Ertuğrul’un hikayesi henüz 6 yaşındayken başlamış. Ama ondan önce Ege Şehir Hastanesi hakkında bilgi vermek isterim. 9 bin metrekare alanda 102 yataklı 70 özel oda, 32 yoğun bakım, 7 normal odaya sahip hastane, 24 yeni doğan kuvöz makinası, 6 ameliyathane, 24 saat hizmet MR, tomografi, son sistem mamografi, 35 doktor, 100 hemşire olmak üzere toplam 350 çalışana sahip.
Başhekim Ertuğrul, küçük yaşta yakalandığı tonsillite bağlı Akut Romatizmal hastalığını yenebilmek için doktorunun tavsiyesi üzerine spora başlamış. En büyük destekçisi annesi olmuş. Yaklaşık iki ay süren hareketsiz döneminde çizgi roman okumasını yasaklasa da, babası Marvel serilerinden XMEN’i almış ve orada herkesi kurtaran, vücudu sınırsız iyileşme gücüne sahip olan Wolverine ise gelecekteki hayali olmuş... Kalp yetmezliği olunca spora başlamasını söylemiş doktorları ve bunun üzerine bir spor salonuna yazılmış.
VÜCUT GELİŞTİRME
O sürelerde gözünde ilahlaştırdığı doktorların ne kadar kutsal bir meslekleri olduğunu düşünerek kararını vermiş. 21 yaşına geldiğinde kalp yetmezliği tam iyileşmiş ve spor salonunda model aldığı ağabeyleri gibi vücut geliştirme sporuna başlamış. O yıllarda tanıştığı Avrupa Vücut Şampiyonu Soner İçöz, Başhekim Dr. Ertuğrul’u yarışmalara girmesi konusunda ikna etmiş. Bir yıl sonra girdiği ilk yarışmada dördüncü olduğuna üzülmüş ve sonraki yıllarda hedeflediği birinciliği alarak Dünya Vücut Şampiyonu olmuş. Birincilikten beşinciliğe kadar birçok derecesi bulunan Ertuğrul, bu işi profesyonel olarak yapmak istemiş ve ARES GYM adıyla bir spor salonu açmış. Gündüz Anestezi Uzmanlığı, geceleri ise vücut geliştirme antrenörlüğü yaparak geçirmiş yaşamını...
GÜNDE 45 DAKİKA İDMAN
Antrenörlük ile başhekimliği bir arada yürütmenin düşünülenin aksine zor olmadığına inananlardan olduğunu belirten Ertuğrul, “Spor yapmak sosyalleştirir. Her gün 45 dakika idman yapıyorum. Sabah 5’te kalkıyorum ve geç saatlere kadar çalışıyorum” diyor. Günde 20 ye yakın birçok zor ameliyata girip günün stresini spor yaparak atıyor. Bütün bu sıkıntılardan kurtulmamın yolu, hırsı ağırlıklardan almaktı aslında. Çünkü ben hassas bir adamım, çevremdeki insanları kırıp dökmekten, öfkelenmekten hoşlanmam. Hıncımı idmanda aldım. Alkol, sigara ya da kokain değil, spor bana kendimi yeterince iyi hissettiriyor” dedi.
Yapılacak tedavilerin, kullanılacak malzemelerin bebeğe zarar verebileceği endişesi ile pek çok anne adayı maalesef diş tedavisinden kaçınıyor ve ağrılara katlanmaya çalışarak aslında fetüse daha çok zarar veriyor. Konuyu İzmir Dişhekimleri Odası Başkanı ve Ege Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Pedodonti Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Rıza Alpöz ile konuştuk. Alpöz’e göre, eğer diş rahatsızlıkları ciddiye alınmaz ve tedavi edilmezse vücutta ağrı oluşturan kimyasallar serbestleniyor ve damarlarda daralmalar oluşuyor. Bu ağrı şoku ile bebek daha fazla adrenaline maruz kalıyor. O yüzden gebelik planlanıyorsa önce mutlaka bir diş hekimine uğramak, çürükleri tedavi ettirmek, diş taşlarını temizletmek, sorun yaratan gömük dişler ve kökler ağızdan uzaklaştırılmalı. Ayrıca diş fırçalama alışkanlığı yoksa o da mutlaka sağlanmalı.
