Epeydir gelmiyordum, burnumda tütüyormuş... Birkaç hafta önce Mardin’e özlemle yazdığım satırları yeniden paylaşmak istiyorum... “Uzaktan bakıldığında dümdüz ovanın orta yerine yemyeşil etekliğini sererek oturmuş bir eski zaman prensesinin geniş gerdanını andırıyordu tepe. Yüksekliği bulutlara değerken, prensesin ince ve zarif boynuna nakışla bezeli taşlarla örülmüş evlerin, sıra sıra, yan yana dizili görüntüsü, geceleri bir gerdanlığın göz kamaştıran ışıltısıyla parlıyor, korkunun sokaklara hâkim karanlığını uzaklaştırıyordu. Güneşin aydınlattığı gün boyu ise yer yer bulutlarla gölgeleniyor, bağrındaki şehrin gökten inmişcesine yüksekteki gizemli duruşu nefes kesiyor, gökyüzü ile haşır neşir hali, görenlerin yüreklerini kanatlandırıyordu. Kumrular da kanatlanıyordu... Kümelendikleri kilisenin yüksek kulesinde çınlayan çan sesine cevaben havalanıyorlar, hemen birkaç sokak ötedeki camiye tünüyor, ezan sesini duyana kadar bekledikleri kubbe veya minaresinde cilveleşiyorlardı. Şehrin, bulutlarla sarmaş dolaş olduğu zamanlarda, meyve ağaçları ve yabani çiçeklerin renklendirdiği yamaçlarından yukarı doğru esen sam yeline kapılmak isteyen taklacı güvercinler ise kuytudaki yuvalarına dönmek yerine, esintiyle el ele verip şehrin güneşle gölgelenen dar sokaklarında gezinmeye devam ediyordu. Pişmiş yemeklerin sokaklara ulaşan kokularını da topluyordu sam yeli, taş duvarlara sürtünerek hem kendini soğutuyor hem de sokaklarda gezinen gizli sevdaları havalandırıyordu. Evlerin açık pencerelerinden içeri girdiğinde, bazen çiçek, bazen meyve, bazen de yemek kokuları yayıyor, uzun, ışıltılı ve serin geceye hazırlanan şehrin sakinlerine her halükârda derin bir oh çektiriyordu...”
DIŞI SİZİ İÇİ BENİ YAKAR
Büyük bir özlemle geldiğim Mardin’de, şehre girmek için dakikalarca arabanın içinde ağır ilerleyen trafiğin açılmasını beklemek ayrı bir şok etkisi yarattı. ‘Ambulans ihtiyacı olsa’ diye düşünmek dahi istemedim içim daraldı... Şehre girdikten sonra gördüğüm manzara da pek iç açıcı olmadı. Çakma ve lalettayin restorasyon girişimlerinin sakil duruşunun farkında olmayan halk ve turistler, şehrin belirsiz, amaçsız ve hakikatten uzak sanal keşmekeşine kapılmışlardı. Bir rüyada olmaları ihtimaline karşı temkinli olduklarını gözlemledim. Bense bir karabasanı yaşıyordum. Eski halini biliyordum... Bu halini sevmemiştim, yakışmamıştı da. Gastronominin çok önemsendiği bu şehirde pişirilen yemekler de ne yazık ki bu keşmekeş içinde tatsızdı... Birbirini taklit eden restoranlarda, sadece evlerin mutfağında piştiğinde lezzetlenen ve restorana asla uymayacak Mardin yemekleri pişirilip sergilenmeye çalışılıyor, yemeklerin gerçek tadını bilenlerin yüreklerini dağlıyordu.
İNEK ÇARŞISI (SOK UL BAKAR)
Cadde üzerinde dizili şov meraklısı esnafın doğallığını sorgulamak istemedim. Mardin’in tek caddesi 1. Cadde’den ayrılıp İnek Çarşısı’na girdiğimde rahatladım biraz. Mardin’in köy pazarı niteliğindeki İnek Çarşısı’nda manav, kasap, sakatat, baharat, bakkaliye ve köylüler için gerekli tüm ihtiyaçların karşılanabildiği dükkânlar ve hatta bir dönem sinema bile varmış. Kokusu dahil, her şey neredeyse yerli yerinde duruyordu. ‘Örnek Kebap’ Bülent Usta’nın kebap kokusu burnuma değdiğinde silkelendim. Acıkmıştım ancak evde kuzenimin sevgili eşi Hilal ‘Kibe (İşkembe dolma)’ pişirmişti, yememek gerekiyordu. Bülent Usta ‘beş şişten bir şey olmaz gömün’ dedi. Kuzenim Serdal’la paylaştık, tadına doyamadık tabii... Ertesi sabah kaymağa çağırmıştı yine gittik. Önce Veysi ve Selahattin ustaların Kardelen Ekmek Fırını’na uğrayıp tandır ekmeği ve düz tırnak pide aldık sonra da Bülent’in orada köylülerin sabahın köründe getirdiği, taze koyun sütünden kaynatılmış ‘Sahan Kaymağı’ üzerine gül şerbeti dökerek sıcak ekmeği bandırdık. Lezzeti söyleyemem, tarifine kelime yok çünkü... Gitmeniz gerek.
