Paylaş
‘Sekssiz aşk’tan, ‘aşksız seks’e geçişimizi simgeliyor.
Kitabın içindeki yazılara cuk oturuyor.
Can Dündar’ın yeni kitabı. Can Yayınları’ndan çıktı.
Adı ‘Aşka Veda’.
Dün akşam, aşkın cenazesini kaldırmak amacıyla aldım, okudum.
Çok da sevdim.
Can Dündar...
Kelimelerin efendisi... Şiirli, duygulu, derin cümlelerin ev sahibi...
Siz de okuyunca, “Bu duyguyu da ne kadar güzel anlatmış!” diyeceksiniz.
Her defasında öyle oluyor çünkü.
O ne anlatırsa anlatsın, güzel anlatıyor.
E bir de konu aşk olunca...
Tadında yenir mi yenmez mi siz karar verin...
* Aşk hakkında bu kadar yazı yazmışsın. O zaman soruyorum: Aşkın hayatımızdaki yeri?
- Eskisine göre azaldı. Daha çok dilde, daha az gönülde. Belki de bu ikisi arasında bir ilişki var. Belki de değil öyle: Aşk, kalbimizde azaldıkça, dilimizde çoğalıyor. O meşhur Kızılderili öyküsündeki gibi. Beyaz adam soruyor: “Niye şarkılarınız hep suyla alakalı?” Kızılderili cevap veriyor: “Kıtlık çekiyoruz da ondan! Peki ya sizin şarkılarınız niye hep aşk üzerine...”
* Kitabın, içeriğinden önce prezervatifli kapağı ilgi çekti...
- Hiçbir görsel, meramımı daha iyi anlatamazdı. Kapak tasarımcılarının aklına geldi. Hoşuma gitti. Oğlum, ergenlik çağında. Onların kuşağını bizimkiyle kıyaslıyorum. Bir
paradoks var.
* Nedir o?
- Aşk imkân dahiline girdikçe imkânsızlaşıyor sanki. şöyle anlatayım: Kadın ve erkek, önceki kuşaklara göre bugün çok daha rahat ilişki kurabiliyor. Ama yalnızlık, ayrılık, mutsuzluk da tavan yaptı. Genelleme yapılamaz tabii ama büyükşehirlerde, bir gecelik ilişki acayip yaygın. Kavuşmak kolaylaştı ama terk etmek de. Aşk zorlaştı, seks kolaylaştı. O zaman n’oldu? Aşk, şiirini kaybetti.
* Aşkla, mesafe arasında ters orantı mı var?
- Galiba. ınsan kendine şu soruları sormadan edemiyor: Aşk, kudretini, ilk insandan beri yasaklanan bir meyve oluşundan ve vuslat uğruna verilen mücadeleden mi alıyor? Hatta, bir adım ötesi, aşk dediğimiz bu mu? Dokununca solan bir çiçek. Yaklaştıkça kaybolan bir serap. Seçenek çoğaldıkça hepsini deneme isteği, ‘yasak meyve’nin tadını arar hale mi getirdi?
* Hem âşık, hem evli, hem arzulu olunamaz mı?
- Herkesin bunu aradığını tahmin ediyorum. Yapabilenlere ne mutlu! Dominique Simonnet diyor ki, “Kadın ve erkek arasında üç bileşen var: Aşk, seks ve evlilik. Tarih boyu bu üçünü bir türlü bir araya getiremedik!” Rönesans’a kadar Avrupa’da kilise, kadınla erkeğin yatakta bile birbirine temasına izin vermiyordu. Temasın yegane amacı çocuktu. Sonra, ‘aşk izdivaçları’ başladı. Seks hâlâ tabuydu. 1960’lardan sonra seks, hürriyetini ilan etti. Ama bu defa, evlilik sallanmaya başladı. Serbest aşk, yuvaları yıktı. Türkiye’de de bizim kuşağın erkeklerinin buluğ çağında yaşadığı, ‘hazsız aşklar’ ne kadar kötüyse, bugünkü ‘aşksız hazlar’ da o kadar kötü...
* Yani aşkın serbestleşmesi fena mı?
