu konuya geri döneceğiz…
Paylaş