SAKIP SABANCI KENT MÜZESİ VE 39. DYO RESİM ÖDÜLLERİ SERGİSİ
Bir uyku haline kapılmış gibiyiz. Uyumak ile uyumamak arasında kalan vücut sersemliğinin ince çizgisine saplandık, durumumuzu ayırt edemiyoruz. Uykuya mı yoksa uykusuzluğa mı direnişimiz o da belli değil. Uyursak çok şey kaçıracağız gibi bir hisle uyanık kalmaya çalışıyor, uyumazsak yeni umutlara gebe sabahlara geç kalkacağımız endişesiyle cebelleşiyoruz. İki seçeneği kaçırmamak arzusuyla kilitlenen duyguların tarifi de çok zor. Bir kararsızlık, belirsizlik durumu mu? Yoksa her iki durumdan kazançlı çıkma arzusu mu? Uykunun cazibesi ile uykusuzluktan doğacak kazancın çekim gücü arasında kalan hırsımızın esiri olmuş, her ikisini birden yaşayabilmenin mücadelesini veriyoruz. Bir akıl tutulması yaşıyor olmamız da mümkün. Farkında olmadığımız bu durumun etkisine direniyoruz belki de. Son yıllarda pek kullanmadığımız ruhumuzun küsüp vücudumuzu terk etmesiyle boşalan yere büyük oranda yerleştirdiğimiz ‘açgözlülük’, karakterimizi değiştirmiş olmasın? Beynimizi istila ederek, bencil düşünceyi hâkim kıldığı bir bakış açısına kapılmadığımızı kim söyleyebilir ki? Kimseyle kötü olmadan, her düşünceye zorlanmadan adapte olabilen... Etik değerleri güncelleyerek duruma göre uyarlayabilen...Başkaları uykudayken, uyanık kalarak gece karanlığında elde ettiği ayrıcalığı fırsatı değerlendirme olarak yutturabilen bir düşünce biçimine kitlendik. İllaki kazanmak uğruna benliğimizi kaybediyoruz... Ruhun olmadığı bir bedenin akıbetini tahmin etmek zor olmasa gerek... Yerine koyduğumuz şeylerin sakil durduğunu görmemek için yumduğumuz gözlerimiz nasılsa bir gün açılacak. Gerçekle yüzleştiğimizde gördüklerimizle övünür müyüz?
ATAKULE’YE UZAKDOĞU HAVASI ‘CHINA BLOOM’
Uzak Doğu’nun gizemiyle, saflığının el ele vererek lezzetlendirdiği yemeklerin damağa bıraktığı duyguyu tarif etmek çok zor. Çoğumuzun Uzak Doğu yemeklerine olan düşkünlüklerini biliyorum. Zaman içerisinde evlerde pişirmeye başladığımızın da farkındayım. Ve hatta pişirdikçe iyisini, kötüsünden ayırmaya başladık, haliyle her yerde yemiyoruz, onun da farkındayım. Yiyorsak da en iyisinin yapıldığını bildiğimiz yerleri tercih ediyoruz. Yaklaşık dört yıl önce ilk kez yazdığımda çok etkilendiğim bir yer var. Sushi’nin ilk tadına baktığımda bütün duyularım uyanmış, beni de silkelemişlerdi. Şimdiye kadar yediklerimin en iyisiydi diyebilirim... Doğallık, sağlık ve estetiğin şahane uyumu ve hepsinin birlikteliğiyle doğrudan ruhu etkileyen yiyeceklerin pişirildiği mutfağın adıydı ‘China Bloom’ ve ben müptelası olmuştum artık.
