Paylaş
Bugün 27 Mart, Dünya Tiyatrolar Günü.
Karşımda tiyatronun saygın isimlerinden biri duruyor.
88 yaşında olmasına rağmen, hâlâ sahnede olan ve genç tiyatrocular yetiştirmek için çırpınan, millete müzik öğreteceğim diye kendini parçalayan muhteşem tatlı biri var: Haldun Dormen.
Fotoğraflar: Cem Talu
O, benim için atom karınca. Enerjisi fena biri sayılmam ama benim bile nefesim kesiliyor! 90’a iki kala adam evde durmuyor. Allah sizi inandırsın her an bir yerlerde, bütün Türkiye’yi dolaşıyor, yetmiyor Almanya’ya gidiyor, oradaki gençlere tiyatro öğretiyor, yeni oyunlar sahneliyor, kendi de oynuyor, öğretmenlik yapıyor, bir de kitap yazdı, önümüzdeki ay çıkıyor... Bu değerli insanın kayınpederim olması da benim için ayrıca gurur verici...
Bilmediğiniz özelliklerinden biri sakarlığı, nerede ne yerse masadaki her şeyi üzerine dökmeyi başarıyor, temsili fotoğrafı aşağıda...
Bir başka özelliği de muzipliği, çay mı içiyorsunuz, çayı karıştırdığı ısınmış kaşığı teninize basıveriyor ya da yolda yürürken çelme takıyor...
Teknolojiyle arasıysa komik. Televizyonun kumandasını cep telefonu zannedecek kadar!
Karşınızda aceleci, eğlenceli, tezcanlı ve tutkulu Haldun Dormen...
Bugün Dünya Tiyatrolar Günü. Tiyatro bize neden lazım? Ne sağlar insana? Nasıl geliştirir?
- Tiyatro kendimizi görme imkânı verir. Bizim tiyatroda yapmak istediğimiz şey, insanlara kendilerini tanıtmak, göstermek. Yani tiyatro ille de bir ders vermek istemez. Farkında olmadan verirse insanlara bir şeyler öğretirse, ne âlâ...
Hayatı boyunca hiç tiyatroya gitmemiş insana ne denir?
- ‘Zavallı’ denir. Fakat hiçbir şey için de geç değil hayatta. Hemen gitmesi onun için iyi olur.
Sizin tavsiyeniz nedir? Kültürlü bir insan ne kadar sıklıkta gitmeli?
- En azından ayda bir. Tamam İstanbul’da biraz zorlaştı, eskiden Beyoğlu’ndaydı tiyatrolar. Birinde yer bulamazsan, diğerine gidiyordun. Şimdi öyle bir imkân kalmadı. Çok zor yer bulunuyor veya hiç bulunmuyor ya da nerede oynandığı bilinmiyor. Yine de bu röportaj vesile olsun. Kapın çocuklarınızı, ayda bir kere maaile tiyatroya gidin. Bunu iş edinin. Çünkü onların ufkunu açacaksınız, onlara çok başka vizyonlar kazandıracaksınız. Ailelerimiz bizi tiyatroya götürdüğü için tiyatrocu oldum ben...
Tiyatro ölmez, değil mi? “Tiyatro bitti!” diyenlere cevabınız nedir?
- 3 bin yıllık şey nasıl ölür canım! Bir de şu anda her yerde tiyatro fışkırmakta. Pek çok genç tiyatro kuruluyor. Bu da bana gelecek için çok ümit veriyor. Her şey sadece kötü gitmiyor yani, iyi şeyler de oluyor. Şu an sadece İstanbul’da oyun oynayan 200’ün üzerinde tiyatro var. Ama bak bir şikâyetim var...
Nedir o?
- Tiyatro var ama yazan yok! Gazetelerin kültür-sanat sayfaları azaldı. Hürriyet’te bile azaldı. Bu çok üzücü. Bu sayfaların fazlalaştırılması lazım. Sen de daha fazla yaz. Git o oyunları izle, ayda birkaç kere tiyatro yaz. Bu konuda öncü ol. Alya’yı da götür. Ben 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Alman başbakanın söylediği lafı hatırlatmak istiyorum. Savaştan sonra bitik yıkık, perişan Almanya’da söylediği ilk şey, “Hastanelerden önce tiyatrolarımızı açmamız gerekiyor!” Tespite bakar mısınız?
Sizin için “Muhteşem bir yönetmen ama vasat bir oyuncu” diyenler var. Kızıyor musunuz?
