Paylaş
Ressamlar çizimleri ya da fırçaları ile gerçek ya da gerçekdışı olay ve olguları anlatır, bir öyküyü betimler ya da yalnızca soyut görselimgeler yaratırlar. Art izlenimcilik akımının en tanınmış ressamlarından biri olan Henri de Toulouse-Lautrec (24 Kasım 1864 -9 Eylül 1906), kardeş çocukları olan anne ve babasının akraba evliği nedeniyle, ne olduğu saptanamayan genetik bir hastalıkla dünyaya geldi. Kırılgan kemikleri ve asimetrik vücut yapısı nedeniyle babası ondan uzaklaşırken, annesi resme yönelmesi için ona destek oldu. Geçirdiği kazalar sonucunda 1878’de sol bacağı, 1879’da da sağ bacağı kırıldıktan sonra iyileşemedi ve sakat kaldı. Fiziksel acılarla dolu bir gençlik dönemi geçirdi. Ancak, gerçekleştiremediği fiziksel etkinliklerinin yerine resmi koyarak, genç yaşında farklı tekniklerde binlerce eser üretti. Paris’in ünlü pavyonu Moulin Rouge'u anlatan 1891 tarihli afiş çalışması ile asıl ününe kavuşan Henri’ye engeli asla engel olamadı.
20. yüzyılın en önemli ressamlarından Henri Matisse (31 Aralık 1869 – 3 Kasım 1954), renkleri büyük bir ustalıkla kullanışıyla Picasso ve Kandinsky ile birlikte, modern sanatın en büyük sanatçılarından biri kabul edilir. Paris’te hukuk eğitimi alan Matisse, ertesi yıl Saint Quentin’de bir avukatın yanında asistanlık yapmaya başladı. Aynı zamanda, sabah erken saatlerde École Quentin de la Tour’da çizim kurslarına devam etti. Ancak 1890 yılında geçirdiği apandisit ameliyatının ardından büyük ölçüde yatakta geçen bir dönem yaşadı ve bu sırada resim uğraşı giderek bir tutku haline dönüştü. 1941’de geçirdiği kolostomi ameliyatının ardından tekerlekli sandalye kullanmaya başladı ve ömür boyu başkalarına bağımlı olarak yaşadı. Matisse hayatının son dönemlerinde kesilmiş renkli kâğıtlarla gerçekleştirdiği çalışmalara yoğunlaştı. Belki de, ilerleyen yaşı ve onu neredeyse yatağa bağlayan hastalıklar eserlerini bu farklı teknikte uygulamasına neden olmuştu; ama asla onu durduramamıştı.
18. yüzyılın en önde gelen ressamlarından biri olan Francisco de Goya (1746-1828) 1786 yılında Kral III.Charles’ın ressamı ünvanını aldı; ancak 1792 yılında geçirdiği bir rahatsızlık sonucunda sağır oldu. 1793 yılında, gençlik yıllarını geçirdiği Madrit’e, eski işine döndü ve aynı yıl San Fernando Akademisi için bir dizi panel çalışmaları gerçekleştirdi. Goya o yıllarda, Madrit’te bulunan soyluların hemen hemen hepsinin portresini yaptı. Son yıllarını hastalıklarla boğuşarak geçiren Goya, inzivaya çekildiği o günlerde bile, sanatından kopmadı; yaptığı resimlerle evinin duvarlarını süsledi.
Empresyonist Fransız ressam Auguste Renoir (1841-1919), on dört yaşında bir porselen ressamının çırağı oldu ve 1858'e kadar bu işle uğraştı. 1862'de girdiği stüdyoda Monet, Sisley ve Bazzile'den oluşan ve İzlenimciler olarak sanat tarihinde kendilerine önemli bir yer yapacak olan bir küme ressamla kalıcı dostluk kurdu. Sanatçı 1890’larda romatizmaya yakalandı. Romatizması ilerleyen yıllarda onu iyice zayıflattı ve 1903'den başlayarak yaşamını güney Fransa'nın sıcağında sürdürmesi gerekti. 1912'de romatizması o denli ilerlemişti ki artık koltuk değneksiz gezemiyordu. Buna karşın yaşamının son günlerine dek resim yapmayı sürdürmeye kararlıydı. Tarihe kattığı her bir parça güzelliğin kâr olduğunu düşünüyordu. Son zamanlarda parmaklarının arasına bir fırça bağlıyor, o şekilde resimleri üzerinde çalışıyordu. Bu dönemde ayrıca heykeltışarlığa da el attı ve kendi gücü yetmediğinden yanında bulundurduğu yardımcılarını yönetiyor, onların ellerini kendi elleri gibi kullanıyordu. Yani, Renoir da engeline yenilmeyenlerdendi.
Macar fotoğrafçı Wilhelm Kahlo ve Kızılderili asıllı Matilde Calderon Gonzales’in dört kızından üçüncüsü olarak dünyaya gelen Frida Kahlo (6 Temmuz 1907 - 13 Temmuz 1954), altı yaşındayken çocuk felci geçirdi. Bu hastalık sonucunda bir bacağı özürlü kaldı ve "Tahta Bacak Frida" olarak anılmaya başlandı. Bu özrüyle baş etmesini bilen Frida, gençkızlık çağında, dönemin en iyi eğitimini veren Ulusal Hazırlık Okulu’nda okudu. Bu okul, onu sanat, edebiyat, felsefe gibi alanlara yönlendirdi. Ancak 19 yaşında geçirdiği bir trafik kazası bütün hayatını değiştirdi. Okuldan eve dönerken bindiği otobüsün tramvayla çarpışması sonucu çok kişinin öldüğü kazada, trenin demir çubuklarından birisi Frida’nın sol kalçasından girip leğen kemiğinden çıkmıştı. Kazadan sonra tüm hayatı korseler, hastaneler ve doktorlar arasında geçecek; omurgası ve sağ bacağında dinmeyen bir acıyla yaşayacak, 32 kez ameliyat edilecek ve çocuk felci nedeniyle sakat olan sağ bacağı kangren yüzünden kesilecekti.
Kazadan bir ay sonra hastaneden çıkan Kahlo, ailesinin teşviki ile sıkıntı ve acıdan kaçmak için resim yapmaya başladı. Yaşamının büyük bir bölümünü yatakta başının üstünde duran, “gündüzlerinin ve gecelerinin celladı” olarak tanımladığı bir aynaya bakarak geçirdiği için sürekli oto-portreler yaptı. 1950’de omurgasındaki sorunlar nedeniyle hastaneye kaldırıldı ve 9 ay hastanede kaldı. 1953 yılı Nisan ayında Mexico City’de bir kişisel sergi açtı; doktoru, yatağından çıkmasını yasaklayınca, serginin açılışına karyolasında taşınarak götürüldü. Aynı yılın Temmuz ayında sağ bacağı kesildi. Frida Kahlo, 13 Temmuz 1954’te, akciğer embolisi teşhisiyle son nefesini verdiğinde; arkasında bıraktığı son tablosu; Yaşasın Yaşam isimli bir natürmorttu.
Yazı içinde gördüğünüz tüm resimler, adı geçen ressamların hastalıklı ya da engelli oldukları zamanlarına aittir. Geçen yazımda da söylediğim gibi; sanat ve gerçek sanatçılar engel tanımaz…
Engellerimizi hissettirmeyecek, engelsiz bir yaşam dileği ile...
Paylaş