Zamanımızın büyük kısmı bir kısmı nereye gidiyor? Yüksek ihtimalle birçoğumuz buna telefon ve bilgisayar cevabını verecek. Sabah uyanmayla başlayan bu süre, gece uyuma saatimize kadar çok kısa aralıklarla da olsa devam ediyor. Ancak ekrana bakarak geçen süreyi kontrol altına almak, verimli ve sağlıklı bir yaşam tarzı için kritik öneme sahip.
Telefon ve bilgisayarınızda geçen süreyi veri odaklı izleyerek ve kendinize küçük kısıtlamalar koyarak gününüzü daha verimli bir şekilde geçirebilirsiniz. Bunun için cihazlarınızda yerleşik olarak bulunan araçların yanı sıra, üçüncü parti uygulamalarla da detaylı analizlere erişebilirsiniz. Tabii bu uygulamaları kullanmak için birçok verinizi karşı tarafla paylaşmanız gerekiyor. Bu nedenle kullanmaya başlamadan önce hizmet koşullarını kontrol edip okumakta da fayda var.
Ekran sürenizi kontrol altına alabileceğiniz araçlar ve uygulamalardan bazı örnekler vereceğim. Apple’ın Screen Time özelliğini iOS için ayarlar menüsünden, macOS için Sistem Tercihleri’nden kullanabilirsiniz. Çok basit bir ara yüze sahip olan Screen Time ile oturum açtığınız tüm Apple cihazlarındaki istatistiklerinizi görebilirsiniz. Bu sayede alışkanlıklarınızı tespit edebilir, kendinize günlük sınırlar belirleyebilirsiniz. Screen Time’a benzer şekilde Digital Wellbeing ile Android cihazlarınızda kendinize sınırlar belirleyebilir ve verilerinizi görebilirsiniz.
Ayrıca Android için QualityTime, App Usage, StayFree gibi üçüncü parti uygulamalar da bulunuyor. Bunun yanı sıra hem Android hem iOS’ta kullanılabilen Moment, RescueTime gibi büyük bir kullanıcı kitlesine sahip olan uygulamaları da tercih edebilirsiniz.
Bilgisayar kullanıcıları için ise Windows ve macOS ile uyumlu WhatPulse, zamanınızın çoğunu hangi araç/program üzerinde geçirdiğinizi size gösteriyor. Bununla birlikte bant genişliğinizin çoğunu hangi uygulamaların kullandığını da gösteriyor.
Chrome için geliştirilen Webtime Tracker ise internette vaktinizi nasıl geçirdiğinize yönelik detaylı bir rapor sunuyor. Webtime Tracker ile Chrome’da ziyaret ettiğiniz sitelerle ilgili periyodik olarak raporlar alabilir ve zaman planlamanızı bu rapor doğrultusunda yapabilirsiniz.
Elbette kullanabileceğiniz seçenekler, istediğiniz rapor formatı ve verilerle daha da detaylandırılabilir. Ancak temel olarak ekran süresini kısaltmanın sizin elinizde olduğunu söyleyebilirim. Özellikle de bu ekran sürelerinde ebeveynlerin çocukları için dikkatli olması gerekiyor. JAMA Network’te yayımlanan John S. Hutton’ın yazarlığını yaptığı
Daha iyi bir sağlık hizmeti için teknoloji anahtar bir rol oynuyor. Sağlık çalışanlarının güncel kalabilmesini sağlayan teknolojiler aynı zamanda tıp uzmanları ile hastalar arasındaki ilişkiyi daha kolay hale getirerek, daha ucuz ve daha etkili çözümler sağlıyor. Sağlık teknolojilerindeki güncel gelişmeleri, ülkemizin sağlık yatırımlarını ve sağlıkta yapay zeka konusunu ve sağlık teknolojileri ve sağlık ekonomisi konularında araştırmalar yapan sağlık iletişim danışmanı Serap Öcal ile konuştuk.