WOK KİTCHEN
Zamanla benim gibi birçok Ankaralı’nın müptelası olduğu China Bloom’un Ankara’da Suat ve Bodrum’da Mutlu’nun durduğu iki şubesi vardı. Şimdi de bana yakın bir yere, Ankara’nın en iyi restoranlarının olduğu Atakule’ye geldiler. Yeni bir tarzları var. Hızlı, leziz ve güvenilir bu tarzın adına ‘Wok Kitchen’ yani ‘Tava mutfağı’ deniyor. Sushi barda deneyimli sushi ustası Sevgili Mert’in hazırladığı sushi’yi izliyorsunuz... Aynı anda, arkadaki camekândan Wok tava ile hızlıca pişirilebilen nefis ‘Combo (Kombinasyon)’ menülerin hazırlandığı mutfağı da görüyorsunuz. Sushi içerikli, ‘Combo 6’ denedim... İçinde Kore usulü sushi ‘Gimbap’ ile ‘Sake Avocado Maki’ ve ‘Fuji roll’ var. Çok sevdim. Atakule’ye yolunuz düşsün mutlaka... Bildiğim kadarıyla Ankara’da ilk kez uygulanan bu tarzı denemeniz gerek...
MUTLU KAVANOZLAR ‘PONE TATLI’
Hayatı muallâkta bırakmış gibiyim, karar vermekte zorlanıyorum. Tercihlerimi öteleyerek zaman kazanıyorum, rehavet çöküyor. Çöken rehavetin, korkarak ertelediğim ve eninde sonunda yüzleşmekten kaçamayacağım karabasan olduğunun farkında değilim. Kastıkça kasıyorum... Yüzleşmektense belirsiz bırakmak daha makul geliyor. Kararsızlığın aynı zamanda belirsizliği tetiklediğini görmezden geliyorum. Gri belirsizlik havasını solumak, beni bir nebze yaşama bağlıyor ancak hayal gücümü kaybediyorum... Yine de zorluyorum... Güzel şeyler düşünmek istesem de kararsızlığın belirsizleştirdiği görüntüler kayıyor zihnimden... Soluk, ruhsuz ve benlikten yoksun... Ne oldukları da ne olacakları da belli değil. Vazgeçmiyorum... Hayal gücümü iyice zorluyorum... Bu sefer görüntülerle birlikte ben de donuklaşıyorum, hayat da... Dizginlenmiş duygular, kurgulanmış korkularla ilerlemek mümkün görünmüyor... Karar veriyorum... Ve hatta “Sal kendini” diyorum ruhuma...Her şeye razı duygulara kapılıyor, rahatlıyorum... Gözlerim kendiliğinden yumuluyor. Görüntüler su gibi akıyor. Kuşlarla sohbete başlıyorum mesela... Söyledikleri şarkılara katılıyorum, içim bir hoş oluyor... Ağaçlar dallarıyla birlikte dansa kalkıyorlar... Gölge olduğunu fark ediyorum... Gölgelerin şekillerine anlam yükleyince zihnim açılıyor, hareketlerden bereket fışkırıyor. Duyduğum seslere notalar veriyorum, ağır ağır nağmeye dönüşüyorlar... İçim kıpır kıpırken esintiyi hissediyorum... Hem ılık hem sıcak ve arada soğuk... Yüzüm gıdıklanıyor. Derin soluduğum oksijenin içinde yüzer hale geliyorum. Yüzünce yoruluyorum, karnım acıkıyor... Havanın estiği yönden gelen kokuları tencerelere koyarak pişiriyorum... Mmm nefis... “Unutmayın ve muallâkta kalmayın, belirsizliği kelimesiyle birlikte hayatınızdan çıkardığınızda, ruhunuzla birlikte belirginleşiyorsunuz.”
MES PETITS CHEFS
Uzun zamandır pek rastlamadığım türde değişik bir mekân. Fransızca ismiyle farklı bir anlayış sergileyen Kavaklıdere, Zeytin Dalı Caddesi 12 numaradaki ‘Mes Petits Chefs’in Türkçe karşılığı ‘Benim Küçük Şeflerim.’ Yaratıcısı Gaye Keylan Canbazoğlu’nun ruhuyla belirginleştiği bu mekâna girdiğinizde aynı zamanda Gaye Hanım’ın kalbine de girmiş oluyorsunuz. İki çocuk annesi sevgili Gaye, restoranı çocuklu annelerin rahatlıkla gelip vakit geçireceği bir özenle tasarlamış. Sağlıklı ve doğal malzeme seçimini önceleyen mutfağında, çocuklar için farklı sürprizleri de var haliyle. Çeşitli beslenme alışkanlıklarını göz önüne alarak hazırladığı menüsünde, glütensiz ve şekersiz yiyeceklerin yanı sıra bol kalorili ve yağlı seçenekler de var. Yağlı yemekler yiyip pişmanlık duyanlar için detoks paketi bile var. Son zamanlarda iyice yaygınlaşan vejetaryen ve vegan beslenme tarzını da unutmayınca çok seçenekli menü de kaybolma ihtimaliniz de var. Haftanın belirli günlerinde menüde olmayan ve hatta unutulmuş yiyecekler ile etkinliklere katılmanız gerek. Lazanya gecesine katıldım... Epeydir yemediğim lazanya burnumda tütüyormuş meğer... Bence çocuklu ya da çocuksuz hemen uğrayın... @mes.petits.chefs veya www.mespetitschefs.com adreslerinden bilgi alabiliyor, rezervasyon yaptırabiliyorsunuz.