- Olur mu? Kuşaklar boyunca bunu bekledik. Ama ‘serbesti’ ile ‘özgürlük’ü karıştırmamak lazım. Serbestiden, iplerin sistem tarafından kontrollü salıverilmesini anlıyorum. Özgürlükten ise, insanların sisteme meydan okuyarak hareket alanını genişletmesini. 1960’larınki özgürlük mücadelesiydi mesela. Bugünkü ‘sınırlı açılım’, Sevgililer Günü’nde daha çok mal satabilmek için bir teşvikmiş gibi geliyor bana. O yüzden de devamı yok, genel bir toplumsal özgürleşme talebiyle birleşmiyor. ıstediğimi giyerim, istediğim yere giderim, istediğimle gezerim, size ne, boyutunda kaldıkça da hem sıradanlaşıyor hem de muhafazakârlaşmaya hizmet ediyor.
* Neden?
- 1960’lara oranla, kızlarını karma eğitimden sakınmaya çalışan ailelerin sayısında artış var. Kadınlara ayrı otobüs talep ediliyor, televizyondaki bir öpüşme sahnesi bile bazı izleyicilerde paniğe yol açıyor. Yani şimdi yaşadığımız özgürleşme değil, açılıp saçılma. Televizyon reklamlarındaki insanlarla izleyici arasındaki mesafe açılıyor giderek...
AŞK BENİ SAVAŞTAN SOĞUTTU
* Aşkın, devrimci olduğunu nereden çıkarıyorsun?
- Çünkü klasiktir, aşk ferman dinlemez. Hesaba kitaba, ölçüp biçmeye gelmez. Sınır, kural, engel tanımaz. Her zorluğu aşar. Düzene meydan okur. ıki insanın çekim gücü, bütün bariyerleri yıkar. Kitapta şemdin Sakık, “Aşk beni savaştan soğuttu” diyor. Aşkın böyle müthiş bir dönüştürme gücü var: Bir telefonla, bir sözcükle, dünyanın en mutlu insanı olabiliyorsun. Bundan daha büyük bir sihir olabilir mi?
* Ama devrim, ‘yeniden inşa’ kadar ‘yıkım’ı da içinde barındırmıyor mu?
- Doğru. Demin söylediğimin tersini söyleyeyim şimdi de: Aşkta, bir telefonla, bir kelimeyle dünyanın en mutsuzu olma ihtimali de var! Bir taraftan da o kadar yıkıcı. Babasının başlık parası almaya hazırlandığı kız, ölümü göze alıyor, sevdiğine kaçıyor. Bunca kıskançlık felaketi, namus cinayeti yine de ‘yasak ilişki’yi engelleyemiyor. Bu cesaret nereden geliyor? Aşktan. Tarih boyu aşkın yasaklanma nedeni de bu yıkıcılığı bence. Hem dini dayatmalara, hem tekeşliliğe, hem miras hukukuna kafa tutuyor. Düzeni tehdit ediyor.
* Ve sen bugün aşkın devrimciliğini kaybettiğine inanıyorsun...
- Evet. Dershaneye giden gençleri görüyorum. “şu ara âşık olamam. Hayatımın sınavına hazırlanıyorum!” diyorlar. Paparazzide boy gösteren popçu, “Yeni albüm bütün zamanımı alıyor. Hayatımda aşka yer yok” diyebiliyor. Ya da ‘ideal çift’, reklam yapmak üzere bir firmayla sözleşme imzalarken, bir yıl, en azından uluorta, başka kimseyle birlikte olmayacağına dair söz verebiliyor. Oysa ‘aşk’ derken, bu kadar hesap kitaba gelmeyen bir şeyden söz ediyoruz biz. “şimdi kaza geçirmeyeceğim, çünkü işim çok” demek gibi bir şey bu! Aşk gelir ve vurur, deprem gibi. Kariyer hesabı veya başarı hırsı için ertelenebilecek, kaçınılabilecek bir şey değil ki...
* Güzel anlattın da, senin aşk dediğin şehvet olmasın? Aşkla, şehveti karıştırıyor olamaz mısın?
- Elbette şehvet de aşka dahil. ıkisini sonsuza kadar bir arada tutmayı başaranlara sadece şapka çıkarılır. şehvet gerekli koşul ama yeterli değil. Çünkü aşk, şehvetten ibaret değil. Kitapta çok sevdiğim bir aşk tarifi var. Çocuklara aşktan ne anladıklarını soruyorlar. Biri, “Babaannem eğilemediği için dedem onun ayaklarına oje sürüyordu. Bence aşk budur...” diyor. Bayılıyorum bu tarife.