Ülkemiz sağlık teknolojilerinde yüzde 85 oranında dışa bağımlı
Türkiye’nin sağlık teknolojilerinin üretiminde hangi konumda hakkında Serap Öcal: “Robotik cerrahi, sağlık hizmetlerinde simülasyon teknolojilerinin kullanımı, kök hücre ve gen tedavileri, dijital patolojide yapay zeka ve karar destek sistemleri, hastanelerde yoğun bakım klinik bilgi sistemleri, tanı ve tedavide yapay zekanın kullanımı, giyilebilir teknolojiler ve biyosensörler, girişimsel kardiyolojik çalışmalar, biyoteknoloji girişimleri ve sağlıkta nanoteknolojiler günümüzün yüksek sağlık teknolojilerinden bazıları. Ülkemiz ise sağlık teknolojilerini (cihaz, ilaç ve aşı) alanında yüzde 85 oranında dışa bağımlı olduğu bilinmektedir. İleri teknoloji içeren medikal cihazların da tamamına yakını yurt dışından ithal edilmektedir. Ülkemizde yüksek sağlık teknolojilerinin AR-GE çalışmalarına gereken yatırımlar yapılır ise yetişmiş insan gücü, coğrafi konum ve fiyat avantajları ile gerek sağlık teknolojilerinde gerekse de sağlık turizminden elde edeceği gelir ile dünya devi ülkeler ile rekabet edebilir hale gelecektir.” diyor.
Üç kıtanın sağlık harcaması, küresel sağlık harcamalarının yüzde 91’ine eşit
Sağlık ekonomisindeki tabloya da değinen Serap Öcal: “The Economist IntelligenceUnit’in 2017 verilerine göre dünyada sağlığa 7 trilyon 724 milyar dolar harcanmıştır. Bu harcamaların 3 trilyon 509 milyar doları Kuzey Amerika, 1 trilyon 745 milyar doları Avrupa, 1 trilyon 766 milyar doları ise Okyanusya kıtalarında yapılmıştır. Bu üç kıtadaki sağlık harcamaları küresel sağlık harcamalarının yüzde 91’ine eşittir. Rapora göre küresel sağlık harcamaları 2022 yılında 10 trilyon 59 milyar dolara ulaşacak; Kuzey Amerika, Avrupa ve Avustralya’daki sağlık harcamalarının küresel sağlık harcamalarına oranı yüzde 88’e gerileyecektir. Bu devasa rakamların konuşulduğu mega sektör sağlık ve sağlık teknolojileri ülkelerin ekonomik sistemlerinin vazgeçilmez bir parçası. Geçtiğimiz yarım yüzyılda birçok ülke bilgi teknolojisi, tıbbi ekipman, tıbbi cihaz ve ilaç yatırımlarıyla sağlık alanında teknolojik altyapısını güçlendirmiştir. Birçok yeni sağlık teknolojisiyle tanışan sağlık sistemleri sağlık hizmet sunumunda önemli gelişmeler kaydetti.” dedi.
Günümüzün en trend teknolojisi olan yapay zekanın sağlıktaki etkilerine de değinen Serap Öcal: “Dünyada en çok yatırım alan girişimlerin sağlık teknolojisi, biyoteknoloji ve siber güvenlik konularında olduğunu görüyoruz. Sektörlerde teknolojik yeniliklerle ilgili trendin yükselmesi ve buna bağlı olarak siber güvenlik risklerinin artması, bu alana yapılacak yatırımların büyümeye devam edeceğini ve girişim yatırımlarda ise yapay zekanın kritik bir odak noktası olacağını gösteriyor. Yapay zeka ve robotlar Endüstri 4.0 devriminin önemli parçasıdırlar. Biyoteknoloji ve nanoteknolojinin de devreye girmesi ile daha büyük bir sanayi devriminin gerçekleşmesine katkıda bulunmaktadır. Yapay zeka şu ana kadar en fazla Radyoloji alanını etkilemişse de sağlığın her alanını derinden etkilemektedir. Sağlık verilerinin miktarları hiç görülmedik bir hızla artmaktadır. Bu verileri insanlar için hızla toparlayıp değerlendirebilecek zeki algoritmalar daha iyi sağlık hizmeti sunumu için önemli olacaklardır. Tıbbi hataların engellenmesi, sağlık verilerinden yeni bilgilerin öğrenilmesi gibi işler yapay zeka algoritmalarının doğal olarak doldurabilecekleri alanlardır.” dedi.