BİR DİLİM MUTLULUK ‘SLICE PİZZA’
‘Slice’ İngilizce bir kelime, Türkçe anlamı ‘Dilim.’ Dilim dilim satılan pizza fikri çok hoşuma gitti... Tüm bir pizzayı istemek gerek maddi gerekse manevi (Kilo alma ve suçluluk duyma anlamında) büyük külfet. Diyet yapıp kaçamak yapanlar için de tatmin edici “Hepi topu bir dilim pizza yedim” diyerek kendini aldatması çok kolay. Şaka bir yana bir dilimin fazlasıyla doyurduğu, bir öğünün ardından çöpe giden fazlalıklar da yok. Kuzenim Cüneyt’le gittik, yarımşar dilim Margherita Slice ile Anatolian Slice pizzanın yanında, çıtır tavuk seçeneklerinden ballı (Honey) olan ve acı olan (Buffalo) tavuk parçaları lezzetliydi. Dilim pizza ve parça tavuklar, özellikle ergen ve genç üniversite öğrencilerin derdine derman olmuş gibi duruyor. Ümitköy Galleria’da yola bakan kısımdaki ‘Slice’ biz yetişkinlere de keyif verdi desem abartmış olmam. Denemesi dilimle...
BOĞAZİÇİ LOKANTASI
Bilginin değersizleştirilerek bayağılaştırıldığı dönemlerden geçiyoruz. İçi boşaltılarak asıl değerinden uzaklaştığında ucuzlaşan bilgi, bu sefer süslü ve albenisi parlak sunum şekliyle görgüsü ve donanımı zaten yetersiz olan insanların önüne geldiğinde gözlerini kamaştırıyor. Özellikle sosyal medyada takipçi, TV’lerde izleyici kazanmak isteyen influencer ve yapımcıların yarattığı süslü ve içi boş bilgi akışıyla avladığı sosyal medya kullanıcısı ile TV izleyicilerine aşıladıkları ‘Her şeyi biliyorum’ öz güvenine ne demeli bilemedim. Şatafat ve lüks odaklı tüketici yaratmak amacıyla yaygınlaştırılan bu ‘her şeyi biliyorum’ akımı, iliklerimize kadar girdiğimiz cehalet çukurunu giderek derinleştirirken, gerçek duygularından uzaklaşan toplumu yönlendirmek daha da kolaylaşıyor. Günlük ihtiyaçlarını basitçe karşılamak isteyenlerin ekonomik zafiyetini kullanarak göz alıcı kampanyaları devreye sokuyor, yeme-içme, giyim-kuşam gibi doğal ihtiyaçlarının dışında, lüks ve ucuz algısı yaratarak ihtiyaçları olmayan şeyleri de aldırıyorlar. İlgi alanım olduğu için özellikle takip ettiğim sosyal medyadaki yemek siteleri ile TV’lerde yemekle ilgili program ve yarışmaların tamamen ticari ve algı yaratma peşinde koştuklarını söylemem gerek. Ruhsuzluklarını geçtim, insanları aptal yerine koyan tarz ve bakış açıları gücüme gidiyor. Yemeği süslü sunumla, keyfini ise lüks ve şatafatla algılatan bu yaklaşım ve pazarlama şeklini reddediyorum. Yemek ruhtur, keyfi de onu pişirenin sevgisi ve o yemeği paylaştığın sevdiklerindir. Ruh olmayınca yemek lezzetlenmiyor, kıyafet de bedene oturmuyor...