SAĞLIKLI MÜDAHALE
Ortalama 40 hafta süren gebelik döneminin üç bölüme (trimestr) ayrıldığını belirten Alpöz; dönemlere göre ağız ve diş sağlığı müdahalelerini de şöyle açıkladı;
“Birinci trimestr 0-3 ay arası dönem, ikinci trimestr 3-6 ay, son trimestr 6-9 ay arasında kalan dönem. Diş çekimi, dolgu, kanal tedavisi gibi tüm tedaviler orta trimestrda yapılabilir. En riskli olan dönem ilk ve son trimestr, ki bu dönemde bile pek çok diş tedavisi rahatlıkla uygulanabilir. Kadın hastalıkları ve doğum uzmanından alınacak onay ile genellikle damar büzücü içermeyen anesteziklerle dolgu, diş taşı temizliği, kanal tedavisi, diş çekimi rahatlıkla yapılırr. Burada önemli olan hastada ağrı ve sıkıntı oluşturan bir sorun varsa gebelik döneminde müdahale edilmesi. Diş beyazlatma, implant, estetik lamina restorasyonları gibi aciliyeti olmayan tedaviler mümkün olduğunca gebelik sonrasına planlanmalıdır.”
SIKÇA SORULAN SORULAR
Aradan yüzyıllar geçmiş olmasına rağmen bu konu şimdilerde, “barsak ikinci beynimiz” diye çok konuşulmakta. Kalp sağlığı için de önce barsağın sağlıklı olması önemli. “Hastalıksız, iyi bir hayat için lütfen yemeden önce neyi seçtiğinize dikkat edin” diyor Kardiyolog Doç. Dr. Zeynep Tartan ve konuyla ilgili şu görüşleri bizimle paylaşıyor:
SINIR KAPIMIZ
“Barsak neden önemli? Aslında barsak bizim dış dünya ile aramızdaki sınır kapımız. Derimizde bir sıyrık, kesik olduğunda onun üzerini mikrop kapmasın diye temiz bir bandajla kapalı tutmaya çalışırız. Aslında dış dünya ile her gün en çok temas halinde olduğumuz yer, sindirim sistemimizdir. Ancak onu temiz ve sağlıklı tutmak için pek bir dikkat sarf etmeyiz. Çünkü yemek yemek doğal bir eylemdir. Oysa seçilen yiyeceklerin türü ve içeriği sadece kalp ve damar sağlığımızı değil, geleceğimizdeki tüm sağlık durumumuzun en büyük belirleyicisi oluyor.
Kronik hastalıkların yüzde 80’i yaşam tarzı ile doğrudan ilişkili. Bunların içinde kalp damar hastalıkları, diyabet, kanser, otoimmün hastalıklar, alzheimer, depresyon, romatolojik, nörolojik hastalıklar, alerjiler ve daha birçokları sayılabilir. Hepsinin temelinde ‘inflamasyon’ denilen bağışıklık sisteminin aktif rol oynadığı bir dizi süreç bulunmakta. Bağışıklık sisteminin yüzde 70’inin barsakta bulunduğu göz önüne alınacak olursa, neden bütün hastalıkların barsakta başladığını anlamak mümkün olur.
BÜTÜNLÜĞÜ BOZUYOR
Yaşam şeklimiz, özellikle yiyecek olarak seçtiklerimiz barsağımızda yaşayan ve bizi koruyan trilyonlarca yararlı barsak bakterisinin iyi ya da kötü türlerden olmasını belirliyor. Ayrıca dış dünya ile aramızda tek bir hücreden oluşan barsak hücre bariyerinin bütünlüğünün bozulmasına da neden olabiliyor.
Sindirim sırasında, yiyecek yoluyla aldığımız kimyasallar, GDO’lu gıdalar, antibiyotikler, tarım ilaçları, sentetik maddeler barsakta yaşayan mikrofloradaki yararlı bakterilerin kaybına ve zarar veren bakterilerin, mayaların, mantarların, virüslerin çoğalmasına neden oluyor. Ayrıca aynı zararlı ürünler sağlıklı barsak hücrelerinin birbirlerine sıkı sıkıya olan bağlantılarının kopmasına ve arada boşluklar, çatlaklar oluşmasına sebep oluyor. İşte bu boşluklardan, zararlı bileşenler sızarak, kolayca kan dolaşımına geçiyor. Barsak dış dünya ile aramızda sınır görevi gördüğü için, burada yoğunlaşmış olan savunma hücreleri bu zararlı artıklarla temasa geçtiğinde inflamasyon dediğimiz bir dizi reaksiyonun başlamasına neden oluyor. Barsak bütünlüğünün bozulması ve istenmeyen sindirim ürünlerinin dolaşıma sızmasına ‘Aşırı geçirgen barsak sendromu’ diyoruz. İnflamasyon ile doğrudan ilişkili bu durum, özellikle damar yatağını örten tek sıralı hücrelerin de hasarlanmasına, LDL kolesterolünün oksitlenmesine ve damar altında birikmesine neden olacak bir dizi reaksiyonun başlamasıyla damar sertliğini meydana getiriyor.
