İftar sofraları “anılara seyahat eden bir tren yolculuğu” gibidir. Trenin geçtiği yerlerde gördüğünüz her manzaranın içine girdiğiniz gibi, yemek pişirdiğinizde de geçmişe gider, büyüklerinizin pişirme yöntemini gözünüzde canlandırır ve içlerine gömülürsünüz. Sevdiğiniz bir yemeği yerken hissettiklerinizi tarif etmenizi istesem, yapacağınız ilk şey “hafızanızı yoklamak” olacaktır. Anneanne, babaanne elleri değmiş geleneksel yemeklerin kokusunu hatırlarsınız, aklınız çocukluğunuza gitmiştir. O kadar güzeldir ki yemeğin lezzeti, gittiğiniz çocukluğunuzda kalmak, tadına doyasıya varmak ve o anlara sıkıca sarılmak istersiniz. Anılarıyla birlikte sevdiğiniz yemekler geçti gözünüzün önünden değil mi? Şu an mutluluk salgıladığınız kesin, hatta ‘ağzınız sulandı’ bile diyebilirim. Yediğinden haz almanın sonsuz huzurunu içinizde hissettiğinizde hayatın anlamının aslında “yemek yemek” kadar basit olduğunu düşünmeye başlarsınız. Zaman durur ve yemekle aranızda kurduğunuz bağı ağzınızda çevirdiğiniz her lokmasında duyumsarken, bütün dünyanız önünüzdeki tabakta canlanan anılara dönüşür. Asıl canlanan özleminizdir... Özlediğiniz o naif anların ruhunuza nasıl da güçlü işlediğinin farkına varırsınız. Kutulayıp tavan arasına sıkıştırdığınız hatıralarınızın yaydığı kokular iştahınızı kabartır. Kutuları açıp didiklersiniz... Şimdi hayatta olmayan büyüklerinizin sözleri yankılanır:
“Hadi herkes sofraya...”
ÇİÇEK GİBİ LOKANTA
Laf icabı demiyorum, hakikatten çiçek gibi bir lokanta “Çiçek Lokantası...” Kapıdan içeri girdiğiniz anda çiçeğin kokusunu alıyorsunuz. Tezgâha dizilmiş nefis geleneksel yemeklerin arkasında gururla duran, jilet gibi giyinmiş ustaların yüzlerine oturttukları “çiçek” gülümsemesi size de bulaşıyor. Sizi karşılayıp masaya oturtan garsonların yüzünde de o çiçek var. Oturduğunuz masalardaki bembeyaz örtülerin duruşu “çiçek çiçek”, güven veriyor. İştahınız daha da kabarıyor, siparişini verdiğiniz yemeklerin tadına varmak için sabırsızlanıyorsunuz. Açık kalp ameliyatından sonra yattığım hastanede kardeşim Nezo’nun “Çiçek”ten getireceği haşlama suyu veya bamya çorbasını ben de sabırsızca bekliyordum. Geldiğinde yüzüm çiçekleniyor, her kaşıkta güçleniyor ve adeta iyileşiyordum. Son gittiğimde çiçek kardeşler Önder ve Cengiz ile lokantanın sevgili müdürü Faruk Özer ağırladı. Kuzu tandır, iç pilav ve yanında komposto yedim ama nasıl anlatsam ki? “Çiçek gibiydi" desem anlarsınız. “Çiçek” bulaşıcı zaten, gidin size de bulaşsın.
ANNE İLE KIZI ‘PATİLE’
“Patile” aslında Elazığ’a has bir tür gözlemeye deniyor. Sanat Tarihi öğretmeni sevgili Semahat Sanaç, yirmi yıl önce Birlik Mahallesi’nde “Patile”yi kurduğunda, pişirdiği bu Elazığ usulü gözlemelerin lezzetiyle tanındı. Zamanla dükkânını büyüten Semahat hocam, menüsüne ilaveten koyduğu Elazığ usulü içli köfte ile artık iyice meşhur olmuştu. Duyanlar duymayanlara söyleyince Patile’ye gelip yiyenler bir daha yemeğe geldi ve her geldiğinde tadına doyamadı. Bu hevesle menüsünü genişleten Semahat hocanın mutfağında çalışan kadınların geleneksel yöntemler ve maharetli elleriyle açtıkları mantısı, börekleri, zeytinyağlıları, kurabiyeleri ve tatlıları da dile düştü, kulaktan kulağa yayıldı. Sevgili kızı Serra Sanaç, Ümitköy Mahallesi’ne “Patile” açınca, patileler anne ve kızı ile iki oldu. İftar için farklı seçenekler sunuyorlar ama ben son gittiğimde yine Elazığ usulü içli köfte ve ardından yine Elazığlı “Dolanger”e gömüldüm. Patile’deki her şey müptela olmaya uygun, tavsiye ederim.