‘CİM CİM’İN ‘ŞEBİT YAĞLAMASI’
Kayseri’ye has bu yemeğin aslında midesine ve damağına düşkün herkese has bir ağız tadı olduğunu yeni yeni keşfediyoruz. Önceleri sadece evlerde pişirilip kalabalıkla birlikte yendiğinde lezzetlenen ‘Şebit yağlaması’ şimdilerde aile işletmesi olan restoran mutfaklarının da gözdesi. Kavaklıdere, Büklüm Sokak’ta Kavaklıdere Ortaokulu’nun karşısındaki dükkânı ‘Cim Cim’ de 17 yıldır Kayseri mantısı pişiren ‘Fatmagül Öncel’ oğlu Durukan’ın ısrarıyla 6-7 aydır ‘Şebit yağlaması’ da pişirmeye başlamış. İyi ki de pişirmiş yani... Servise yardım eden 10 yaşındaki torunu Doruk da bu konuda hemfikir... Tandırda pişen mayasız şebitlerin arasına (Kayseri usulü lavaş) has tereyağıyla kavrulan kıyma, domates ve biberden elde edilen harç serpiliyor... Yanına da sarımsaklı yoğurt... Değmeyin keyfime. ‘Çatalla uğraşma... Biz ellerimizle yiyoruz’ dedi Fatmagül Hanım... Dediğini yaptım tabii ki... Keyfini anlatamam... Gidin ve deneyin... Parmaklarınızı da yiyeceğiniz kesin.
VEGAN KAHVECİ ‘VEGGY DELIVERY’
Son birkaç gündür baharın sıcacık gülümsemesine rağmen, önceki günlerde soğuk ve yağışlı havayla uyanışımız geliyor aklımıza ve tedirgin oluyoruz. Yorgunluk basıyor aniden. Miskinlik ve ardından karamsarlık tüm bedenimize hükmediyor... Sıcak güne, soğuk duygularla başlıyoruz. İçimizin karanlığı günün aydınlığına inat, gözlerimizi karartıyor. Baharın kokusunu, cıvıldayan kuşları ve güneşin parlaklığını görmezden geliyor, umursamıyoruz. Kararmış duygularımızla tüm günü karalıyor, sevgiden beslenen ruhumuzu gizlediğimiz dehlizden çıkarmak ve güne uyum sağlamak güvenli gelmiyor. Korkuyoruz... Birbirimizden korkuyoruz. Çekindiğimiz ve kapılmaktan korktuğumuz, o alışverişini yaptığımız sevgi ile güvenin sahteliğinden belki de. Hayal kırıklıklarının damarlarımıza sızdırdığı sinsi güvensizlik hissi ile bu hislerin tükettiği sevginin yerine koyduğu güvenli samimiyetsizlik duygusunun bizi soktuğu karmaşıklık muhtemelen... Güzelliklerden ürkmeye başladık, gerçek olabileceklerini düşünemiyoruz artık. Kendi duygularımızı dinlemeyi bıraktık, başkalarının tasarlayıp önümüze koyduğu duyguları istemesek de yaşıyoruz.
Bütün bu olumsuz duygular sizi sizden aldı değil mi? Kolayca teslim oldunuz. Baharı görmezden gelecek kadar doğadan kopmanın güvenli suniliği içinde ama mutsuzsunuz... Biliyorum. Çok da kötümser olmamak gerek. Ve hatta pek de alışık olmadığımız iyimserliği bile deneyebiliriz. Şaka bir yana... Bazen sezgilerine güvenmeli insan. Hayatın akışına kapıldığımızda çoğunlukla karamsarlığın çökmesine verdiğimiz toleransı, umuda ve güzelliklere de vermeliyiz. Safiyane duygularla içimizden geçirdiğimiz düşüncelerin geri dönüşü çok hızlı olabiliyor. Denemek gerek...
GÜNEŞ KÖYDEN DOĞUYOR ‘GÜNKÖY’
Biz şehirlilerin çoğunlukla farkında olmadığı şeylerin başında ‘Gün doğumu’ yani sabah güneşinin ufuk çizgisine paralel yükselişi ile aydınlanan toprak, ağaçlar, çiçeklerle birlikte solunan nefis havanın bedenimize verdiği zindelik. Bu zindelikte uyanan köy çocuklarının heyecanla koşturduğu okul yolu, uçsuz bucaksız doğa ve güneşe yakınlıklarının yanında aynı zamanda uzak kaldıkları bilgi ve bilgiye ulaşmak...
