Arkadaşlarıma bir sürpriz yapayım dedim. Lâkin “Bekledikleri partiden değil de başka partiden aday adayı olsam, acaba nasıl karşılarlar?” diye düşündüm. Yeğenimden benim için bir aday adayı tanıtım afişi hazırlamasını rica ettim. Ve HDP aday adayı olduğumu ilan ederek ilgili afişi facebook hesabımdan paylaştım. Bir gün sonunda da durumu izah ederek afişi kaldırdım hesabımdan.
Sonuç olarak, beklediğimin çok daha üstünde olumsuz tepki ve eleştiri aldım. Ne telefonum sustu, ne de mesajların ardı arkası kesildi. Tabii bana ulaşamayanlar kardeşim Hanife’yi arayınca, bir fırça da ondan yedim.
Elbette coşkulu bir tebrik beklemiyordum. Olayı anlamlandırmaya çalışan arkadaşların sorgulaması beklediğim bir şeydi. Lâkin olayın, “meclise gitme” olarak değil de “dağa çıkma” olarak algılanmasını çözemedim.
Haddi aşan, hakarete varan tepkiler konusunda dertleştiğim bir arkadaşım “Ama sen de sınırlarını zorlamışsın arkadaşlarının.” dedi. Düşündüm de, şimdiye kadar sosyal medyada herhangi birine karşı hakarette bulunmadığıma göre, kimse benim sınırlarımı zorlamamış demek ki!
Daha önce Kadem’in toplantısına katılmış ve izlemiştim Tayyip Bey’i. İki farklı programda farksız olan tek söylem dikkatimi çekti.
“Ben daima sizin yanınızdayım" diyerek verdiği açık destek.
Tayyip Bey, kadın hakları sorununu Kadem aracılığıyla Sümeyye Erdoğan’a, eğitim sorununu TÜRGEV aracılığıyla Bilal Erdoğan’a teslim etmiş gibi görünüyor.
Bir Cumhurbaşkanının çocuklarının vakıf, dernek gibi sivil toplum faaliyetlerinde olması güzel ve örnek bir davranıştır. Burada sorun yok lâkin Cumhurbaşkanının, çocuklarının kurucu üye olduğu dernek ve vakıfları bu kadar ön plana çıkarmasını doğru bulmuyorum.
Aramıza program başladıktan iki ay sonra katılmıştı.
Genellikle yeni katılanlar canlı yayın heyecanından dolayı geldikleri ilk hafta pek konuşmak istemezlerdi. Ama bu adam ısrarla mikrofon istiyordu. Mikrofonu aldı ve birkaç dakikalık bir konuşma yaptı. O an “Halk Meclisi’ne renkli ve zeki bir arkadaş geldi.” diye geçirdim içimden. Program bitiminde kendisini tebrik ettim. “Hayatımda hiç bu kadar kötü konuştuğumu hatırlamıyorum. Çok kötüydüm, sanırım heyecan yaptım.” diyerek cevapladı. Ama heyecanını Halk Meclisi bitene kadar devam ettirdi.
Babası Türk, annesi Kürt bir melez vatandaş profiliyle ‘Türklük tanımı’ ve ‘barış dili’ çerçevesinde iki tarafı da kucaklayıcı yeni bir dile imza attı.
Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi'nde 28 Şubat sürecinde hükümeti devirmeye teşebbüs etikleri gerekçesiyle 103 kişi hakkında açılan davanın 75. Duruşmasında dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan ifade verdi.
“28 Şubat sürecinin en çok mağduriyetini çekmiş olanlardan birisiyim. 28 Şubat tutuklamaları başlarken ben de şikâyet dilekçesini taktim ettim. Bizim açımızdan üzüntünden başka bir şey değildi. Biz vatanımızı, milletimizi seviyorduk. İçimizde en fazla çalışan Erbakan Hoca’ydı. 2 yıl sonunda hükümetin devam edecek durumu yoktu. Medyada çıkan haberler vardı. Refah-Yol'u zora sokan sadece askeri yetkililer değildi. Medya da vardı. Bir yandan iş yapmaya çalışıyorsunuz, bir yandan askeriye dozunu artırarak, bir yandan da medya böyle gün geçirdi. Biz de “İstifa edelim.” dedik. Hayırlı olanı yaptık. Bir taraftan asker, bir taraftan Adliye Başsavcısı, bir taraftan Yargıtay Başsavcısı bizi istifaya götürdü.”
Kendisine iki defa sorulmasına rağmen “Gelinen noktada her insanda vicdan var, ben de insanım, şikâyetçi değilim.” dedi.
Sanıklar Kazan’a teşekkür ettiler ama duruşmada şikâyetçi olmayan Kazan, akşam saatlerinde mahkemeye bir dilekçe vererek, sanıklardan şikâyetçi olduğunu bildirdi.