Yapay zeka ve hekimler için
Drone’lar günümüzde bilimsel araştırmalardan yemek teslimatlarına kadar birçok alanda kullanılıyor. Drone’larla ilgili yasal düzenlemeler bir yandan netleşmeye devam ederken, bir yandan da bu araçların gelecekte nasıl bir değişime yol açacağına yönelik tartışmalar sürüyor.
Eğer drone uçurduysanız veya çalışan bir drone’un yakınlarında bulunduysanız, muhtemelen o rahatsız edici vızıltı sesini duymuşsunuzdur. 20 kg’a kadar olan küçük yapıdaki dronel’lar, geleneksel hava araçlarından 40 desibel sessiz olmalarına rağmen, bir hayli rahatsız edici ses çıkarabiliyor. NASA tarafından drone’ların gürültüsünün psiko-akustik özelliklerine yönelik yapılan çalışmaya göre, drone sesleri karayolu taşıtlarının çıkardığı seslerden daha rahatsız edici özellikte. Torija Martinez’in ‘Drone gürültüsü algısını değerlendirmek için metrikler’ isimli makalesine göre, drone’ların gürültüsü, aynı seviyedeki sivil hava araçlarının gürültüsünden bile daha rahatsız edici.
Aslında buradaki ana sorunun, drone’ların nispeten düşük irtifa diyebileceğimiz yüksekliklerde uçması diyebiliriz. Bu durumu göz önüne aldığımızda, drone’ların çok yaygın bir şekilde kullanıldığını düşündüğümüz bir senaryoda, gürültü sorunları meydana gelecek, drone’ların benimsenmesi ve ticarileşmesinde toplumsal engeller ortaya çıkabilecek.
Şu anda küçük ve orta boy drone'lar, tıbbi teslimatlar ve kayıp kişilerin aranması gibi çok sayıda uygulama için halihazırda kullanılıyor. Ticari havacılıktaki diğer bir yenilik ise şehirlerde yolcu taşımak için elektrikli dikey kalkış ve iniş özelliğine sahip araçların geliştirilmesi oluyor. Hem drone’lar hem uçan taksileri düşündüğümüzde, bu araçlar gürültü kirliliği sorununu da beraberinde getirecek.
Yapılan bir çalışmada, drone’ların insanlardan 50 metreden daha uzakta uçtuğu bir senaryo ele alındı. Yapılan sanal testlerde, küçük bir drone’un çıkardığı sesin, ses ortamına göre kullanıcıda farklı etkilere yol açtığı ortaya çıktı. Örneğin, karayolu trafiğinden kaynaklanan gürültüye maruz kalan bir kişi için drone gürültüsü daha az fark edilebilir oldu. Ancak nispeten trafiğin az yoğunlukta olduğu sakin ortamdaki biri için drone gürültüsü çok rahatsız edici olabildi. Bu durum, drone’ların trafiğin yoğun olduğu yollardan geçmesiyle ‘gürültü etkisinin’ nispeten azaltılabileceğini gösteriyor.
Drone’ların yaygınlaşmasıyla ortaya çıkacak olası bir gürültü rahatsızlığının önüne geçmek için vatandaşlarla birlikte değerlendirmeler yapmak gerekiyor. Ayrıca otomotiv endüstrisinde yayın bir şekilde kullanılan psiko-akustik ölçümler, drone’larla ilgili çalışmalarda da kullanılabilir. Bu testlerle birlikte drone’ların rotorları, daha az rahatsız edici sesler çıkaracak şekilde konumlandırılabilir. Bu durumu göz önüne aldığımızda, drone’ların yaygınlaşmasının önünde, gürültü kirliliği riskinin de olduğunu söyleyebilirim.
2019 yılının son ayları kripto para piyasası için adeta bir dip nokta gibiydi. Piyasanın en güçlü kripto para birimi Bitcoin bu dönemde 7 bin dolar seviyelerine görerek, yatırımcılarını bir hayli hayal kırıklığına uğratmıştı. 2020’nin ilk ayları kripto para piyasası için toparlanma dönemi gibi geçmiş ancak bu kez de pandemi durumu altüst etmişti. Özellikle de pandeminin birçok ülkede görüldüğü 2020’nin Mart ayında Bitcoin ve diğer kripto paralar için düşüş yaşanmıştı.
