Türkiye İstatistik Kurumu’nun 2019 yılı verilerine göre, ülkemizde 7 milyon 550 bin 727 kişi 65 yaşın üstünde. Benim de aralarında bulunduğum bu yaş grubundaki bireyler, toplam nüfus içinde %9 civarında pay alıyorlar.
Bilindiği gibi, Covid-19 hastalığında risk grubunda yer aldıkları için, 65 yaş ve üzerindeki bireylere pandemi sırasında bazı kısıtlamalar getirildi. İlgili bakanlıkların bu kısıtlamaları konu alan genelgelerini tarih sırasına göre gözden geçirecek olursak;
-22 Mart 2020 tarihle 5762 sayılı Genelge ile 65 yaş üzerindeki bireylere sokağa çıkma ve ikametten ayrılma kısıtlaması getirildiğini,
-20 Mayıs 2020 tarih 8206 sayılı Genelge ile 65 yaş ve üzeri bireylere, 21 Mayıs 2020 tarihinden itibaren, en az bir ay dönmemek kaydıyla tek yön olarak istedikleri yerleşim yerlerine gidiş izninin verildiğini,
-29 Mayıs 2020 tarih ve 8483 sayılı Genelge ile 65 yaş ve üzeri bireyler arasında işletme sahibi, esnaf, tüccar, sanayici, serbest meslek sahipleri ile çalışanlardan durumlarını (aktif sigortalı olduklarını gösteren SSK Hizmet Belgesi, vergi kaydı, hizmet yetki belgesi, oda ve birlik kimliğinden biriyle) belgeleyenlerin sokağa çıkma kısıtlamasından muaf tutulduklarının açıklandığını,
-10 Haziran 2020 tarih ve 9138 sayılı Genelge ile 22 Mart 2020’de yürürlüğe giren sokağa çıkma ve ikametten ayrılma kısıtlamasının esnetilerek 65 yaş ve üzerindeki bireylere her gün saat 10.00 ve 20,00 saatleri arasında sokağa çıkabilme izni verildiğini,
-24 Haziran 2020’de ise, turizm sezonunun açılması sebebi ile, 89780865-153-E.10134 sayılı Genelge ile 65 yaş ve üzeri bireylerin turizm amaçlı seyahatlerine izin verildiğini; ancak başvuru formunda otel tatili, yazlık/devre mülk, kiralık ev/villa ya da karavan tatili gerekçelerinden birinin seçilmesi, otel tatili için rezervasyon belgelerinin, yazlık/devre mülk için tapu örneklerinin, kiralık ev/villa için kira sözleşmelerinin, karavan tatili için karavan sahiplik belgelerinin ya da kira sözleşmelerinin başvuru sırasında sisteme yüklenmesinin zorunlu tutulduğunu görüyoruz.
Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşım karnının sağ üst tarafındaki şiddetli ağrı nedeniyle bir gastroenteroloji uzmanına başvurdu. Yapılan çeşitli tetkiklerin ardından arkadaşımın karaciğerinde yağlanma olduğu tespit edildi. Ben de merak edip konuyu biraz araştırdım.
Karaciğer vücudumuzun ikinci en büyük organı. Bu önemli organ, yediğimiz ve içtiğimiz her şeyin işlenmesi ve zararlı maddelerin kanda filtrelenmesini de içeren çok önemli işlemlerden sorumlu.
Normal şartlarda karaciğerde az miktarda yağ bulunuyor. Karaciğerde gereğinden fazla yağ birikmesi Hepatik Steatoz’a, yani karaciğer yağlanmasına neden oluyor. Karaciğer yağlanması nedenine göre iki genel türe ayrılıyor.:
-Çok fazla alkol tüketen kişilerde gelişen alkole bağlı karaciğer yağlanması (Alcoholic Fatty Liver Disease-AFLD)
-Alkol kullanmayan ya da çok az kullanan bireylerde gelişen karaciğer yağlanması (Nonalcoholic Fatty Liver Disease-NAFLD)
1989 yılında kurulan Türkiye Spastik Çocuklar Vakfı’nın (TSÇV) geçmişi 1972 yılına dayanıyor. Vakfın temelleri Kadıköy’de mütevazi bir binada, Prof. Dr. Hıfzı Özcan öncülüğünde, Türk Spastik Çocuklar Derneği’nin kurulmasıyla atılmış bulunuyor.