Uzaktan bakıldığında dümdüz ovanın orta yerine yemyeşil etekliğini sererek oturmuş bir eski zaman prensesinin geniş gerdanını andırıyordu tepe. Yüksekliği bulutlara değerken, prensesin ince ve zarif boynuna nakışla bezeli taşlarla örülmüş evlerin, sıra sıra, yan yana dizili görüntüsü, geceleri bir gerdanlığın göz kamaştıran ışıltısıyla parlıyor, korkunun sokaklara hâkim karanlığını uzaklaştırıyordu. Güneşin aydınlattığı gün boyu ise yer yer bulutlarla gölgeleniyor, bağrındaki şehrin gökten inmişcesine yüksekteki gizemli duruşu nefes kesiyor, gökyüzü ile haşır neşir hali, görenlerin yüreklerini kanatlandırıyordu. Kumrular da kanatlanıyordu... Kümelendikleri kilisenin yüksek kulesinde çınlayan çan sesine cevaben havalanıyorlar, hemen birkaç sokak ötedeki camiye tünüyor, ezan sesini duyana kadar bekledikleri kubbe veya minaresinde cilveleşiyorlardı. Şehrin, bulutlarla sarmaş dolaş olduğu zamanlarda, meyve ağaçları ve yabani çiçeklerin renklendirdiği yamaçlarından yukarı doğru esen sam yeline kapılmak isteyen taklacı güvercinler ise kuytudaki yuvalarına dönmek yerine, esintiyle el ele verip şehrin güneşle gölgelenen dar sokaklarında gezinmeye devam ediyordu. Pişmiş yemeklerin sokaklara ulaşan kokularını da topluyordu sam yeli, taş duvarlara sürtünerek hem kendini soğutuyor hem de sokaklarda gezinen gizli sevdaları havalandırıyordu. Evlerin açık pencerelerinden içeri girdiğinde, bazen çiçek, bazen meyve, bazen de yemek kokuları yayıyor, yaklaşan iftar saatine hevesle hazırlanan şehrin sakinlerine her halükarda derin bir oh çektiriyordu. Saati geldiğinde gümleyen top sesinin yürekle birlikte yüzlere de oturttuğu gülümseme ve alınan ilk yudumun tadı, masalsı şehri de gülümsetiyordu. Hayırlı ramazanlar...
BOŞNAK MUTFAĞI “ZELİHA”
Ramazan usta ve kardeşi Raşit ustanın bir zamanlar Altındağ’daki evlerinin avlusunda anneleri “Zeliha”dan öğrendikleri kuzineli sobada pişen Boşnak böreği ile Boşnak mantısını lokantaya taşıyarak, biz lokmacıları da mahrum bırakmamaları takdire şayan. Balgat, Ceyhun Atıf Kansu Caddesi’ndeki “Zeliha Boşnak Mutfağı”na her gittiğimde hiçbir lokantada rastlayamayacağınız saç altında ve köz ısısında pişen yemeklerle birlikte parmaklarımı da yiyorum desem abartmış olmam. Börek ve mantıda kullandıkları şahane tereyağının lezzeti ve kokusu mest ederken, mideyi ve bedeni rahatsız etmemesi ayrı bir mest oluş sebebi. Sac altında pişen kavurma ve köy tavuğunun odun közünden aldığı keyifle saatlerce pişmesinin neticesini midenize indirdiğinizde zevkten dört köşe olmanın yarattığı mutluluğu yaşayacağınızı garanti ederim. Finalde yiyeceğiniz katmerin üzerine dökülen tereyağı ile içindeki manda kaymağı ve Antep fıstığı sizi bayıltmasa da zevkten uçurması kaçınılmaz. Ramazanda uğrayın mideniz erken bayram yaşasın.