EVDE YAPILANLAR
6-9 Ekim 2016 tarihleri arasında konunun uzmanları Antalya Belek’te bir araya geldi. Genç hekimlerin alanındaki önder öğretim üyeleri ile de buluşma fırsatı yarattığı bu organizasyon tüm katılımcılar için önemli anılar bırakarak sona erdi. Amaç, kalp sağlığıyla ilgili risk faktörlerine dikkat çekmek ve halkı daha sağlıklı bir yaşam tarzı konusunda bilinçlendirmekti. Kongrenin mimarları ise Dernek Yönetim Kurulu Başkanı Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ) Kardiyoloji Kliniği Öğretim Üyesi Prof. Dr. Oktay Ergene, Sağlık Bilimleri Üniversitesi Siyami Ersek Kalp Damar Cerrahisi ve Sultan Abdülhamit Hastanesi Kardiyoloji Uzmanı Kongre Onursal ve Bilim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Ömer Kozan ile Ege Üniversitesi Kardiyoloji Kliniği’nden Kongre Genel Sekreteri Prof. Dr. Mehdi Zoghi.
BESLENME REHBERİ GELİYOR
Kongre Başkanı Prof. Dr. Ergene, tüm katılımcıların bilimsel platformda kendini ifade etme şansı bulduğunu belirterek, klinik pratikte karşılaşılan zorluklarla ilgili çözüm önerilerinin de paylaşıldığını kaydetti. Ergene, hedeflerinin kalp dostu sağlıklı beslenmenin önemine dikkat çekerek, insanları beslenme alışkanlıklarını gözden geçirmeye teşvik etmek olduğunu belirtti. “Alternatif Beslenme Önerileri” konulu sunumla bir bilinç yaratmayı planladıklarını aktaran Ergene, “Bildiğiniz gibi, ne tür bir beslenmenin sağlıklı olduğu ve kalp damar hastalıklarını önleyeceği konusunda toplumda büyük bir bilgi kirliliği ve karmaşası var. Beslenmeyle ilgili önerilerin çoğu zayıflamaya yönelik diyet tariflerini içeriyor. Amaç sadece zayıflamak değil, sağlıklı beslenme alışkanlığı kazanmak olmalı. Kongremizin üyelerinin katkılarıyla hazırlayacağımız ve ücretsiz dağıtacağımız bu kitapla doğru ve güvenilir bilgiyi kalp hastalarına ve halkımıza ulaştırmış olacağız” dedi.
ÖLÜM ÖNLENEBİLİR
Kongrenin Onursal Başkanı Prof. Dr. Ömer Kozan da, kalp ve damar hastalıklarının bir numaralı ölüm nedeni olduğunu hatırlatarak, hastalıkların büyük kısmının tedavi edilebilen risk faktörlerinden kaynaklandığını belirtti. Kozan, “Sağlıklı beslenmek ve hareketli olmak birçok kronik hastalığı olduğu gibi kalp damar hastalıklarını da önler. Ülkemizin mutfağı sağlıklı besinler, zeytinyağlı yiyecekler, sebze meyve yönünden şanslı bir konuma sahip. Bu avantajı kullanmamız gerekir” diye konuştu.
Onu fark etmeyiz ya da görmezden geliriz. Multipl skleroz ne zaman başlar? Bu soru bu günkü modern tıp biliminde henüz yanıtlanamamış bir soru. “Sen beni görmezden geldin, ama ben çok zamandır seninleydim” ya da “Ben geldiğimi şimdi haber verdim, ama ne zaman geldiğimi kimse bilemez” der.