2010 yılında güneşin aslında çocuklarla birlikte köylerden doğduğunun farkına varan bir grup ‘Bilkent Üniversitesi’ öğrencisi gönüllü, ‘Günköy’ projesini başlatmışlar. Anadolu’nun farklı bölgelerinde uzaklık gözetmeksizin belirledikleri köy okullarına kütüphaneler kurmakla, köy çocuklarını okumaya ve bilgiye erişime yakınlaştırmayı hedeflemişler. Şimdiye kadar 30 civarı okula da ulaşmayı başarmışlar.
BOLU-GÖYNÜK ‘DEDELER’ KÖYÜ
Sürekli aynı hataları tekrarlamanın, hatadan ziyade nedenini bilinçaltında gizlediğimiz bir karar olduğuna ikna olmamız gerek. Hepimizin farklı durumlara karşı asla güçlenemediği, belki de güçlenmek istemediği tarafları vardır...
Çocukken, büyümenin heyecanıyla vereceği ayrıcalıklı erişkin mutluluğu hayal ediyoruz. ‘Gençlik başımda duman, ilk aşkım ilk heyecan’ vaziyetleriyle heyecanımızın katlandığını düşünüyoruz... Öyle de oluyor. Tasarladığımız hayatın küçükken kurguladığımız ‘evcilik oyunu’ olmadığının farkına varana kadar geçen ‘lay lay lom’ dönemleri tükendikçe, her istediğimizi elde etmeye alıştığımız çocukluk ve gençlik dönemlerine, yaşamın verdiği ‘Havada bulut sen bunu unut’ cevabı acıtsa da mücadeleye devam ederek kendimizi ispat arayışı teselli oluyor. Kapıldığımız yetişkinlik heyecanının, çocukken kurguladığımız hayaller kadar göz kamaştırıcı ve sahici olmadığı gerçeği ile yüzleştiğimiz yarı olgunluk zamanlarında önce burkuluyor, ardından da kabullenmediğimiz zorluğunun üstesinden gelememekle kırılıyoruz... Ancak ‘Pes etmek yok, ha gayret yaşam’ sloganlarıyla kırgınlığın yanına biraz umut koyup ‘devam’ diyoruz. Umutlarımızın zamanla tükeneceği olgunluk dönemlerinde sık kullanmaya başladığımız ‘Zaman su gibi akıyor’ cümlesi hızımızı kesiyor, zamanla girdiğimiz amansız yarışın mutlak kaybedeni olduğumuzun da farkına varıyoruz. Mutluluğun çocuk olabilmekten geçtiğini kavramakta geç kalmış olsak bile, önce çocukluğumuzun saflığına sığınıyor, sonra da yetişkin görünümlü çocuk olabilmenin yollarını aramaya başlıyoruz. Bulanlara selam olsun... İyi bayramlar!
‘HOT POT’
Bir geleneksel Çin yemek kültürü olan ‘Hot Pot’u ilk defa duyuyor olabilirsiniz. Uzak Doğu mutfağına hakim olanlar mutlaka duymuşlardır. ‘Güveç’ veya ‘Kızgın Tencere’ anlamına gelen ‘Hot Pot’ Çin ve diğer Asya ülkelerinde de aynı isimle biliniyor. Önceden pişirilmiş farklı lezzet ve aromalardaki (Et, tavuk, sebze, mantar ya da Tom Yung... vs.) çorba suyundan herhangi birini seçiyorsunuz. Bu çorba suyunun konduğu tencere, altında yanan ocakla birlikte masaya getirilip tabağınızın hemen yanına konuyor. Yanı başınızda fokur fokur kaynayan bir tencerenin varlığını ilk etapta yadırgasanız da önünüze dizili çiğ mantı, sebze, et veya menüden her ne seçtiyseniz, pişirdikçe hoşunuza gitmeye başlayacak. Uzak Doğu’lu baharat ve soslarından bir karışım hazırlamış olmalısınız ki tencereden kâsenize aktardığınız yiyecekleri o soslara banıp tadına baktığınızda damağınıza bulaşan lezzete bayılacak, yeniden ayılmak için tekrar banmak isteyeceksiniz. Sancak Mahallesi 512. Sokak’ta Ankara’nın ilk ve tek Hot Pot restoranı ‘@privatehotpot’a gidin. Gülümseyen ikizler Beyza veya Kübra karşılıyor, restoranın kadın girişimcisi Zeynep size detaylarıyla Hot Pot anlatıyor. Merak etmeyin... Bayramın ilk günü açık.
TUNALI, KUĞULU, KITIR VE KUMPİR...