GENÇ AMA GELENEKSEL “TUĞÇE YORGUN”
Sancak Mahallesi Tiflis Caddesi’ndeki “Yorgun’s Cafe”nin iki çocuk annesi aşçısı Tuğçe Yorgun’u aylardır takip ediyorum. Asıl mesleği olan turizmi bırakıp gönlünün mutfağını kurmuş. Anadolu’nun geleneğinde de genetiğinde de bulunan anadan el alma ve verme adetinin canlı bir örneği aynı zamanda. Kilisli bir annenin kızı olması, yemeğe ve damak zevkine yatkınlığının da bir göstergesi olsa gerek. Öncelikle kurabiyelerine ve hatta en çok elmalı kurabiyesine bayıldığımı söylemeliyim. Coğrafi işaretli kumru ve Susurluk tostları var bir de. Mantı ve eriştesi ile beraber hazırladığı anne köftesi de mutlaka tadılmalı. Her uğradığımda farklı şeyler tattırıyor, keyifleniyorum. Mutfaktaki yardımcısı sevgili Merve ile beraber şahane sabah kahvaltıları hazırladığını da duydum ama henüz gitmedim. “Ramazan için özel bir hazırlığım olmayacak” dedi ama sipariş verilirse geleneksel yemeklerden Kilis tava, kuru dolma veya içli köfte hazırlayabileceğini söyledi. Güzel haber aslında, iftar sofrasının ortasına yerleştireceğiniz Kilis tavanın görüntüsünü ve kokusunu hayal etsenize... Of of of... Sevgili Tuğçe’ye uğramanızda fayda var derim.
Korkularla yüzleşmek ne zordur… Başımıza gelmesi olası felaketleri düşünürken aklımıza gelen ilk şey; önce kulak memesini çekip öpücük sesi çıkardıktan sonra parmaklarımızla tahtaya tıklayarak başlıkta kullandığım ‘Şeytan kulağına kurşun’ cümlesini söylemek oluyor. Şeytanın kulağını sesli öpücükle kurşunladıktan sonra tahtadan çıkan onay niteliğindeki sesin, (ben bilmiyorum) kötülüğü veya evhamı uzaklaştırması anlamında bizi rahatlatması durumunun bir açıklaması vardır elbette. İçimizden geçirdiğimiz, dışımızdan söylediğimiz veya duyduğumuz olası kötü kurgularla ilgili taşıdığımız vesvese, kuruntu ve evhamları def etmenin en basit, hızlı ve etkili yolu olduğunu söylesem çoğunuzun katılacağına eminim. Hayatımızın her aşamasında, yani çocukluktan yaşlılığa kadar türettiğimiz vesvese, evham, kuruntu senaryolarıyla oluşturduğumuz portfolyomuzun veyahut arşivlenmiş geleneksel korkularımızın zaman zaman ortaya çıkması kaçınılmaz. Duygu durumuna göre peydahlanan bu vesveselerin hayatımızda kapladığı yer ve her halükarda bunları yaşarken farkında olmadığımız etkilerinin kişiliğimize de yansıdıkları gerçeğini kabul etmemiz gerekmiyor mu? Henüz kırkı bile çıkmamış zelzele felaketinin vesveseden öte bir durum olduğunu ve tekrar yaşamamak için yapmamız gerekenleri biliyor muyuz? Bunun için ‘Şeytan kulağına kurşun’ diyerek tahtaya vurmak yetecek mi? Bir düşünün isterseniz…
OLASI EVHAM-LAR…
Yaşadığımız coğrafya itibariyle hayata karşı geliştirdiğimiz davranış biçimlerinden oluşan ‘Toplumsal bağışıklık sisteminin’ genel yapısında var olan evham ve çeşitleri ile ilgili hazırlanan sergiden fazlasıyla etkilendiğimi belirtmeliyim. ‘Olası Evham-lar…’ girişte yazdığım paragraf ve başlığın da ilham kaynağı oldu. Evhamlı bir toplumda yaşadığımız inanışının bir kuruntu veya vesvese değil, tamamıyla ‘gerçek’ olduğunu fazlasıyla kanıtlıyor. Evham ve çeşitlerini yer, durum ve zamana göre işleyen değerli sanatçıların çalışmalarından etkilenmemenin mümkün olmadığını sergiyi dolaştığınızda anlayacaksınız. Hiç düşünmediğiniz ya da çokça düşünüp asla yüzleşmek istemediğiniz veya her gün yüzleştiğiniz evhamlarla karşılaşıp şok olacağınız atmosferde geçmişinize ve hatta geleceğinize yolculuk yapmanız da olası.