Dokuz Eylül Üniversitesi Nöroloji Kliniği Öğretim Üyesi Prof. Dr. Egemen İdiman, kısaca MS diye tanımlanan Multipl Skleroz hastalığını şöyle anlattı:
“MS, dünyada yaklaşık 2.500.000 kişiyi etkileyen, beyin ve omurilik beyaz cevherindeki miyelin kılıfı zedeleyerek bir çok belirti ve bulguya yol açan, ömür boyu süren ve ciddi özürlüklere yol açan önemli bir nörolojik hastalıktır. Miyelin, sinir liflerinin çoğunu çevreleyen bir maddedir ve sinir iletilerinin vücudun diğer bölümlerine geçişini hızlandırır. “
BELİRTİLER- BULGULAR
* 20-40 yaş arasında ve kadınlarda 2-3 kat daha sık görülen bir hastalık.
Genellikle ergenlik döneminde başlayıp, 20’li yaşlarda azalarak devam eder, 30’lu 40’lı yaşlara kadar da sürebilir, hatta bu yaşlarda yeni de başlayabilir. Dermatolog Dr. Nermin Filizci Varilsüha, akne için şunları söyledi:
“Akne derimizde bulunan yağ bezlerinin bir hastalığıdır. Normal koşullarda derideki yağ bezlerinden salgılanan yağ, deri yüzeyine bir kanal aracılığıyla atılır. Buraların çeşitli nedenlerle tıkanması akne oluşumunun temel nedenidir. Özellikle ergenlik döneminde, erkeklik hormonu olarak bilinen androjenin artması sonucunda yağ bezleri uyarılır, büyür ve yağ salınımı artar. Buna bağlı olarak kanalın da yoğunluğu giderek artar ve tıkanma olasılığı yükselir. Bu arada deride bulunan bakteriler kanala girerek, gerek kendi varlıkları gerekse ortaya çıkardıkları bir takım kimyasal maddeler aracılığıyla iltihaplanma sürecini başlatabilir. Zamanla kanal yırtılıp, deri altına sızar ve yüzeyde kırmızı kabarıklıklar daha ileri boyutta nodül ve kist şeklinde görülebilir. Aynı anda çevresel tozlar, kirler ve deri yüzeyinin terlemesine bağlı olarak deri gözenekleri de dışarıdan tıkanabilir. Kanalın ağzındaki tıkaçtaki yağın hava ile oksitlenmesi sonucu siyah noktacıklar oluşur.”
DOKTOR KONTROLÜ ŞART
Aknenin mutlaka bir dermatolog doktor tarafından tedavi edilmesi gerektiğini belirten Dr. Varilsüha, “Doktor önerisiyle yardımcı kozmetik ürünler kullanılmalıdır. Akne tedavisi uzun süreli, sabır gerektirir. Tedavide yardımcı tedavi de uygulanmalıdır. Deri hijyeni ve bakımında kullanılan kozmetik ürünler de çok önemlidir. Şu unutulmamalıdır ki, akne tedavisi mümkün olan bir hastalıktır. Tedavi edilmediğinde oluşan izleri ise akne kadar kolay tedavi edilememektedir” dedi.
Nerelerde görülür
Özellikle yaşlılar için ciddi bir yaralanma ve bazen yaşamı bile tehdit edebiliyor. Çoğunluğu 65 yaş üstü kişilerde görülen ve 80’den sonra riski hızla artan kalça kırığı, kemiklerdeki kırılganlığın artması yani osteoporoza bağlı. Nedenleri çok. Çok fazla ilaç kullanmak, görme sorunları ve denge problemleri başta geliyor. Bir kalça kırığının tedavisi neredeyse her zaman cerrahi girişim veya replasman (protez veya çivileme) gerektirir ve bunu izleyen aylarda fizik tedavi de yapılmalıdır. Kemik yoğunluğunu artırmak için çeşitli yöntemler denemek ve düşmeleri önlemek de kalça kırığının engellenmesinde yardımcıdır.
RİSK FAKTÖRLERİ
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Prof. Dr. Kemal Aktuğlu, bir düşmenin sonrasında hareket edememe, kalça veya kasıkta şiddetli ağrı, kalça etrafında sertlik, çürüme ve şişlik gibi belirtileri olan bu rahatsızlığın her yaştan kişide oluşabileceğini kaydetti. Yaş ilerledikçe riskin arttığını, kadınların kemik yoğunluğunun erkeklerden daha çabuk azalması nedeniyle cinsiyetin de etkili olduğunu, fazla çalışan tiroid gibi kronik tıbbi durumların da risk faktörü sayılabileceğini anlatan Aktuğlu, bunun yanı sıra kullanılan bazı ilaçlar, eksik kalsiyum ve D vitamini alımı, fiziksel hareketsizlik ve sigaraalkol kullanımının riski artırdığını söyledi.