Tatile gitmeyip Ankara’da kalmayı tercih eden Ankaralıların bayramdaki en yoğun gezinti tercihlerini sırasıyla başlığa yazdım. Tunalı Hilmi Caddesi’nde yapılan uzunca bir yürüyüş ve çocuklarla birlikte Kuğulu’nun oyun alanında iyice yorulduktan sonra hemen bitişikteki ‘Kıtır’ büyükler için soluklanmak ve susuzluklarını gidermek, çocuklar için de boylarına göre kocaman bir kumpir yemek için son durak. Gençlik yıllarımın başlarında tereyağıyla birlikte fırınlanmış patates kokusunu yıllar önce yine Kıtır’da koklamıştım. Hatırladığım kadarıyla ‘Kıtır’ Ankara’da ilk kez kumpir yaptığında yer yerinden oynamış, kumpirin tadına bakmak için uzun kuyruklar oluşmuş, lezzeti dilden dile dolaşmıştı... Ve hatta belirli bir süre sonra ‘Tunalı, Kuğulu, Kıtır ve karışık kumpir’ Ankara’ya gezmeye gelenler için de klasik hale gelmişti. Gerek biz Ankaralılar gerekse dışarıdan gelip Ankara’yı tatmak isteyenler için bu klasik ilk günkü lezzetle devam ediyor desem inanır mısınız? İnanacağınızı biliyorum... Çünkü siz de halen bu klasik rutini seviyorsunuz...
Yeniden yeşermek ve yaşamını sürdürmek için doğadaki her şey birbirine ihtiyaç duyar... Kuş ağaca, ağaç toprağa, toprak yağmura... Peki ya insan? Ne yazık ki doğanın hiçbir bileşeni gelişmek ve yeşermek için insana ihtiyaç duymuyor... Özellikle de içinde sevgi olmayanına... Ve hatta mümkünse çevrede insan olmasın istiyor... İnsan ise nefes alıp, hayatta kalabilmek için doğanın tüm bileşenlerine zaten muhtaç. Farkında değil ama en çok da kendine muhtaç aslında... İnsan olabilmek ve insani duyguları öğrenmek için... Kendini sevmeye, kendiyle barışmaya ve kendini anlamaya muhtaç... Empatiye, dürüstlüğe ve saygıya da haliyle... Her şey kendini sevebilmesiyle başlıyor... Çünkü içinde olmayan şeyi başkasına veremez insan... Küçükken, büyüklerinin verdiği sevgiyle ayağa kalkıp yürüyor. Büyüdüğünde küçüklerinden aldığı sevgiyle ayakta durabilmeyi başarıyor. Basit anlamını karmaşık hale getirip, ego, hırs ile sanal zevkleri önceliyor ve asıl anlamından uzaklaşıyor. Sevgi almadığı zaman, vermiyor da... Oysaki anlam “sevgi” kadar basit ve doğal... Yüzeyselliğe alışkın bakışlar, derindeki gerçek insanı görmek için sevgiye ihtiyaç duyar. Unutuyoruz! Mutluluğun anahtarını ararken benliğimizi kaybediyoruz! Ve onu bulmak için savurduğumuz başka değerlerimizi de... Manevi ve ahlaki değerlerimize yeniden kavuşmak ve boşluğa düşmemek için en çok kendimize yaslanmalıyız. Sonsuz evrende zerre kadar yer tutmayan dünyada yaşayan bizlerin “Küçük dağları ben yarattım” kibrini bırakıp, içimizdeki sevgiyi harekete geçirerek “insan” olduğumuzu hatırlamak çok mu zor?
HATAY ‘TEPSİ KEBABI’
Ramazan başlamadan önce Hatay’ın meşhur künefesinin 'Antakya Künefesi' adıyla coğrafi işaret alması ve Avrupa Birliği tarafından tescillenmesi ile ilgili güzel bir haberi duyurmuştum. Bu haberi yapmak için Hürriyet Ankara’nın deneyimli muhabiri sevgili Haşim Kılıç’la birlikte gittiğimiz 'Hattena Hatay sofrası'nda künefenin yanı sıra birkaç şeyin tadına bakmış ancak aklım 'Belen tava ile tepsi kebabı'nda kalmıştı. Bu durumu bilen Hattena’nın sevgili şefi Yusuf, iftara da çağırdı. İftariyelik olarak masaya dizdiği nefis mezelerin tadını biliyordum ancak bir daha yemenin keyfine vardım. Asıl keyif ise 'Tepsi kebap' ve ardından 'Belen tava'nın gelişiyle katlandı. Çok zengin geleneksel mutfak kültürüne sahip Hatay’ın, bu kültürü sürdürebilmesi için bu yemeklerin sürekli pişmesi gerektiğinin farkında olmamız gerekiyor. Hatay kültür mutfağının Ankara’daki temsilcisi Balgat Süleyman Hacıabdullahoğlu Caddesi’ndeki 'Hattena Hatay Sofrası'na arada sırada uğramak da size düşüyor.