Gencecik bir genç kızın vahşice öldürülmesine duyduğumuz öfkeyi, şahsi öfkelerimizin önüne koyduk, olayı siyasileştirdik, ucuz kahramanlıklar yaptık.
Soma’da yaşanan ölümlerin bizleri acıda birleştirmediğini gördüğümde duyduğum hüznün kat be katını hissettim Özgecan’da…
Her acının bizleri biraz daha ayrıştırdığı insanlar olduk. Birbirimizi suçlasak da hepimizin bu ayrıştırmada sorumluluğu olduğu çok açık bir gerçek…
Şu üç tweet genel anlamıyla bize bir “Türkiye Tablosu” veriyor:
Ali Tezel’in; “Tecavüz eden sünni, tecavüz edilen alevi olunca Akitler sessiz kaldı, reisleri ve şürekâsında cenazeye bile gelmedi.”
İkisinin de katilleri 20’li yaşlarda. 20 yaşındaki bir genç bu kadar öfkeyi, caniliği nasıl biriktirir içinde? Bir baba, oğlunun öldürdüğü bir genç kızın cesedini yok etmesi için nasıl yardım eder? Bilemiyorum. Büyük bir ihtimalle psikoloji okuyan Özgecan’da bilemezdi, anlayamazdı bu caniliği…
Bir kadın yazar, üst üste gelen cinayetlere ek olarak bir genç kızın hunharca öldürülmesine duyulan öfkeyi “hükümete isyan olarak algılayıp” “Müslüman ülke, tecavüz… fırsatçılığına soyunmayın, Amerika’da her iki dakikada bir kadın tecavüze uğruyor. Şimdi çenenizi kapatın.” diyerek neden anlamsızlaştırmaya çalışır ki?
Geçen gün Cumhurbaşkanımız, öldürülen üç Müslüman gençle ilgili olarak Obama’ya seslenerek: “Ülkendeki cinayetlerden sorumlusun.” dedi.
Türkiye’de yaşanan cinayetlerin sorumluluğunu Obama’ya mı yükleyeceğiz?
Biliyorsunuz Beyaz efendi çocuktur. Hem yakışıklı, hem zeki, hem başarılı, hem de saygılıdır. O kadar saygılıdır ki, programına telefonla bağlanan izleyicisi ile konuşurken dahi ceketinin düğmelerini ilikler. “Daha ne olsun.”
Ayrıca Türkiye’nin her kesiminden 7’den 70’e herkesin takdirini kazanabilmek çok kolay değildir. “Bu kadar gaf yapıyorum ama yine de beni izliyorsunuz.” diyor. Doğrudur kendisi bir ‘gafmen’dir. Ama o kadar kusur kadı kızında da olur…
Ailemizin bu çalışkan, efendi çocuğunun bizleri bir nebze tebessüm ettirebilmek adına her sezon gösterdiği gayreti de görmezden gelmek mümkün değildir.
…..
Klip atışmasında halkımızın erkekleri kendisine fazla yüklenince “Bak şimdi… Bu, Beyaz’a yapılır mı?” diye bir hayli üzüldük.
Diyor ki El Sadun, “Batılı kadınlar tecavüze uğramayı önemsemedikleri için otomobil kullanıyor, oralarda tecavüz kadının moralini bozmanın ötesinde bir önem arz etmiyor. Ancak bizim için bu konu sosyal ve dini problemler yaratıyor.”
Kadınların araba kullanmamasını cazip hale getirmek için verdiği örnek ve müthiş (!) önerisi dikkatimi çekti. Şöyle devam ediyor El Sadun; “Suudi Arabistan’da eş, akraba ve şoförleri kadınları her yere götürüyor ve onlara ‘Kraliçeler’ gibi muamele ediyorlar.”
Sunucunun, “Kadınların yol kenarında tecavüze uğramasından endişeleniyorsunuz ancak, onların şoförlerinin tecavüzüne uğrayabileceğini düşünmüyor musunuz?” sorusu üzerine El Sadun “Elbette bundan endişeleniyorum. Hükümet yetkilileri ve İmamlar bunu duymaktan hoşlanmıyor ancak bunun da bir çaresi var. Karılarımıza hizmet etmeleri için yurtdışından yabancı kadın şoförler getirtebiliriz.”
Aslında El Sadun “Kadınlar kraliçe gibi muamele görüyor.” derken şunu ifade etmek istiyor: Kadınlara uygulanan bu ve bunun gibi birçok saçma sapan yasakla biz kendimizi “Kral” gibi hissediyoruz. Dolayısıyla biz Kral olunca onlar da “Kraliçe (!)” oluyor.