Ardından yaşanan yukarı yönde ivmelenme, bu kez kripto para piyasası için uzun sürdü diyebiliriz. Hatta Aralık ayında Bitcoin 23 bin dolar barajını geçerek tarihi bir rekora ulaştı. Bunda pandemiyle para birimlerinde yaşanan değersizleşme ve vatandaşların güvence için farklı yatırım araçlarına yönelmesinin de payı oldu. Hatta bir dönem Bitcoin’i dolandırıcılık aracı olarak gören Amerikan yatırım bankası JPMorgan da altın ve dolar gibi yatırım araçlarının, kripto para sektörü karşısında güç kaybettiğini duyurdu. JPMorgan, kurumsal yatırımcıların da Bitcoin’i benimsemeye başlamasıyla bu alandaki yatırımların artış göstermeye başladığını açıkladı.
Elbette bu durum kripto para sahibi kişi sayısında da artışa neden oluyor. Ünlü kripto para analisti Willy Woo’nun tahminlerine göre; mobil hesaplar, internet kullanıcıları, PayPal hesapları göz önüne alındığında dünya nüfusunun yüzde 1,7’si Bitcoin’e sahip. Woo, Bitcoin sahiplik oranını 2021 yılında seviye atlayacağını ve 2024 yılında yüzde 25’e ulaşacağını öngörüyor. Geçtiğimiz 11 yıllık süreçte yüzde 1’in altında kalan bu oranda Woo, parabolik bir artış olacağını tahmin ediyor.
Kripto para piyasası, yatırım aracı olmasının yanı sıra merkeziyetsiz yapısı ve kullanıcılara sağladığı para transfer imkanlarıyla da dikkat çekiyor. Geçtiğimiz günlerde yapılan 8 bin 692 Bitcoin’in bir hesaptan başka bir hesaba geçişi sırasında işlem ücreti için sadece 0,0000652 Bitcoin’in alınması, kripto para piyasasının geleneksel bankacılık sistemine karşı üstünlüğünü gösteriyor. Ancak Bitcoin’in değerinde yaşanan artış, kesmen de olsa transfer ücretlerine yansımış durumda. Aralık ayının ikinci haftasında 2.7 dolar seviyelerinde olan Bitcoin transfer ücreti, üçüncü haftada 11.91 dolar seviyelerine ulaştı. Yaklaşık yüzde 400 oranındaki bu artışta Bitcoin’in değerinde yaşanan artışla, daha fazla para transferinin yapılması ve madencilikte harcanan eforun artması önemli rol oynadı.
Bitcoin’in yükselişine paralel olarak diğer kripto para birimlerinde de yükseliş gördük. Her ne kadar bir zamanki rekor seviyelerinden uzakta olsalar da ETH, Litecoin, XRP, Bitcoin Cash gibi diğer kripto para birimleri de 2020’nin son aylarını başarılı bir şekilde geçirdi.
Nesnelerin interneti, artırılmış gerçeklik, sanal gerçeklik gibi konular, bugünün ve yakın geçmişin en sıcak konuları oldu. Dijital dönüşüm araçlarından yararlanarak, tüketici teknolojilerini birçok kez test ettik ve deneyimledik. Teknoloji dünyasında yaşanan hızlı dönüşüm ve değişim, yeni bir dönemi beraberinde getiriyor. Günümüzde teknoloji özellikle de iki duyu ile etkileşim halinde; görme ve ses.
Ericsson ConsumerLab tarafından yapılan bir çalışmayla, 2021 yılından itibaren gelecek 10 yıllık sürece ışık tutacak yeni tüketici trendleri ele alındı. Ericsson Research'e göre, gelişmiş teknoloji 2025 yılına kadar tam bir Duyuların İnternetini beraberinde getirecek. Ayrıca bu, 2030'a kadar düşünceleri dijital olarak iletme yeteneğini de içerecek . Şu anda akıllı telefonların hayatımızın ayrılmaz bir parçası olduğu ekran tabanlı bir 4G dünyasında yaşıyoruz. Ancak Ericsson Research, 12 bin 590 kişinin katıldığı anket sonuçlarına göre insanların bunun daha uzun süre böyle olmasını beklemediklerini söylüyor.