* Önsözde Shakespeare’in 129’uncu sonesine atıf var: “Acıkan şehvet, ruhu ezip geçer...”
- Evet ama şehvet utanılacak bir şey değil. ınsani bir duygu. Aşkla buluştuğunda uçurur insanı. Esas, acıkmış şehvetin, para karşılığı doyurulması tuhaf. Toplum baskısı, acıkmış şehveti, genelev ortamında doyuruyor. Genç erkekler arasında genelevin kod adı ‘Mektep.’ ‘Evlenilecek kadın’, ‘yatılacak kadın’ ayrımını da o okulda öğreniyor. Kişiliği parçalanıyor orada. ılk mektebe bu ortamda gitmiş bir mezundan ne beklersin? Baskı altında tutulduğu için ruhlarımız sakatlanıyor.
“Kitapta çok sevdiğim bir aşk tarifi var. Çocuklara aşktan ne anladıklarını soruyorlar. Biri, babaannem eğilemediği için dedem onun ayaklarına oje sürüyordu. Bence aşk budur, diyor”
BÜTÜN NEHİRLER SONUNDA SAKİN DENİZLERE AÇILIR
* Sakin, bütünleyici, tamamlayıcı bir şey aşk olamaz mı? Bilmem kaç yıl birlikte
olup da birbirlerini sevdiklerini söyleyenler yalan mı söylüyor? Onlarınki sevgi, senin söz ettiğin aşk mı?
- ‘Aşk şudur, sevgi budur’ gibi kategorik ayrımlar bana anlamsız geliyor. Derdim aşka uygun tanım bulmak değil, insanoğlunun aşkı yaşayış biçiminden, gidişatımıza dair sonuçlar çıkarmaya çalışmak. Yoksa elbette senin tabirinle ‘bütünleyici ve tamamlayıcı bir şey’. Adı ne olursa olsun bence çok daha aranılan, özenilen bir ilişki biçimi. Bütün nehirler sonunda sakin denizlere açılır. Mesele, orada kirlenmemesi...
* Bütün sıkıntımız aşkı koruyamamak yani? Var mı bunun bir yolu?
- Gazete gibi düşün. ılk anda büyük heyecanla bekliyor, yutar gibi okuyorsun. ıkinci okuyuşta bildiğin şey oluyor, cazibesini yitiriyor. Yeni gazeteyi bekliyorsun. Aşkta da çabuk bayatlama ihtimali var. Yeni olan, her zaman cazip. Ancak, ‘Hep farklı bir şey okuyayım’, ‘Acaba öbürlerinde farklı ne var’ ihtirası, derin tatminsizlikler, mutsuzluklar da getirebiliyor. Bence işin sırrı, aynı gazeteyi her gün yeni haberlerle çıkarır gibi kendini yenileyebilmekte, ilişkiye emek harcayıp bıktırıcı rutinden kaçınabilmekte, aşkı tazeleyebilmekte. Sen de bilirsin: Tekrara girdin mi okur kaybedersin...
* Ama görüyoruz ki, senin de dediğin gibi bu başka tenleri merak etme bitecek gibi bir şey değil...
- Topluma, döneme göre değişen bir açlık bu. ‘Başka ten’ler her zaman, her toplumda vardı. Ama ‘başka ten merakı’ bazı toplumlarda ve bazı çağlarda daha da azgınlaşıyor...
* Neden?
- Bence bunun cevabı, insan ruhunda değil, toplum dinamiğinde. Ağır baskıdan çıkan toplumlar, normale dönünceye kadar bir ipten kurtulma hali yaşıyor. Bir uçtan diğerine savruluyor. Bulduğuna saldırıyor. Azgın boğalar, tekeler yetişiyor. Ten, çekici, ama ten merakı geçici! Tabii ‘ten-eşir’e kadar sürdüren de var, son tahlilde yaşadığınız ilişkinin derinliği, sizinkiyle sınırlı. Sığlığınız ölçüsünde, boyu geçmeyen yerlerde sıradan ilişkiler yaşarsınız. Siz derinleştikçe, aşkınız da açılır kıyıdan, sığlıktan uzaklaşır, derinleşir, kalıcılaşır.