ONBEŞ “VESVESELİ” SANATÇI
Küratörlüğünü Hacettepe Üniversitesi akademisyenlerinden sanat tarihçi Dilek Karaaziz Şener’in yaptığı ‘Olası Evhamlar’ sergisine vesveseli eserleriyle katılan sanatçılar alfabetik sıraya göre şöyle: Asaf Erdemli, Aykut Öz, Ekin Kılıç Ezer, Gizem Konyar, Hüseyin Arıcı, Işıl Tüfekçi Ardıç, Melis Aydoğmuş, Ramazan Can, Semih Çınar, Sevinç Köseoğlu Ulubatlı, Sinan Ayber, Şeniz Polat, Uzay Çöpü, Zeynep Karabacak, Zeynep Merve Çiçek. Konya Yolu’ndaki Taurus AVM, asma kattaki “PlatformA” sanat galerisinde 15 Nisan’a kadar sürecek sergiyi gezmenizi öneririm.
Kadın, üzeri renkli çizgilerle bezenmiş bez torba oturtulmuş cılız tekerlekli yorgun pazar arabasını arkasından sürüklerken, kalabalık ve gürültüye aldırmıyordu. Her zaman yaptığı gibi sebzelerle önce bağ kurması gerekliydi. Gözleriyle karşı cinsi etkilemek isteyen bakışlarla sebzeyi etkilemeye ya da sebzenin duruşu, rengi, canlılığı ve doğallığından kendisi etkilenmeliydi, ardından ilk adımı atacaktı. Tezgâha yanaşıp gözüne kestirdiği sebzeye elleriyle dokunmak ilk adımdı. Gözlerini yumarak elindeki sebzeyi derinden nefesle koklamak ikinci, güzel sözlerle sebzeye hitap edip torbaya yerleştirmek üçüncü ve son adımdı. Hiçbir şeyi kaçırmak istemiyor, neredeyse tezgâhlardaki her sebzeyle bakışıyor, göz kırpıyor ya da içten içe kurduğu “Sen daha olmamışsın, toprağına çok gübre koymuşlar, hormonlu gibisin, bu gerçek kokun değil” şeklindeki diyalog cümlelerini göz iletişimine geçtiği sebze ve meyvelerle paylaşıyordu. Nihayet gözüne kestirdiği tezgâha yanaşmıştı. Bir süre bakındı, her ürüne dikkatlice dokunuyordu, gülen gözlerle bakışı ilgi çekiciydi. Önünde durduğu tezgâhın sahibinin de dikkatini çekmişti. Bir süredir göz gezdirdiği ürünlerle içten içe konuşmaları dışa yansımasa da diyaloğu merak eden pazarcı, kadının sebzelerle muhabbetine katılmak istedi, “Aşk yaşıyorsunuz galiba?” dedi. Kadın birkaç saniye durumunu bozmadı, adamın ukalalığını görmezden gelmişti. “Evet haklısınız” dedikten sonra derin nefes aldı, “Aşk pişireceğim ve aşkla pişireceğim.”
“8 MART”
Kadının, yüreğin, cesaretin, mücadelenin ve azmin günü... Sevginin, aşkın ve mimoza çiçeğinin de günü. Sadece birkaçını örnekleyebildim. Benim tanıdığım ve bildiğim ama köşeme sığdıramadığım onlarca daha var. Hepsi kadın, hepsi yürekli... Ve bizden ötesi... İnsan... Kutlu olsun.