Cerebral Palsy (CP)’li bireylere doğumlarından itibaren yaşlılık döneminin sonuna kadar hizmet veren, kendini bilimsel olarak sürekli geliştiren ve finansal olarak sürdürülebilir bir yapıya sahip olan uluslararası düzeyde bir referans grubu olma amacı ile kurulan bu Dernek, o tarihe kadar ülkemizde genellikle bilimsel çalışmaların uzağında kalan CP hastalığının daha dikkat çekici bir hale gelmesini sağlamış durumda.
Cerebral Palsy çocuklukta en sık rastlanan fiziksel engellilik durumu. Gelişimini tamamlamamış beynin doğum öncesi, doğum sırası veya doğum sonrası dönemde hasar görmesi nedeniyle oluşuyor. İlerleyici bir hastalık olmayan Cerebral Palsy’de, travmaya uğramış beyne erken müdahale edilmesi ve hayat boyu rehabilitasyon uygulamasıyla önemli gelişmeler sağlanabiliyor.
Türkiye Spastik Çocuklar Vakfı Cerebral Palsy’li çocuk ve erişkinlere teşhis, tedavi, rehabilitasyon ve eğitim hizmetleri sağlıyor; onların meslek sahibi olmalarını ve kendi ihtiyaçlarını karşılayabilmelerini, sosyal hayatta daha fazla yer edinebilen bireyler olmalarını hedefleyerek çalışıyor.
Geçtiğimiz günlerde Türkiye Spastik Çocuklar Vakfı’ndan “Çocuklarımızdan Umut Dolu Haberler Var!” başlıklı bir mesaj aldım. Mesajda hepimizin belki de ilk kez tecrübe ettiği pandemi sürecinde CP’li çocuklar ve ailelerinin zorlu bir mücadele yaşadığına değinen Vakıf yetkilileri, çocukların sağlığı için, kampüslerindeki hizmetlerini pandeminin ilk gününden itibaren geçici olarak durduklarını bildiriyorlardı.
Söz konusu dönemde, her ne kadar Vakfın kampüs hizmetleri durdurulmuşsa da;
Bildiğiniz gibi Covid-19 salgını ile mücadele kapsamında 28 Mart 2020 tarihinden başlayarak, İstanbul’da Marmaray ve Ankara’da Başkentray hariç, tüm Yüksek Hızlı Tren (YHT), ana hat ve bölgesel tren seferleri iptal edilmişti. Ülkemiz 30 Mayıs’ta normalleşme sürecine girerken, söz konusu seferler de aynı tarihte yayınlanan bir genelge ile yeniden başlatılmıştı.Ancak Gül Ceren Pekoğlu adlı okurumdan aldığım mektupta, engelli bireylerin Yüksek Hızlı Trenle seyahatinin engellendiği ifade ediliyor.
Ceren Hanım mektubunda cam kemik hastalığı nedeniyle bedensel engeli bulunduğunu ve akülü tekerlekli sandalye kullandığını söylüyor. Devlet memuru olan okurum, “Her zaman hayatın içinde oldum ve bağımsız yaşama konusunda önüme çıkan güçlükleri aşmak için herkes gibi mücadele ediyorum.” diyor.