HAREKET ETTİRMEYİN
Kalça kırığı durumda hemen ambulans çağırılması ve kişinin kendi kendine hareket etmemesi gerektiğini belirten Aktuğlu, teşhisin muayene ve röntgenle konduğunu, çoğu kalça kırığının pelvisten dize uzanan femur isimli kemik boyunca iki yerden birinde meydana geldiğini dile getirdi.
Son yıllardaki bilimsel gelişmeler ve yeni keşifler, birçok mucizevi bilgiyi ortaya koyarken, yaşamın sırrının DNA’larımızın kodlarında gizli olduğunu kanıtlıyor. 2009 Nobel ödülü ile bilim dünyası, insan DNA’sı içinde yaşam süresinin şifresini taşıyan ‘telomer’in gizemli dünyasını keşfetti ve çözülen şifreleri ile insan bedeni ve yaşlanma üzerinde etki eden geleceğin formülü ‘TA - 65’ hayatımıza yeni bir bakış açısı sunmaya başladı. Bu müthiş gelişmeyi Saynevo Laboratuvarları İzmir Direktörü Uzm. Dr. İlkay Zümrüt Algan’ın aracılığıyla öğrendim. İşte bana aktarılanlar.
BİYOLOJİK SAATİ DURDURAN SIR
Doğuyor, büyüyor, yaşıyor ve ölüyoruz... Yaşamımız boyunca dış faktörler, genetik etkenler gibi birçok telomer. Bu keşifle tıbbın bu alanda yaptığı keşifler 3 bilim insanına 2009 yılında Nobel ödülünü kazandırdı. 1938’de Hermann Muller ve 1940’da Barbara McClintock’tan sonra telomerle ilgili yaptıkları araştırmaları ile 2009’da tıp alanında Nobel ödülüne layık görülen Elisabeth Blackburn, Carol Greider ve Jack Szostak neden yaşlandığımızın ve bunu nasıl geriye alabileceğimizin sırrını ortaya koydular. İnsan ömründe büyük bir rolü olan ve kısalmasıyla beraber hücresel yaşlanmaya neden olan telomerlerin aktivasyonunu sağlayan enzimi yani “telomeraz”ı (telomerlerin uzunluğunu koruyan enzim) tespit ettiler. Her hücre bölünmesinden sonra telomer uçlarını asıl boyutlarına ulaşıncaya kadar yeniden yapılandıran ve ölümün biyolojik saatini durduran sır “telomeraz”da saklı...
YAŞI GERİYE ALMAK
2009 Tıp Nobel Ödülü sonrası tüm dünyaya yapılan açıklamada da, yaşlılığa bağlı hastalıkların yeni tedavi yöntemlerinin de önünün açıldığı duyurulmuştu. Tüm bu önemli gelişmelerden sonra akıllarda telomerlerin yeniden uzaması nasıl sağlanır sorusu oluşmuşken kısa bir sürede bunun da cevabı gelişen bilim sayesinde geldi; “TA–65”. Ortaya çıkan tespitler sonucu, çok özel bir laboratuvar kurularak bu aktivasyonu sağlayan ve telomerlerin ömrümüzü kısaltan boylarını daha sağlıklı ve iyi bir şekilde yeniden yapılandıran “TA–65”in keşfi başta kendini ilk gösterdiği Amerika olmak üzere dünyanın birçok yerinde büyük ses getirdi. Yaşlanma etkilerinin kendini gösterdiği 35’li yaşlardan itibaren stresli çalışan ve yaşayan insanlar arasında, zamanın yetmediği ve şehrin yorucu etkilerine maruz kalan metropol yaşayanlarında gözle görülür etkiler sağlayan “TA–65”, insanlık tarihinde adeta bir başyapıt, sağlık alanında olmazsa olmaz bir destekleyici, hayatımızda ise hava, su, toprak ve ateş gibi vazgeçilmez, yepyeni bir element olarak kendini belli etti.