BÜŞRA’NIN “ANKARA DÖNERİ”
“Kadın döner ustası” veya “Döner pişiren kadın” cümleleri alışkın olmadığımız bir durum ve tınıda çıkıyor değil mi? Oysaki bir tadına baksanız ne şahane... Birkaç yıl önce Sabahattin Usta’nın Aydınlıkevler’deki üst geçidin ayağına denk gelen meşhur Ankara dönerini tatmaya gittiğimde karşılaşmıştım sevgili ‘Büşra Canbolat’la. Aslında istatistik mezunu olan Büşra, babası rahatsızlanınca döner tezgâhının başına geçmiş. “İlk başlarda garipsedim ancak sonraları tutuldum” dedi. Yakın zamanda uğradım sevgili Büşra’ya, tutkusu aşka dönüşmüş... Yediğim dönerin lezzetinden anladım, doyamadım. Aşkı tatmaya gidin derim, vurulacaksınız.
ECE’NİN “ARTİZAN EKMEKLERİ”
Geceleri başımızı yastığa koyduğumuzda hemen uyku tutmaz. Kimimiz günü düşünür, kimimiz dünü... Kimimiz gözlerimizi açacağımız umut dolu yeni bir sabahın hayalini kurar belki. Kimisi memnun, kimisi değil... Bazısına heyecan, bazısına afakanlar basar... Uyuyamaz. Büyük bir çoğunluk “Sabah ola hayrola” der uykuya dalar. İçlerinden bazıları kederli ve çaresizdir, sabah olsun istemez... Ama sabah için yola çıkmıştır zaman, durmaz, duramaz... Ve sabah olur elbette, ancak sen her zamanki gibi sabaha uyanır mısın? O muamma... Uyanırsın belki... Ölüme uyanmak gibi yani. Aydınlığı beklersin, beklersin, beklersin... Sabah olmaz... Kelimelerin bir kısmı yüreğimde, geri kalanı boğazımda düğüm düğüm... Hissediyorum ama bir türlü çözemiyorum, çözülmüyor. Düğümlerden ayıklayabildiklerimi peş peşe yerleştirip okuyorum, sesim bile uymuyor, duygu eksik kalıyor. Harflerin yerlerini değiştirip yeni kelimeler türetmeye çalışsam da kâr etmiyor. Yine anlamsız, yine eksik, yine ölüm gibi soğuk ve çaresiz, anlatamıyorum... Eksik kalınca da bir anlam ifade etmiyor. Susuyorum. Düğümleri çözmek ve tüm kelimeleri salıvermek gerek... Hatta tüm duyguları da ve belki tüm gözyaşlarını salıvermek... Ve hatta tüm çığlıkları... Azıcık da olsa rahatlarız değil mi?
YENİ BAŞLANGIÇLAR VE ‘PATISWISS’
Tüm Türkiye vatandaşları büyük bir dayanışma örneği sergiledi ve deprem bölgesinde yaşayan insanlar için seferber oldu. Hayata bir yerlerden tutunup devam etmek gerekiyor. Her yardım çok değerli mutlaka, ancak hayatların sürdürülebilir taraflarını önemsemek yaşama tutunmak için de önemli. Kadın istihdamında ödül almış, Ankaralı çikolata üreticisi ‘Patiswiss’ çarpıcı bir yaklaşımla depremden etkilenen insanların yeni başlangıç yapmaları için istihdam kapılarını açtı.
100 KİŞİYE İŞ İMKÂNI
Depremin açtığı yaraları sarmak için Ankara’ya gelen başta kadınlar olmak üzere deprem mağdurları ‘Patiswiss’ ile birlikte yeni bir sayfa açtı bile. Anadolu ve Başkent Organize Sanayi Bölgesi (OSB) ile Ostim’de bulunan fabrikalarında yaklaşık 100 deprem mağduruna iş olanağı sağlayan Patiswiss’in kadın yöneticisi sevgili Elif Aslı Yıldız’ı Anadolu OSB’deki fabrikada ziyaret ettim. Şimdiye kadar Hatay’dan 18, Kahramanmaraş’tan 15, Malatya’dan 11, Adıyaman’dan 3 ve Gaziantep’ten 2 olmak üzere çoğu kadın toplam 49 kişiyi yerleştirdiklerini, 50-60 civarında deprem mağduru kişiyi daha işe alacaklarını söyledi. Gıda ve endüstri mühendislerinin yanı sıra farklı özelliklere sahip kişilerin şirketin insan kaynakları bölümüne müracaat etmeleri gerekiyor. Deprem mağdurlarının yeni başlangıç için umutlanmaları anlamında katkı veren ‘Patiswiss’ ve genç yöneticisi sevgili Elif’in ayrıca deprem bölgesindeki çocukları gülümsetmek için de girişimleri olmuş. Kendi üretimleri olan ve kimyasal katkı içermeyen cips ve çikolataları bölgeye yollayarak bir nebze de olsa çocukların keyiflenmesine vesile olmuş, devamını dilerim.