Halen Ankara’da yaşayan Pekoğlu kısa bir süre öncesine kadar Eskişehir’de çalışıyor ve orada yaşıyormuş. Bu sebeple rutin kontrolleri için hâlâ Eskişehir’deki doktorlarını ziyaret etmesi gerekiyormuş. “Pandemi sürecinde birçok engelli gibi ben de zorunlu sağlık kontrollerimi yaptıramadım. Total protez kullandığım için zorlu bir süreç yaşadım. Pandemi nedeniyle getirilen seyahat kısıtlaması normalleşme ile birlikte kaldırılınca, Eskişehir’e diş kontrolüne gitmek istedim. Ancak TCDD’nin engellilerin ücretsiz ulaşım hakkının kısıtladığını öğrendim. Bunun üzerine 9 Temmuz 2020 tarihinde TCDD Müşteri Hizmetleri’ni arayarak hem kısıtlama hakkında bilgi istedim hem de bilet fiyatlarını sordum. Ancak görevli kişi, bana bilet satamayacaklarını; bu kararın engellileri Covid-19’a karşı korumak amacıyla alındığını söyledi.”
Ceren Hanım otobüste, uçakta, metro ve Ankara trenlerinde kısıtlama olmaksızın seyahat edebilirken neden yalnızca YHT ile seyahatine izin verilmediğini anlayamamış. Okurum bu davranışın seyahat hakkını engellediğini düşünüyor .
Gül Ceren Pekoğlu akülü tekerlekli sandalye kullanan biri olarak YHT’nde yanında refakatçi olmadan bağımsız bir biçimde seyahat edebilirken, başkalarına muhtaç bir biçimde uçak ya da otobüs seyahati yapmak istemediğini söylüyor. Ayrıca, YHT’nde ücretsiz seyahat hakkı verilmişken ve bu hakkın kaldırıldığına dair herhangi bir bildirim yapılmamış olmasına karşın neden kendisinin seyahat hakkının kısıtlandığını merak ediyor.
Ceren Hanım, TCDD’nin seyahat özgürlüğü kısıtlamasını eşitlik ilkesine aykırı bir uygulama olarak gördüğünü söylüyor. Engellilerin sağlıklı ve güvenli bir şekilde seyahat edebilmeleri için gerekli önlemlerin alınması gerekirken onlara yasaklar konulmasının kabul edilebilir bir uygulama olmadığını düşünüyor. Ve Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı ile Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na, hem kendi hem de diğer engelliler adına, bu yasağın kaldırılması için çağrıda bulunuyor.
Gül Ceren Pekoğlu, mektubunu “Bu konuda bizim sesimizi duyurmanız hem benim hem de YHT’ni kullanacak diğer engelliler ve aileleri için çok önemli.” diyerek bitirmiş.
Kendi işlerimizi kimseden yardım almadan yapabilmek, mümkünse tek başına özgürce dolaşabilmek biz engelliler için çok büyük önem taşıyor. Ne yazık ki, bu gibi özgürlükler benim için hiçbir şekilde mümkün değil artık. Her yere bir refakatçi eşliğinde gitme zorunluluğu kolay kolay kabul edilemiyor. Bu yüzden, hâlâ yalnız seyahat edebilir durumda olanların elinden almamalıyız bu haklarını.
İçinde bulunduğumuz pandemi süreci sanırım hepimizin hayatını farklı yönlerden etkiledi. Marmara Üniversitesi Sağlık Kültür Spor Daire Başkanlığı Mediko Sosyal Merkezi’nden Uzman Klinik Psikolog Elif Yazar, bu süreçteki belirsizliğin insanoğlunun ‘varlığını devam ettirme’ kaygısını ortaya çıkardığını kaydediyor.
Birçok insanın bugüne kadar arka plana attığı, gündelik hayat içinde unuttuğu en temel içgüdüsü ile yüz yüze gelmiş olduğunu söyleyen Yazar, “Ayrıca, bu dönemde hayatta kalma içgüdüsüyle insanoğlu gücünün sınırlarını da keşfetmeye başladı.” diyor.
Bu kriz dönemi sona erdiğinde insanoğlunun bu stresin kendini ne kadar zenginleştirdiğinin farkına varacağını ifade eden Elif Yazar; insanların kriz dönemlerinde ne kadar güçlü olduklarını, duygu ve davranışlarını nasıl kontrol altında tutabildiklerini gördükçe daha da güçleneceklerini söylüyor.