Dünyadaki akıllı telefon kullanıcılarının yarısı, 2025 yılına kadar hepimizin hafif, modaya uygun AR gözlükleri takacağını tahmin ediyor . Tüketiciler ayrıca, anında çeviri yapabilen giyilebilir cihazların hayatımızda olacağını, ses ile bulunduğumuz ortamı kontrol etme, koku ve tat deneyimleme imkanımız olacağını tahmin ediyor. Tüketiciler bu duyusal dijital dünyaya adım attıkça, hiper hızlı bağlantı, fark edilemeyen Edge Computing tabanlı gecikme ve gelişmiş otomasyona ihtiyaç duyacaklar.
Duyuların İnterneti dönemini isteyenlerin yüzde 40'ı, sürükleyici eğlenceyi bu değişimin ana itici gücü olarak görüyor. Sonuçlara göre yüzde 33’lük kesim, duyuların internetinin daha iyi çevrimiçi alışverişin anahtar olacağını düşünüyor. Sektöre özgü şirketlerle birlikte beş büyük teknoloji şirketinin 2030 yılına kadar tüm The Internet of Senses temelli hizmetlerinin yaklaşık yarısına hakim olması ve bunları yönetmesi bekleniyor .
Duyuların İnterneti, birçoğu bilim kurgu filmlerinde gördüğümüz ve şimdi gerçeğe dönüşen heyecan verici uygulamaları mümkün kılacak. Önümüzdeki on yıl kesinlikle büyük bir teknolojik değişim getirecek.
Duyuların İnterneti, birçoğunu bilim kurgu filmlerinde gördüğümüz ve şimdi gerçeğe dönüşen heyecan verici uygulamaları mümkün kılacak. Önümüzdeki 10 yıllık süreç, kesinlikle büyük bir teknolojik değişimi beraberinde getirecek.
Not: Rapor; Bangkok, Delhi, Cakarta, Johannesburg, Londra, Mexico City, Moskova, New York, San Francisco, Sao Paulo, Şanghay, Singapur, Stockholm, Sidney ve Tokyo'da ikamet edenler arasında 2019’da yapılan çevrimiçi bir ankete dayandırılmış. Örneklemde, her şehirden en az 500 katılımcıdan oluşmaktadır, toplamda 12.590 kişiyle iletişime geçilmiş.
Uzayda süzülen ve dünyamıza muazzam miktarda enerji gönderen devasa güneş panelleri ilk başta bilim kurgu gibi gelebilir. 1920’li yıllarda Rus bilim insanı Konstain Tsiolkovsky’ın geliştirdiği konsept, uzun bir süre bilim insanlarına ve bilim kurgu yazarlarına ilham kaynağı oldu. Tsiolkovsky’ın bu konseptinden yaklaşık bir asır sonra, bilim insanlarını bunu gerçeğe dönüştürmek için çalışmalara başladı. Özellikle Avrupa Uzay Ajansı bu projelerin potansiyelini fark edip, finanse etme konusunda daha hızlı adımlar atmaya başladı.
İklim değişikliğinin, küresel sıcaklık ve hava koşulları değişiminin üstesinden gelebilmek için birçok ülke yenilenebilir enerjiye yönelmiş durumda. Ancak günün 24 saati enerjiye ihtiyaç duyarken; rüzgar santralleri yalnızca yeterli rüzgar hızı olduğunda, güneş panelleri ise gündüz saatlerinde enerji üretebilmekte. Günümüzdeki bataryalı enerji depolama sistemleri ise maliyet ve şebeke ölçeğinde uygulanabilirlik yönleriyle henüz yeterli seviyede değil.
Tüm bunları göz önüne aldığımızda dünyamız için enerji üretiminin yollarından biri, Tsiolkovsky’ın tasarladığına benzer şekilde uzayda güneş enerjisini kullanmak. Uzay tabanlı bir güneş enerjisi santralleri, günün 24 saati güneş alacak şekilde konumlandırıldığında enerji ihtiyacımızı çok rahat bir şekilde karşılayabilecek. Ancak bunun üstesinden gelebilmenin en önemli zorluklarından biri, bu devasa yapıların yörüngede sabit bir şekilde monte edilebileceği. Çünkü tek bir güneş santralinin 1.400 futbol sahasına denk gelecek 10 kilometrekare büyüklüğünde olması gerekliliği, bu yapıların roketlerle uzaya gönderilmesinde oldukça büyük bir maliyeti de beraberinde getiriyor.