HAYATIMDAN DİLEK ÇIKSA GERİYE KURAKLIK KALIR
* Güzel söyledin. Bir de kitapta, “Aşk, yalnızca içeriden yıkılabilen bir kaledir. Sadece âşıkların birbirini yemesiyle yok olur” diyorsun. Dış etkenlerle neden yıkılmıyor?
- Gazetelerin üçüncü sayfa haberlerine bak: Ölümü göze alıp sevdiğine kaçan kadınlar var. Sevdiğinden yüz bulamadığı için intihar eden erkekler... Böyle bir tutkuyla hangi güç baş edebilir? Ama aynı sayfada, onların evlendikten sonra ölümü göze alıp evden kaçtıklarına dair haberler de okuyoruz. O yüzden dedim, “Seven iki insanı hiçbir güç ayıramaz. Ancak birbirlerini yiyebilirler!” Bu arada hiçbir baskı, ‘elde etme’nin konforu kadar yıkıcı değildir.
* Sence erkekle kadın tamamen farklı mı düşünüyor aşk ve seks konusunda?
- Bence öyle. Ama bu genetik bir özellik değil. ‘Kadının doğası böyle’ lafları da boş. Farklı yetiştiriliş biçimleri, farklı algılar ve beklentiler yaratıyor. Üstelik asırlardır bu böyle. Bana göre meselenin özü, bir iktidar sorunu. Bebekle yetişen kız çocuklarıyla, avcılık kültüründen gelen erkek çocukların büyüdüklerinde aşktan aynı şeyi anlamasını beklemek zor. ılki şefkate, sadakate daha yatkın oluyor, ikincisinin gözü sürekli sokağı kolluyor. Ama erkeğin iktidarının yıkılmaya başlamasıyla bu algılar da değişiyor. Taşlar ağır ağır yerine oturuyor.
* Genç yaşta evlenenlere ne tür bir öğüt verirsin?
- Kendilerine sorsunlar, baksınlar, değerlendirsinler: “Bu ilişki, uzun yola dayanıklı mı?” Aşkın bir kaynama noktası var. Ve bu, bazen saniyeler içinde olabiliyor. O heyecan, insanı yanıltabiliyor. Mesele, o heyecanı yıllara yayabilmekte, zamanın yıpratıcı etkisinden koruyabilmekte. O da emek ve birikim istiyor. Aşk, beslenmek istiyor. Besleyecek malzemeden yoksunsan, ilk heyecanın şehveti çabuk biter. Yeni evlenene, “Eşini iyi tanımaya çalış” derler. Bence herkes önce kendini tanımalı. Sorulması gereken soru şu: “Bu ilişkiyi her dem taze tutacak, uzun yolda bıktırmayacak, fırtınada toparlayacak enerjim, hevesim, birikimim, derinliğim var mı?”
* Senin hayatından şu anda Dilek’i çekip alsam (Allah korusun!), ne hissedersin?
- Büyük, çok büyük bir boşluk. Hafıza kaybı. Kuraklık...
* Birlikte kurduğunuz o şeyi nasıl tanımlarsın?
- Nasıl mı tanımlarım? Eğer akşamları koşarak eve gidiyorsan, “Çok şükür evimde, sevdiğim insanların yanındayım” duygusunu yaşayabiliyorsan, bunca yıl sonra kapıyı aynı heyecanla açıp eşine sarılabiliyorsan, bu çok büyük bir nimet. Bunun kıymetini yaşayanlar bilir. Ama tabii yaşayamayanlar, “Lanet olsun, yine eve gidiyorum” diyenler daha da iyi bilir. Bir filmi onsuz seyrettiğinde, bir yemeği onsuz yediğinde tadına varamamak, neredeyse suçluluk duymak. Her okuduğun, yazdığın satırı paylaşma isteği. Bu duyguyu Dilek’le hâlâ yaşayabildiğim için çok mutluyum.
* Önceki yıl evliliğin bir sarsıntı geçirdi galiba. Bu kadar aşk konuşup o olayı sormamak olmaz. Artık her şey yolunda mı?
- Evinin, sarsıntıya dayanıklı olup olmadığı, ancak depremde anlaşılıyor. Öyle bir sarsıntıydı. Anladık: Sağlammış. Yıkılmadı...
Paylaş