Ben bu tecrübeyi uzun yıllar önce, kas hastalığımla yüzleştiğim ilk zamanlarda yaşadım. Önceleri bu acıyı kaldıramayacağımı sandım. Ardından, yavaş yavaş hayatımdaki güzelliklere odaklanmayı ve pek çok kimsenin farkına bile varmadığı ince detayları görebilmeyi öğrendim.
Elif Yazar umut ve korkunun aynı anda gelişmediğini söylüyor. “İkisi aynı anda yürümediği için birini seçmek durumundayız.” diyor. Bir bakıma doğru bu söyledikleri. Ancak ben, insanın korkarken de umut edebileceğini ve zaman içinde umudun korkuyu yenebileceğini düşünüyorum.
Elif Yazar pandeminin yarattığı korku ile ilgili olarak, “Böyle durumlarda kendimize söyleyeceğimiz en güzel cümle ‘bu durum geçici, kalıcı olmayacak, insanoğlu yüzyıllardır benzer mücadeleleri deneyimlemiş durumda, bu da geçecek’ olmalı. Ne kadar umutlu ne kadar gerçekçi ve akılcı iyimserlik içinde olursak, bunu başarma süremiz o kadar kısalacak.” diyor.
Geçici bir durum karşısında Elif Yazar’ın önerdiği cümleyi sloganımız olarak kabul etmek gerçekten de işe yarayacaktır. Ancak, ya durum geçici değilse?
Bu kez işimiz daha zor olacak. Zira durumu kabullenmemiz gerekecek. Tıpkı benim merdivenleri koşar adım çıkarken bir gün tekerlekli sandalyeye oturacağımı kabullenmiş olduğum gibi…
“Bu salgın, sanki dokunmadığı bir nokta kalmasından korkarcasına, dünyanın her köşesine yayıldı.”
Bu ifade bizlerden 1500 yıl önce bu topraklarda yaşamış ve 541 yılındaki veba salgınına o dönemin İstanbulu’nda şahit olmuş olan ünlü Bizanslı tarihçi Prokopios’a ait. Bu sözler bugün yaşadıklarımızı da o kadar iyi özetliyor ki, sanırım herhangimiz de içinde bulunduğumuz durumla ilgili olarak aynı şeyleri söylebiliriz.
Dünyamız bugüne kadar pek çok salgından mustarip olmuş kuşkusuz. Bu aralar geçmiş salgınlarla ilgili pek çok yazı yazılıyor, araştırma yayınlanıyor. Barcelona Üniversitesi'nden Sales Carbonell, 541-549 yılları arasında Mısır’dan başlayarak Akdeniz havzasına, oradan da Kuzey Avrupa’ya kadar yayılan veba salgınını incelemiş. Carbonell, Prokopios’un eserinden salgınla ilgili kısımları bugünkü salgın deneyimimizle karşılaştırmış. Bu çalışmayla ilgili bir haber okuduktan sonra, Prokopios’un Gizli Tarih eserinin sayfalarını karıştırdım biraz.
Prokopios’un bizzat şahit olduğu salgın İstanbul’da, bahar ortasında, başlamış. Hastalığa yakalananlar çoğunlukla hasta olduklarını anlamıyorlar ve hastalığın yayılmasına neden oluyorlarmış. Tıpkı Covid-19’a yakalanan pek çok kişinin de hasta olduğunu fark etmeden etrafındakilere bulaştırdığı gibi… Prokopios, eserinde, hekimlerin birçoğunun hastalarını tedavi ederken hastalığı kaptığını ve hayatlını kaybettiğini de belirtiyor. Ben de yaşadığımız süreçte kaybettiğimiz doktorlarımızı ve diğer tıp çalışanlarımızı düşünmeden edemiyorum; tıp her daim kutsal bir meslek…
Prokopios; günde binlerce insanın ölümüne neden olan salgın yüzünden cenaze törenlerinin yapılamadığını, insanların aylarca evlerinden çıkmadıklarını, sokaklarda kimsenin görünmediğini, işlerin ve ticaretin durma noktasına geldiğini, mal bulunmadığını, hatta yiyecek içecek sıkıntısının bile baş gösterdiğini anlatıyor.