California Teknoloji Enstitüsü, 2017 yılında yaptığı çalışmada ultra hafif güneş panelleri üzerine çalışmış ve metrekare başına ağırlığı 280 grama düşürebilmişti. Bunun yanı sıra bilim insanları dünyadan uzaya malzeme göndermek yerine, Ay’daki malzemeleri kullanıp kullanamayacakları üzerinde de çalışıyor.
Uzayda üretilen enerjinin dünyaya iletilebilmek için Japonya Havacılık ve Uzay Araştırma Ajansı liderliğindeki araştırmacılar, üretilen enerjinin elektromanyetik dalgalarla dünyadaki bir antene aktarılması ve daha sonra bunun dünyada elektrik enerjisine çevrilmesi üzerine çalışmalar yürüyor. Şu ana kadar yapılan çalışmalar, bunun yapılabileceğini gösteriyor. Bu alandaki en büyük somut adımı ise Çin atacak gibi görünüyor. Çin, 2050 yılına kadar faaliyete geçirmeyi planladığı Omega adlı bir sistem ile uzayda enerji üretip dünyaya 2GW güç sağlamayı hedefliyor.
Dijitalleşme birçok alanda verimliliği artırırken, bir yandan çevre ve iklim değişikliği konusunda olumsuz etkileri olabiliyor. Örneğin, web sitesi sayısında yaşanan artış, karbon salınımında önemli bir etkiye sahip. Bu yazıda, aslında birçok kişinin şimdiye kadar üzerinde pek araştırma yapmadığı, web sitelerinin karbon salınımına etkisini en ince detaylarına kadar değinerek düşüneceğiz. Bu alanda elbette yol gösterici somut çalışmalar mevcut, ancak bunu Peter Drucker’ın ’ölçemediğiniz şeyi yönetemezsiniz’ sözünden yola çıkarak ele alacağız. Web sitelerinin karbon salınımındaki etkisinin hesabını temel olarak şu şekilde yapılabilir;
Bir sitedeki tüm URL’ler ve yıllık sayfa görüntüleme sayıları ile o sayfanın ağırlığı listelenir. Sayfa görüntülemeleri ağırlıkla çarpıldığında, bir yıl içinde aktarılan toplam veriye ulaşılır. Buradan da veriyi aktarmak için gereken enerji kWh cinsinden hesaplanabilir. Tüm bu hesaplamalarla birlikte, karbon yoğunluğu sayısını kullanarak bir web sitesinin sorumlu olduğu karbon miktarına ulaşılabilir.
Ancak bu şekilde hesaplanarak elde edilecek sonucun tam olarak doğru olması mümkün değil. Çünkü; web sitelerinin karbon yoğunluğunu hesaplamada, trafik alınan farklı ülkeler varsa farklı karbon yoğunluğu sayıları da kullanılabiliyor. Hatta web sitesine hangi cihazdan bakıldığı da karbon salınım miktarında önemli bir etkiye sahip. Örneğin mobil veri, kablosuz ağdan daha fazla enerji gerektirdiği için daha fazla karbon salınımına neden oluyor.
Elbette dizel araçlar ve kömür santralleri gibi geleneksel araçlar ve yöntemler dururken, günümüzdeki karbon emisyonlarından web sitelerini tam anlamıyla sorumlu tutamayız. Ancak büyük ölçekte baktığımızda veri merkezleri, günümüz ve gelecek için önemli bir problem olarak karşımıza çıkıyor. Çeşitli switchler, routerlar ve cihazlar elektrik kullanımında büyük bir paya sahip oluyor. Veri merkezlerini soğutmak için kullanılan enerjiyi de buna katabiliriz. Ayrıca bu yıl internete bağlı olacak 30 milyar cihaz ve bu cihaz sayısındaki eksponansiyel artış, web siteleri ve veri merkezlerinin karbon salınımındaki etkisini artıracak.