- Niye kızayım? Herkesin kendi fikri. Hiç alınmam öyle şeylere. Hep söylüyorum, benim ilk görevim yönetmenlik, en sevdiğim şey de yönetmek, sonra hocalık, yani öğretmek, sonra aktörlük, yani oynamak... Aktörlük yapmadan yaşayabilirim ama yönetmenlik yapmadan asla! Bir 6-7 yıl elimde olmayan nedenlerden dolayı uzak kaldım. Ama rüyamda bile oyun sahneye koyuyordum.
Elinizde olmayan nedenler ne? Tiyatronuzun batması mı?
- Evet. Birinci tiyatro battı, ta ki Egemen Bostancı gelinceye kadar hiç oyun sahneleyemedik.
Kaç tiyatro battı sizde?
- İki. Ama unutma, ben iki batıktan bir efsane çıkardım!
88’siniz ve hâlâ sahnedesiniz! Yorulmuyor musunuz? “Artık oyunculuk yapmasam” demiyor musunuz?
- Hayır hiç! Allah’a şükür enerjim yerinde. Koltukta bütün gün oturup, “Bugün ne yapacağım?” diye mi düşüneceğim? Sürekli yollardayım, neredeyse her gün başka bir şehirdeyim, oyunlar, öğrenciler, provalar, turneler, yeri projeler, dolu dolu hayatım... İşim gücüm hiç bitmiyor, 24 saat yetmiyor... Ben de bayılıyorum bu hıza. Hep öyle yaşadım, hâlâ öyle yaşıyorum ve farkında olmadan pek çok gencin tiyatrocu olmasına vesile oluyorum. Bundan daha şahane ne olabilir?
İlk kez yabancı bir grup kendi oyunlarını İngilizce oynuyordu İngiltere’de. Kimler yoktu ki... Kerem Yılmazer, Göksel Kortay, Yıldız Kenter, Nevra Serezli...
Sizi kıskananlar da olmuştur bunca yıl. Baş etmenin yolu ne?
- Ayşecim, insanlara hep saygı gösterdim. Ve onları hep alttan aldım. Galiba sonunda da kendimi kabul ettirdim. Düşman olan da vardır. Ama çoğunluk beni sevdi. Çalıştığım bütün kumpanyalarla, tiyatrolarla çok sıkı dost oldum. Herkes bilir ki, bu adam kafayı sanata, tiyatroya takmış, kimseye bir zararı olmaz, varsa yoksa oynasın, sahneye oyun koysun, gençleri yetiştirsin, yaratıcı işlere imza atsın. Bütün derdi bu...
Peki kendinizi kabul ettirmeniz kolay oldu mu?
- Olur mu canım? Ben ilk tiyatroyu açtığım zaman, “Zengin çocuğu n’olacak, bir aya kapatır!” dediler. Dedikodu yaptılar, kuyumu kazmak için uğraştılar. Onlar bir ay dediler ama 60 yıl geçti, hâlâ buradayım!
En büyük aşkınız hep tiyatro oldu değil mi?
- Evet öyle oldu. Aslında sinemacı olmak istiyordum. “İyi bir tiyatro eğitimi alıp, öyle sinemacı olayım!” diye Amerika’ya gittim. Sonra tiyatroya esir düştüm. Sinema da yaptım. En büyük aşkım ve tutkum hep tiyatro oldu.
Alman dadılarımdan etkilendim
Kaç yaşından itibaren bu işle kafayı yediniz?
- Galiba ben böyle doğdum! Küçükken babam bana Almanya’dan bir kukla tiyatrosu getirmişti. 10-11 yaşlarındaydım. Aklımca yazdığım oyunları, o kuklalara oynatırdım. Mahalledeki bütün çocukları da davet ederdim.
Para?
- 50 kuruşa oynatırdım. Para vermeseler de benim için fark etmezdi. Hatta üzerine ben para bile verebilirdim, yeter ki izlesinler. Bütün hayatım böyle geçti aslında.
Ailede sanatla ilgili biri var mı?
- Yok, babam vergi rekortmeni sıkı bir işadamıydı, annem de paşa kızıydı. Fransızca bilirdi, piyano çalardı, medeni bir kadındı. İkisi de sıkı Atatürkçü’ydü. E biz de öyle yetiştirildik. Annem duygularını gösteren bir kadın değildi, sanatla ilgiliydi ama benimki başka bir şey.
Peki siz kimden etkilendiniz?
- Alman dadılarımdan. Onların beni götürdükleri Alman filmlerinin çok etkisi oldu. Her filme gitmem yasaktı, onlar gizli gizli götürürlerdi. Hâlâ bazı Alman şarkılarını ezbere bilirim, söylerim de...
O yıllarda herkesin dadısı Alman mı?
- Tabii ki hayır.
Yale’e gitmeyi aklıma koymuştum
Biraz snop bir durum değil mi sizinki?