Salgının ayrım gözetmediğini; dünyanın tek bir yerini ya da belli bir insan grubunu değil herkesi etkilediğini ve yaşı ve durumu ne olursa olsun her insana bulaşabildiğini; mevsim seçmediğini vurgulayan Prokopios, salgının getirdiği bir faydadan da söz ediyor ve: “O dönemde araba yarışlarında birbirlerine diş bileyen hizipler birbirlerine duydukları nefreti bir kenara bıraktılar ve kendi hiziplerinden olmayanların tabutlarını birlikte taşıdılar, cesetlerini birlikte gömdüler.” diyor.
Anlaşılan o ki, yaklaşık 1500 yıllık bir aradan sonra benzer bir salgınla karşı karşıya kalmış bulunuyoruz. Demek, boşuna söylememişler tarihin tekerrürden ibaret olduğunu…
Engellerimizi hissettirmeyecek engelsiz bir yaşam dileği ile…
Hayatın anlamı nedir diye sorarsanız bana, “sevgi” derim sizlere. Sevgi derken, sadece karşı cinse duyulan hislerden söz etmiyorum. Benim anlatmak istediğim; tüm çevremizi içine alan, hiçbir koşul tanımayan, paylaştıkça çoğalan ve bizleri mutlulukla saran bir duygu…
Önce annemizi ardından babamızı ve kardeşlerimizi, okula başladığımızda öğretmenimizi ve arkadaşlarımızı sevmeyi öğreniyoruz. Bu sevgi sayesinde her sabah okula hevesle gidiyoruz. Öğretmenlerini ve arkadaşlarını sevmeyen çocuklar ise okula gitmeyi bir görev sayıp, hiç istemeden koyuluyorlar okul yoluna…
Peki ya sevmeyi nasıl öğreniyor insanlar? Tabii ki buradaki en büyük iş anne ve babaya düşüyor. Eğer onlar birbirlerini, akrabalarını ve arkadaşlarını seviyorlarsa çocuklar da onları örnek alıyor ve birbirlerine sevgiyle yaklaşıyorlar. Çocuklara sevgiyi öğretmenin bir diğer yolu ise onlara evcil bir hayvanın sorumluluğunu vermek. Zira hayvanlar sahiplerine karşı hiçbir koşul tanımayan sınırsız bir sevgi besliyorlar. Bu o kadar büyük bir mutluluk ki tarif etmekte zorlanıyorum.
Ben tüm fertlerinin birbirini çok sevdiği ve daima kendinden önce karşısındakini düşündüğü bir ailede büyüdüm. Ayrı şehirlerde yaşayan amcam ve babam birbirlerini çok severlerdi. Sanırım ilk önce onlar öğretti bana sevmenin anlamını.
Doğduğum andan itibaren bir kedi vardı hayatımda. İlk fotoğraflarda annemin kucağını onunla paylaşırken görülürüm hep. Bembeyaz bir kediydi, adı da Pamuk’tu. Sonra Pamuk’u kaybettik ve başka kediler girdi hayatıma. On altı yılımızı birlikte geçirdiğimiz güzel kızım Chianti’yi kaybettikten sonra başka kedi alamayacağımı zannettim. Ama iki yıl kadar önce “Oğluş” adını verdiğim bir oğlum oldu. Sokaktan aldığım bu dünya güzeli kedi hayatımın en büyük mutluluğu.
Dün her zamanki gibi internet üzerinden gazetem Hürriyet’i okurken, Hindistan’ın bir köyünde kolları ve bacakları olmayan bir kız bebek doğduğuna dair bir habere rastladım. Bebeğin, “Tetra-Amelia Sendromu” olarak da bilinen, “otozomal resesif konjenital bozukluk” ile doğması sonucunda kollarının ve bacaklarının olmadığı belirtiliyor; bu bozukluğun dışında bebeğin son derece sağlıklı olduğu söyleniyordu.