Sunucu kullanımını azaltmak için ise botları engellemek gerekiyor. İnternetteki insan etkinliği, internet trafiğinin yalnızca yüzde 48’ini oluşturuyor. Bu trafiğin yüzde 52’si botlar tarafından oluşturuluyor. Botların trafiğinin yarısı ise kötü amaçlı diyebilirim. Bu botlar içerik kazıma, trafiği artırma ve web sitelerini çökertme, güvenlik açıklarını bulmaya çalışma, reklam tıklamalarını simüle etme gibi görevleri yerine getiriyor.
Yazıyı tamamlarken şunu unutmamak gerekiyor; karbon emisyonlarını kısa vadede azaltmanın yolu emisyona neden olan işlemleri azaltmakken, uzun vadede azaltmanın yolu ise kullanılan elektrik enerjisini yenilenebilir enerjiden sağlamak.
Oyun sektörüyle hayatımıza giren sanal gerçeklik (VR) teknolojisi, artık iş hayatından eğlenceye kadar birçok alanda kilit rol oynuyor. Hatta sanal gerçeklik, artık bilimsel araştırmalar için de kullanılıyor.
VR teknolojisi; sosyal kaygı, ahlaki karar verme ve duygusal tepkileri belirleme gibi psikoloji araştırmalarında önemli bir araç haline gelmiş durumda. Liverpool John Moores Üniversitesi’nden Stephen Fairclough’un liderliğinde yapılan bir çalışma bu konuda örnek teşkil ediyor. Sanal gerçeklikle korku ve endişe içeren bir test gerçekleştiren araştırmacılar, katılımcıları 200 metre yüksekliğindeki bir buzlu dağ vadisinde, buz bloklardan oluşan bir zemin üzerinde yürüttü. Araştırmacılar, beklenildiği şekilde bu blok yoldaki güvenilirlik azaldıkça, katılımcıların davranışlarında daha temkinli ve daha düşünceli davrandığını gördü. Uygulanan sanal gerçeklik senaryosunda, katılımcıların temkinli olmak gibi belirli davranış biçimleri net bir şekilde belirlenebildi.
Çalışmada katılımcıların başına sanal gerçeklik gözlükleri takıldı ve hareketlerin kontrolü için el kumandaları verildi. Ayrıca ayaklarına da sensörler konulan katılımcıların, buz blokları test etme durumları analiz edildi. Çatlakların ve düşme engellerinin sayısı arttıkça, katılımcıların blokları adım atmadan önce tek ayakla test etme durumları da artış gösterdi. Ancak riskten kaçınmaya yönelik yapılan bu eğilimde, bazı katılımcıların ‘nevrotiklik’ derecesinde güvensizlik ve kaygı yaşadığı görüldü.
Araştırma sonuçları, teknoloji şirketlerinin sanal gerçeklik etkileşimleri yoluyla insanların kişilik profillerini çıkarabileceğini, bu profillerin reklam hedefleri gibi dijital ortamda kullanılabileceğini gösteriyor. Ancak bu durum, sanal gerçeklikle elde edilen bu verilerin nasıl kullanılacağı ve kişisel verilerin gizliliği konusunda endişelere neden oluyor. Örneğin; sanal gerçeklik gözlüğü kullanan kişilerden verilerin izinsiz bir şekilde toplanması, bu verilerle kullanıcılara kişiselleştirilmiş dijital reklamlar ve kampanyaların yapılması gibi tehlikeler bulunuyor. İlerleyen süreçte sanal gerçeklik alanında çalışan şirketlerin, kullanıcı verilerini izleyip izlemedikleri ve geçmiş kayıtları tutup tutmadıkları, verilerin neden kullanıldığı ve kimlerle paylaşıldığı konusuna açıklık getirmesi gerekebilir. İş ve eğitim hayatını kolaylaştıran, eğlenceyi daha keyifli hale getiren sanal gerçeklik teknolojisinin önünde gelecekte çözülmesi gereken veri gizliliği stratejisi de yer alıyor.
Artık günümüzdeki her teknolojinin sonunda, veri mahremiyeti konusu gündeme geliyor. Aslında sanal gerçeklik ile veri toplama uzun bir süredir endişe kaynağıydı. Ancak geçtiğimiz günlerde Facebook’un Oculus VR isimli sanal gerçeklik donanımını kullanan kişiler için Facebook hesaplarını bağlama zorunluğu getirmesi, bu alandaki endişelerin artmasına neden oldu.