YEREL ÜRETİCİLERE DESTEK
‘Unutmak’ kelime anlamıyla naif bir anlam içeriyor aslında. Elinde olmadan, istemeden ve hatta farkında olmadan bir şeylerin akıldan uçup gitmesi halinde kullanılıyor. “Çantamı, kitabımı veya ceketimi unuttum. Ezberlediğim şiiri unuttum” gibi samimi yaklaşımlar naif sayılabilir elbette. Ancak musibet sayılabilecek durumları unutmak, unutabilmek tam bir felaket... Ateşin yaktığını unutup, ateşle oynuyoruz mesela. Kibrit çöpünde olduğu gibi nefesimizle üfürüp söndüreceğimizi sanıyoruz ama olay farklı boyutlara taşınıyor, ormanları yakıyoruz. Eskilerin yüksek tepeler ve ovadaki höyükler üzerine yerleşme fikri, ani bastıran yağmurun kabarttığı dere, çay ve nehirlerden sakınmak olduğu gayet aşikâr... Peki biz neden hâlâ dere ve çayları kurutup o havzalara yüksek yüksek binaları dikiyoruz anlayamıyorum... Siz anladınız mı? ‘Suç ve Ceza’ kitabında Dostoyevski şöyle diyor; “Önce biraz ağladılar, ama alıştılar şimdi. Aşağılık insanoğlu her şeye alışır!” Yaşadığınız evin giydirilmiş albenisi gözünüzü kamaştırdıysa, kendinizi cennette zannedip yapıdaki çürümüşlüğü ve tabii ki zelzeleyi unutabiliyorsunuz... Dikkat edin. Göçük ya da enkaz altında kalmanın hissettirdiklerini bilmeyebilirsiniz ancak bir dakika nefesinizi tuttuğunuzda havasızlığın öldüreceğini bilirsiniz. Göçük altında kalmadıysanız bile, yaşattıklarını önceki depremlerde enkaz altından çıkanlardan duymuşsunuzdur, unuttunuz mu? Büyük depremden sonra geçen on sekiz günün rakamsal envanterine bakıp ürküyorum. Ne yazık ki, “Ruhlar gökle harmanlandı ve beden hasadı başladı.” Gördüklerim, duyduklarım kâbustan da öte bir bela, adsız ve isimsiz bir trajedi... Ne hafızam alır ne yüreğim kaldırır. Unutsak mı? Unutulur mu?...
KADIN HEKİMLERİN ‘AFET FONU’
Kadın Hekimler Eğitime Destek Vakfı (KAHEV) yakından takip ettiğim bir sivil toplum kuruluşu. 2018 gibi çok yakın zamanda kurulmalarına rağmen oluşturdukları fonlarla iki bini aşkın bursiyere ulaştılar. Maddi imkânları yetersiz olan ailelerin yanı sıra, KAHEV, öncelikle pandemi boyunca COVID -19’dan yaşamını yitiren sağlık çalışanlarının evlatlarını emanet kabul edip eğitim hayatlarını garantiye aldı. 2020 yılındaki İzmir ve Elazığ depremleriyle, 2021 yılındaki orman yangınlarında ev ve iş yerleri hasar gören ailelerin çocuklarına verdikleri burslar halen sürüyor. Ülke genelinde yirmi binin üzerinde kadın hekimin desteklediği KAHEV şimdi de ‘Pazarcık depremi’nden etkilenen 11 il ve ilçelerinde yaşayan ailelerin çocuklarına burs olanağı sağlamak için kolları sıvadı. ‘Afet Fonu’ adıyla kurduğu fona ‘Yaralarımızı birlikte saralım’ sloganıyla hepimizin desteğini bekliyor. www.kahev.org.tr web sitesine gittiğinizde hem KAHEV hem de afet fonu ile ilgili detaylı bilgilere ulaşabilirsiniz.