Çok nadir görülen Tetra-Amelia Sendromu, bebeğin kol ve bacak olmadan doğmasına neden olan; iskelet, yüz, baş, kalp, akciğerler, sinir sistemi veya genital bölgede diğer malformasyonlara da yol açabilen genetik bir hastalık. Sendromun tüm vakaları için belirlenmiş tek bir neden henüz yok; ancak hastalığın WNT3 genindeki bir mutasyon yoluyla oluştuğuna dair birçok vakaya rastlanmış bulunuyor. WNT3 geni hamilelikte uzuvların ve diğer vücut sistemlerinin gelişimi için önemli bir proteinin üretilmesinden sorumlu. Eğer bu gende bir değişiklik meydana gelirse protein üretilmiyor ve bu durum kol ve bacakların yokluğuna, aynı zamanda, gelişme eksikliği ile ilgili diğer malformasyonlara neden oluyor.
Okuduğum haber bana, varlığından üç beş yıl kadar önce haberdar olduğum, Tetra-Amelia Sendromlu Motivasyon Uzmanı Nick Vujicic’i anımsattı.
Vujicic, 1982 yılında Yugoslav göçmeni olan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Otobiyografisine göre anne ve babası onu kabul etmek istemediler. Ama sonunda bebeklerinin durumunu kabullendiler ve bunu Tanrı’nın oğulları için yaptığı bir plan olarak görmeyi başardılar.
Nick Vujicic’in malformasyona uğramış ayaklarının parmakları birbirine yapışıktı. Bu yüzden, ayaklarını el gibi kullanabilmek amacıyla bir operasyon geçirdi. Ameliyatın ardından elektrikli tekerlekli sandalye kullanabilmeye başladı. Ancak sekiz yaşındayken okulda kendisiyle alay edildiği için intihara teşebbüs etti. On yaşında da kendini suya atıp boğulmak istedi, fakat ailesini çok sevdiği için bunu gerçekleştiremedi. Kısa sürede günlük işlerini tek başına yapmayı öğrendi, vücudunda bulunan iki ayak parmağıyla kalem tutup yazı yazmaya başladı. Bilgisayar ve mobil telefon kullanmayı, davul çalmayı, saçını taramayı ve tıraş olmayı öğrendi. Yedinci sınıftayken okul birliğine üye oldu.
Nick on yedi yaşındayken annesi ona bir makale okuttu. Söz konusu makale engelleri olan fakat buna rağmen hiç pes etmeyen bir adam hakkındaydı. Bu yazıyı okuduktan sonra hayata bakış açısı değişen ve engellerini benimseyen delikanlı, kilisede umut verici konuşmalar yapmaya başladı.
Buluğ çağında ve ilk gençlik yıllarında yaşıtları tarafından aşağılanan Nick, her şeye rağmen, kendini kanıtlayabilmeyi başardı. 21 yaşında Griffith Üniversitesi’nden çift ana dal yaparak (İşletme ile Muhasebe ve Finansal Planlama) mezun oldu. 2005 yılında uluslararası kâr gütmeyen bir organizasyon olan “Life Without Limbs” (Uzuvsuz Hayat) Derneği’ ni kurdu. 2007’de ise “Attitude is Altitude” (Tavrınla Yüksel) adlı, motive edici konuşmalar yapma amaçlı, bir şirket kurdu. 2010 yılında “The Butterfly Circus” (Kelebek Sirki) adlı kısa bir filmde oynayan Nick, Method Fest Bağımsız Film Festivali'nde kısa film dalında en iyi aktör unvanı ile onurlandırıldı. 2011 yılında “Attitude is Altitude” Şirketi tarafından Nick’in seslendirdiği bir single ve müzik videosu yayınlandı.
Nick’in ilk kitabı, Life Without Limits: Inspiration for Ridiculously Good Life (Sınırsız Yaşam: Delicesine Güzel Bir Hayat İçin İlham) 2010 yılında basıldı ve 30’dan fazla dile çevrildi.