- Elbette öyle. Ama dadılarım Almandı diye kimseden özür dileyemeyeceğim, ailemin tasarrufuydu, o dönem öyle bir dönemdi ve İngilizcenin esamesi okunmuyordu. Varsa yoksa ya Fransızca ya Almanca. İyi eğitim alsınlar diye, aileler yabancı mürebbiyeler getirirlerdi. Amaç da çocukları çokkültürlü yetiştirmek. Mürebbiye filan deyince, baştan atıldık sanılmasın. Hep annemizle babamızla beraberdik. Her akşam beraber yemek yerdik, kahvaltıyı da beraber yapardık. Öğleden sonra dadımız bizimle meşgul olurdu. Onlarla çeşitli eğitici faaliyetler yapardık, tiyatrolara giderdik, sinemalara giderdik, kitaplar okurduk, okuduğumuz kitapları tartışırdık.
Önce Galatasaray’da okudunuz...
- Evet. Sonra babam İngilizce de öğrenmemi istedi. Kendi işlerinden dolayı. Onun işini devam ettireceğimi düşünüyordu. Ben de gizli emellerimi hayata geçirebilmek için, eğitimime Robert Kolej’de devam etmeye “Tamam” dedim. Çünkü Yale’e gitmeyi aklıma koymuştum.
Peki babanız... Haberi var mıydı?
- Hayır. Herkes biliyordu, babam hariç! Yale’e başvurdum, kabul geldi. Babam da o sırada bir Amerika seyahatine gitti, o yıllarda öyle hemen geri dönülmezdi, gitti mi bir süre kalınırdı, ben de ona mektup yazdım. Derdimi anlattım. Ve tabii Yale’de rejisörlük okumak istediğimi yazdım. Sonra cevabını beklemeye başladım.
Tiyatro uğruna paradan vazgeçtim
Eeeee?
- E’si yazlık evimiz Çiftehavuzlar’daydı. Bir gün bahçe kapısından içeri girerken baktım annem, yalının kapısında duruyor ve bekliyor. Hiç yapmadığı bir şey. Kimi bekliyor? Beni mi acaba? Niye bekliyor? Yaklaştıkça daha çok suratını görmeye başladım. Sonunda yanına geldim, baktı suratıma, “Ne o? Artist mi olacaksın!” dedi bana. Hiç sesimi çıkarmadım. “Babandan mektup aldım” demesin mi, “Bir tane de sana yazmış, yatağının üzerine attım!” Ben o merdivenleri nasıl çıktığımı, ikinci kata nasıl ulaştığımı hatırlamıyorum. Acaba ne yazmış? Bütün hayatım o mektuba bağlıydı. Açtım... Dünyanın en güzel mektubuydu.
Kabul mu ediyordu?
- Evet ve “Seçtiğin yola saygı duyuyorum!” diyordu. Ama şöyle yazmıştı: “Bana söz vereceksin, olduğun şeyin en iyisi olacaksın!” Nasıl mutlu oldum anlatamam. Babamın hiçbir zaman seçimimden çok memnun olduğunu sanmıyorum ama bana destek olmak için elinden gelen her yardımı yaptı.
Tiyatro uğruna nelerden vazgeçtiniz?
- Paradan, puldan vazgeçtim bir kere. Hatta tiyatro uğruna birçok şeyi de sattım. Dairelerim vardı, onlar gitti. Babamdan kalan hemen bütün malvarlığım gitti. Hiçbir zaman da arkaya bakmadım.
Üzülmediniz mi?
- Yok hayır, geriye bakmam.
İyi de bu bencillik değil mi?
- Evet, bencillik ama iyi bir bencillik! Ne yaşarsan yaşa, daima önüne bak, devam et.
Geçmişin tatlı anıları
Üstteki fotoğraf çok kıymetli bir anı. Haldun Dormen oğlu, yani sevgilim Ömer ile birlikte. Baba-oğul ne kadar ciddi görünüyorlar değil mi? Ve sağdaki fotoğraf... Haldun Dormen, Cervantes’in Don Kişot’unu sahnelerken...
50’si müzikal, 300 eser sahneye koydu...
150’ye yakın oyunda oynadı
300’e yakın oyun sahneye koydunuz, 50’ye yakın da müzikal...
- Evet ama bazılarını; ‘Lüküs Hayat’ gibi, dört değişik prodüksiyonlarla sahneye koydum. Hepsini ayrı ayrı sayarsak 300’ün üzerinde prodüksiyon yönettim. 150’ye yakın oyunda da irili ufaklı roller oynadım.
Olmak istediğiniz adam oldunuz mu?
- Bilmiyorum ama yapmak istediğim şeyleri yaptım.
İstediğiniz hayatı yaşadınız mı?
