Paylaş
Yıl 2007. Serin bir Haziran akşamı. Motosikletli bir oğlana aşığım. Motosiklet dediysem ikinci el dandik bir scooter. Ama bize sanki makam aracı. Çeşme dünyanın yazlık başkenti, annem babam hayatta, İstanbul’a taşınmamışım.
İzmir güzel, çocukluk arkadaşlarım yanımda, her şey hızla kirlenmeye başlamamış ve birinciliği henüz Alaçatı’ya vermemişler.
90’larda Alaçatı’ya yerleşip orada bir çiçekçi açarak kendine ait bir dünya kuran, dolayısıyla bu köyü keşfeden o naïf, sanatçı ruhlu kadın Leyla Figen bu hayata veda edeli henüz 5 sene olmuş.
Alaçatı’ya O’nun izinden ikinci hayatına başlamak için yerleşen Mimarlar, sanatçılar, emekli büyükelçiler, öğretim görevlileri, önlerindeki 10 yıl içinde başlarına ne geleceğini henüz bilmiyorlar.
Bir tanecik tütün deposu var köyün orta yerinde, Agrillia. 2003’te ilk tiramisu tatlısını orada yemişiz, ilk filtre kahveyi orada içmişiz. Milonga geceleri yapılıyor her Cumartesi, eşraf rahatsız olmasın diye kapılar kapanıyor. Karşı evdeki teyze gelip diyor ki açın kapıları evladım, müzik ne güzel geliyor.
Ardından taze otlu börek kokan, caz çalan, günde 10 gazete bulunduran, saatlerce yayılıp kitap okuduğun, kimsenin de bir şey demediği Köşe Kahve açılıyor.
Çeşme’nin en güzel pembe domatesi ve beyaz soğanı Alaçatı pazarında. Pazar alışverişine şort tişört terlik gelen (çünkü adı üzerinde pazar) ünlüleri çekmeye gelen paparazziler henüz enginarcı Mustafa’nın tezgahının arkasında soteye yatmıyor.
Kral da olsan yürüyorsun her yere, çünkü sokaklar daracık. Minnacık köye Ferrarisi ya da şoförü ile gelmek nedense hiç kimsenin aklına gelmiyor.
Köy gibi köy daha Alaçatı.
Kasabı, manavı, berber Hüseyin’i, grossmarketi değil bakkalı var.
Çiçekçisi, nalburu, inekleri, pişpirik oynayan tonton amcaların gelenlere
gözlerini kırpıştırarak baktıkları köy kahveleri var.
Meydanında taze kesilmiş lavanta satılıyor.
Meydandaki Gözde Café’de 2 liraya ince belli bardakta çay, yüzlerde gülümseme var.
Nalbur Muammer babasının atını bağladığı ve üst katında da ailece yaşadıkları damın1 trilyon edeceğinden, sonra o 1 trilyonu ailece yiyip sattığı eve kahya gideceğinden henüz habersiz.
Bir kasap var ki Kemalpaşa Caddesi’nde dünya tontonu.
En çok da o direndi bak. 2010 muydu neydi çocuklarının ısrarına daha fazla dayanamayıp sattığında, şimdi yerinde masaların üzerine çıkıp göbek atılan korkunç bir mekan var. İsmi de dalga geçer gibi esnaf. Sokakta davul zurna çalıyor adamlar gümbür gümbür hiç utanmadan. Kadınlar her tarafı açık olan mekanın bar tezgahında kıvırıyor, baktıkça ben utanıyorum.
Çarşının sonunda Alaçatı’nın ilk oteli Taş Otel. Serin avlusunda bir kahve içmek ömre bedel. Sokağında çıt çıkmaz, kapı aralığından ince bir caz namesi, fırınından havuçlu kek kokusu yükselir sadece.
Şimdi karşısında kadife perdeleri yere kadar, pavyondan bozma bir nargileci. Bordo kadife perdeler ve ağdalı bir müzk yerlere kadar.
Alaçatı’da nargilecinin ne işi var, pavyon gibi barların meyhanelerin ne işi var? Buna nasıl ruhsat verirsiniz diye soran yok! Bir meydanın orta yerinde, bitsin bu rezillik diye oturma eylemi yapacak düzgün otelci, lokantacı, yaşayan yok!
Ağzım açık fotoğraf çekerken bir adam yanımıza yaklaşıyor. ¨Aracınız var mı yenge?¨ diye. Ağzım daha da açık, ¨nargilecide vale hizmeti mi var diyorum¨ Bu sefer bana tuhaf tuhaf bakma sırası adamda. Başka dünyaların insanlarıyız o anda ve o da bunun farkında.
Hala güzel Alaçatı. O canım taş evlerin yanına yaklaşabilir mi sizin sonradan çakma taş mimariniz? Alaçatı güzel siz çirkinsiniz. Müziğiniz çirkin. Takma saçlarınız çirkin, topuklu ayakkabılarınız çirkin. Para sayma makineleriniz çirkin. Üstelik bu işin İzmirlisi İstanbullusu yok. İstanbullu mahvetmeye yemin ettiğinde siz de izin vermeye ant içtiniz.
Çok değil, 10 yıl önce dünyanın en güzel köyünün hatırları kaldı bende. Hatta 5 yıl önce. 5 yılda bir köy ölür mü, öldürülür mü böyle?
Velhasıl, belki de biz artık bir sakız ağacıyız Alaçatı mezarlığında,
ne sen bunun farkındasın ne de Belediye’nin umurunda.
Paylaş