ASKIDA FORMA
Deprem bölgesindeki hastanelerde evleri hasar gören sağlık çalışanları hastane servislerinde günlük kıyafetleriyle çalışmak durumunda kalıyor. Kadın Hekimler Eğitime Destek Vakfı bu durumu gidermek için de bir çalışma başlatmış. KAHEV’in çevrim içi satış sitesi www.kahevdukkan.com aracılığıyla askıya forma koyup ihtiyaç sahiplerine linki tıklayarak ulaştırabiliyorsunuz. Hekim ve sağlık çalışanlarımız bizim için çok önemli onlara moral aşılayıp destekleyeceğinizi umuyorum.
Kana kana ağlıyor için, bedenin ruhuna teslim, ruhunsa bilinmeze yolcu... Ama kim bilir nereye? O da bilmiyor... Şaşırmasın. Ne yaşamın sevincine ne de ölümün hüznüne ortak. İsyan etse... Kime? Feryat etse... Kime? Gözün kara, dünya kapkara... Göz kapakların iğne iğne, yüreğin lime lime. Boğazın düğümlenmiş dilin lâl, nefesin aralıklı ve zoraki... Hece hece...
Sessizlikti en iyisi; ancak sessizlik de ölümdü. Ölümün acı ağırlığının yaşamsal nefesi işgal edişi ile yüzlere oturttuğu can çekişme nidası yürek burkuyordu. Simalar farklı olsa da, kalabalığın tümü bu ifadeyle tek yüz olmuştu. Acı ölüm ve insanlara dayattığı hüzün, “Biz de mi öleceğiz?” haykırışının sessiz haliydi tek yüz. Bazısında korkuyla karışık telaş, panik ve hüzün hali vardı. Hazırlığı olamayan ölümün zihinleri uyuşturduğu bu duruma, yetişme ve anlam yükleme gayretiydi. Herkesin bir gün göremeyeceği anların provasını korkuyla gerçekleştirme haliydi. Ölümün nasıl, ne zaman geleceği belirsizliğinin, sırtlarına yüklediği korku ve hüznün vücutlarını bilinmeze savurmasıydı. Vaveyla... Vaveyla... Vaveyla çığlıklarının kulakları sağır eden uğultusu yer altından duyulurken, hava da yürekler de buz kesmişti. Yer üstündekilerin duyduğu çığlıklara bulamadıkları merhemin çaresizliği, ölümün soğuk nefesiyle acısını katlıyor ve bilinmeze sürüklüyordu. Bilinmez yolculuğun sonunu merak edenler, zihinlerindeki korku dualarını bir biri ardına sıralıyor, gözlerine yapışan endişeli bakışlarla etraftakilerin yüzlerinde şekil alan duygularını teyit ediyorlardı. Herkes birbirine bakıp aldığı nefesi gizlerken bir yandan da günah çıkarmayı ihmal etmedi. Ölümden kaçışın olmayacağını bilmenin verdiği çaresizliği de gizlemeye çalıştılar; ama nafileydi... Her şey apaçık okunuyordu. Ölenlerin ve öleceklerin ruhu yakalarına yapışmıştı sanki. “Ölmeme neden izin verdin?” sorusunu tekrarlayıp durdu son nefesine kadar... Cevabı var mıydı? Yoktu elbette... Boynunu önüne eğdi; “Ah ah ah... Ma la mı ney.”
MA LA MI NEY: Ağıtlarda kullanılan ‘yoksunluk’, ‘vah vah’ anlamına gelen Arapça ve Kürtçe bir söz.