- Hâlâ yaşıyorum. Kendi çapımda, dış ülkelere de sesimi duyurdum. Londra’ya üç kere oyun götürdüm. Bir keresinde Londra’yı 31 gün dolaştık. Yıldız Kenter, Nevra Serezli ve Kerem Yılmazer’le birlikte. Çok güzel günlerdi, İngilizce oynadık hem de. İlk defa yabancı bir grup kendi oyunlarını İngilizce oynuyordu İngiltere’de. Ama kimse üstünde bile durmadı. Hatta o zaman Kültür Bakanlığı, “Bana ne! Türkçe oynamadınız ki, İngilizce oynadınız...” dedi.
Hayıflandığınız bir şey var mı?
- Hayır, mızmızlanmak, şikâyet etmek yapımda yok.
Ayağım sakat diye aktör olamam zannettim
Ama oldum
Bacağınızda bir sorun var ama ben bunu kitaplarınızda okuduğum için biliyorum, yoksa anlaşılmıyor...
- Evet, ufak bir sakatlığım var. O yüzden aktör olmak istemedim zaten. Sonra Amerika’daki aktörlük hocalarımdan biri, bir gün sahnedeyken farkında olmadan, “Ayağınla komik bir şey yapıyorsun! O rolde o harekete ihtiyaç yok!” dedi. Birden durdum, “Benim ayağım sakat efendim!” dedim. Kıpkırmızı oldu kadın. Dersten sonra kadına gittim, dedim ki, “Bana hayatımın en büyük iyiliğini yaptınız! Siz bunu altı ay fark etmediyseniz rahat rahat sahneye çıkabilirim!” Hakikaten de ondan sonra çıktım. Kimse de bana “Ayağın sakat, o yüzden o rol sana gitmez!” filan demedi.
Tiyatromda yıldız ben değildim
Bazıları çok hızlı konuştuğunuzu, laflarınızın çok anlaşılmadığını söylüyor. Neden bu kadar hızlı konuşuyorsunuz?
- Çünkü vaktim yok! Hızlı konuşarak ancak yetişebiliyorum! Ama bak sahnede dikkat ediyorum. Fakat televizyonda kızıyorum kendime. Bazen o kadar hızlı konuşuyorum ki, kendimi izlerken ne söylediğimi anlamıyorum.
Nasıl bu kadar pozitifsiniz?
- Bilmiyorum. Hep öyleydim. Tabii bazen zararını görüyorum ama o da çok umurumda değil.
Bu enerji nereden geliyor?
- Seviyorum hareketli olmayı. En büyük kâbusum “Bugün ne yapacağım?” diye düşünmek olurdu.
Yorulmuyor musunuz?
- Yorulma kabiliyetim yok! Yaşlanmaya da vakit bulamıyorum!
Ne değişiyor 80’e gelince?
- Hiçbir şey! Enerjin filan azalmıyor. Ya da bana öyle oldu. Şimdilerde bir selfie modası var biliyorsun, insanlar selfie çekelim istiyor. Ben de kimseyi kıramam. Her oyundan sonra 200-250 kişiyle selfie olayına giriyoruz.
İyi de 1928 doğumlusunuz...
- Evet ama ruhun yaşı yok. Yaşlandığımı hissetmiyorum ki. Olduğum yaşın farkında değilim.
Nasıl bir efsaneydi Dormen Tiyatrosu?
- Bugün pek çok insan, “Ben Dormen Tiyatrosu’nda çalıştım” diyor ya da öyle olduğunu iddia ediyor, bu da benim hoşuma gidiyor. Disiplinli olmasına rağmen, çok uygar bir yerdi. Mesela ben hayatımda hiçbir zaman, “Benim tiyatrom!” demedim. Hep “Bizim tiyatromuz!” dedim. Çünkü ışıklar yanlış yerde açılırsa, karşınızdaki repliğini yanlış verirse, siz hiçbir şey yapamazsınız. Gazanfer Özcan Tiyatrosu tam öyle değildi mesela, Yıldız Kenter’in tiyatrosu da. Onlar oranın yıldızlarıydı. Tiyatromda yıldız ben değildim.
Sizin farkınız neydi?
- Bence farklı bir kafayla Türkiye’ye gelmiş olmam. Döndüğümde, cep tiyatrosunda selam diye şey yoktu. En son sahnede kim varsa, o selam verir giderdi. Başrol oynayan son perdenin başında ölmüşse, çoktan gitmiş olurdu eve. Bunu değiştirdim. Suflörü kaldırdım. Herkesin ezberini yapmasını şart koştum. Modern oyunlarda, herkes ne isterse onu giyerdi, evde ne varsa... Artık köstümden sorumlu biri olacağını söyledim.
Paylaş