MARDİN KONAĞI
Mardin Eğitim Vakfı’nın (MAREV) Birlik Mahallesi’ndeki çok amaçlı binasının en üst katında yaklaşık 5-6 yıldır sadece Mardin yemekleri pişiren ve ismi de 'Mardin Konağı' olan bir restoran var. Cadde üstü ya da herhangi bir popüler AVM’nin içinde olmayan bu restoranın varlığından haberdar olmayabilirsiniz ancak Mardinlilerin yanı sıra, midesine düşkün ve hatta farklı kültürlerin mutfağını deneyimlemek isteyen Ankaralılar haberdar. Mardin Konağı’nın kadın şefi sevgili Sümeray’ın ellerinden içli köfte, etli dolma, kaburga dolama ve kibe mumbar yemek ayrıcalıklı bir durum. Geçenlerde iftara gittiğimde Sümeray’ın halen mutfakta olduğunu yediklerimin lezzetinden anlamak zor olmadı. İçli köfte, etli dolma, güveç, kaburga dolma ve lüle kebap vardı. Kültür mutfaklarının lezzetleri yazmakla olmuyor, tatmak gerekiyor. Ramazan bitmeden iftara, biterse de keyiflenmeye gidin.
01 ADANA
“Hiçbir şey beni huzursuz etmediği zaman, bunun kendisi bana huzursuzluk vermeye başlar.”
(Arthur Schopenhauer)
Şu son günlerde üzerimize yığılan tembellikle ataletin sebebine bahar yorgunluğu mu desek? Yoksa bahar mı yorgun acaba? Biz mi yorduk baharı, hayat mı yordu bizi? O da belli değil...
Belki de hayatla bahar el ele verip bizi bizden etti de farkında değiliz. Kapıldığımız yaşamın başımızı döndüren süratine mi aldandık? Hepimizde muamma bir durum varsa endişelenelim mi? Herkes yorgun belki de... Her şey... Günler, aylar, mevsimler... Sorumsuzlukla tükettiğimiz dünyamız, güneş, ay, yıldızlar da yoruldu. Yorduk belki de... Kim bilir! Perişan olmasak da yüzümüzden okunuyor, bakışlarımızdan anlaşılıyor. Gözler yorgun. Soluk soluğa kalıyoruz her adımda, nefesimiz de yorgun, bedenimiz de. Konuşmaya anlatmaya takatimiz yok. Anlayışımız, metanetimiz yorgun. Ürkütücü sahnelerde bile tepkimiz yok, zira korkularımız da yorgun artık. Hem yorgunluğumuz var, onunla beraber gelen bezginliğimiz, hem de kırgınlığımız ve gittikçe katlanan bıkkınlığımız. Kimi yaşam kimisi huzur yorgunu. Bazısı aşkına kırgın, üzgün, bazısı sevdiğine dargın. Kimi cebindeki delikten, kimi cebi olmayan kefenden muzdarip. Her mevsim geçişlerinde bir hareketlenme başlar içimizde, kaynağı belli olmayan... Belki doğa döngüsü ya da gönül kuruntusu ama var bir hareket. Ve hatta içimizden dışımıza yayılan bir fırtına var. Ola ki bahar yorgunluğu, mevsim değişiyor, ola ki değişim sancısı...
GUŞGANA KEBAP
Ankara’da hâlen o eski salaş ve geleneksel havayı kokladığımız birkaç yer kaldı. O yerlerin başında da Ümitköy Mahallesi’nin köy girişinde yaklaşık 30 yıldır var olan “Guşgana Kebap” gelir. “Guşgana”nın kelime anlamını merak ettiyseniz; Erzurum civarında tencereye, Beypazarı’nın geleneksel evlerinde çatıdaki küçük pencereye deniyor. Aylar önce gelip hem mekâna olan hayranlığımı hem de nefis çöp şişini yazmıştım. Bu gidişimde daha önce tatmadığım Adana’yı da tattım ve Ankara’da kebap yenebilecek yerlerin arasına yerleştirdim. Gazete yazılarımın sıkı takipçisi sevgili Füsun Ferda hanım da Guşgana’nın müdavimiymiş, onu gördüm ve çok memnun oldum.
PİZZAYI KISKANDIRACAK PİDE