Uzun zamandır şehirden uzak yaşıyordum. Şehirdeydim ancak şehrin hengâmesinden uzaktım. Hastanede geçirdiğim süre, sonrasında evde dinlenme derken epeydir dışarı çıkmamıştım. Geçenlerde güzel güneşli bir hava vardı, iyi de hissediyordum sıkıca giyinip yürüyüşe çıktım. Kış güneşinin ısıtan aydınlığı yavaş adımlarıma eşlik ederken kendimden geçmiştim. Epeydir yürüyüş yapmamanın verdiği özlem de vardı, hayata yeniden katılmanın sevinci de... Ara sokaklardan ana caddeye çıkana kadar yeniden yaşama katılışımın yüzüme yansıttığı gülümsemeyle yürüdüm. Bir anda gürültü patırtı korna sesleri arasında yaya geçidinden karşıya geçebilmek için süren uzun bekleyiş ve yayalara gösterilmeyen saygının gerdiği bedenim yüzümdeki tebessümü de alıp götürmeye yetmişti. Egzoz dumanının soluduğumuz atmosfere kattığı kötü gazlar kimsenin umurunda değildi. Araba kullananların başlarının öne eğik oluşunu üzüntülerine bağlamak istesem de önümden geçtiklerinde ellerindeki telefonları görünce sadece yutkundum. Arabaların birbirlerine ölesiye çaldıkları korna sesleri, kiminin camı açıp bağırışları ve ettikleri küfürler benim kulağıma hoş gelmese de duyanlar alışkındı, pek oralı olmadılar. Eskiden sadece gençler yolda yürürken ellerindeki telefonlara bakıyordu; şimdilerde yaşını başını almışlar da yürürken telefonlarıyla haşır neşir. Attıkları adımların onları götüreceği yer ve önlerini göremez halleri komik olsa da, geleceklerini de göremiyor olmaları trajikomikti. Neyse ki yeniden tenha sokaklara dönmüş biraz da sakinlemiştim. Fiziki sağlığın yanında, ruh sağlığının önemini yeniden kavramış ancak çok ürkmüştüm... Hem bana çarpmalarından ürktüm hem de telefonlarına bağımlı hâle gelmiş umursamaz ve saygısız bir toplumun bizi götüreceği yerden.
‘KULEDEKİ PİZZACI’
Bünyesinde barındırdığı iyi restoranlarla nam salan Atakule’nin; Botanik katında bulunan İtalyanca isimli ‘Pizzeria Alla Torre’ Türkçe’de ‘Kuledeki Pizzacı’ anlamına geliyor. Bana kalırsa Türkçe ismini kullanırım. Daha çarpıcı ve akılda kalıcı... Her neyse bunu fazla dert etmeyelim. Esas akılda kalması gereken şeyin damakta kalan ‘lezzet’ olduğu konusunda hepimiz hemfikir olmalıyız. Otoparktan botanik katına girdiğinizde ‘Kuledeki Pizzacı’nın yükseğe kurdukları fırınını görüyorsunuz. Acıktıysanız fırında pişmesi muhtemel pizzaları hayal ederken iç çekebilirsiniz. Vaktiniz yoksa sonra özellikle gitmek üzere plan yapmanız güçlü ihtimal. Ben de öyle yaptım... Birkaç ay önce uğramış, tadım yapmamış ancak aklımda kalmıştı. Geçenlerde Çeşme’den gelen kuzenim Cüneyt’i alıp soluğu ‘Kuledeki Pizzacı’da aldım. Mutfak şefi Muharrem Bakırhan, pizzanın ruhunu bilebilecek ölçüde deneyimli bir pizza ve İtalyan mutfağı ustası. Haliyle tadım seçeneklerini de Muharrem ustaya bıraktık.
‘GRAN BURRATA’
Şahane bir salatayla giriş yaptık ‘Somon Carpaccio’ nefisti. ‘Asparagi (Kuşkonmaz)’ isimli hafif bir pizzayla başladık. İçinde kuşkonmaz, domates ve fiordilatte peyniri olan sosu olmayan beyaz bir pizza. Servis edilirken üzerine konan stracciatella peyniri, sıcak pizzanın üzerinde gevşemişti, biz de öyle; çok sevdik. Ardından biraz daha ağır bir pizza geldi, ismi ‘Gran Burrata’ anlamı ‘Harika Burrata’ (bir tür peynir) gerçekten harikaydı. Domates sos, füme kaburga, yaprak parmesan, roka ve piştikten sonara üzerine konan kocaman burrata peyniriyle efsaneydi. Servis edilirken üzerine acı zeytinyağı ve karabiber dökelim mi sorusuna da, ‘Kuledeki Pizzacı’ya da “Evet” dedim. Mutlaka gidin!...