Paylaş
O yüzden yakaladığın zaman, sordukça soruyorsun. Ben de öyle yaptım. Buyurun, buradan okuyun...
“İnsanın içindeki koca tembel” kimdir? N’apar?
Bodrum’da yakın geçmişe kadar sahip olduğum ev, hoş bir bahçenin içerisindeydi. Zaman zaman bahçeye çıkıp anlamsızca bakınmak hoşuma giderdi. Böyle günlerin birinde komşularımdan Codey, bir diğer komşum Lena’ya “Engin Bey birini bekledi, bekledi ama beklediği kişi gelmedi” demiş. Oysa sadece bakınıyordum! Ama şartlanmalarımızın bizi getirdiği nokta böyle bir yer: Her duruma ille de bir fonksiyon atfetmek..
Yani fonksiyonsuz bir şeyler yapmayı ve içimizdeki tembeli beslemeyi bilmek mi lazım?
Sürekli çalışmak, “Hayatın amacı ölümdür” ilkesine göre yaşamayı simgeler. Shakespeare, “Hızlı koşan, tökezler. Bilgece ve yavaşça ilerlemek lazım” demişti bir oyununda. Son yıllarda telaş ve aceleyle gitmemi gerektirecek yerlere gitmez oldum. Öyle zamanlarda gittiğim yeri değil, telaşı ve aceleyi yaşadığımdan. Benim bir yanım çalışkan ve üretken, ama içimdeki “o koca tembel”in varlığından da haberdardım. Şansım o ki, çalışkan yanımla tembel yanım şimdiye kadar iyi geçindiler ve içimde kavga edip, kafamı karıştırmadılar.
Hayat dediğin...
Bana göre hayat bir dizi rastlantı ve bizim o rastlantılarla birlikte nasıl var olduğumuz ya da olmadığımız. Önce günaydın, sonra biraz haz, biraz acı, biraz aşk, biraz hayal kırıklığı, biraz sıcaklık, biraz yalnızlık, biraz boyun eğme, biraz başkaldırı ve ardından iyi geceler... Düş gücü ve tutkuları engellenmişler için ise hayat, çocukken oynadığımız oyunların büyüyünce izin verilmeyen oyunsuzluğu. Bence hayat, tartışılması gerekmeyecek kadar sıradan ve yalın. Ama insanlık tarihi boyunca, onu karmaşık bir hale getirme yönünde inanılmaz ustalaşmışız! Çözülmesi zor bir yumağa dönüştürmüşüz...
Zaman ne öğretti?
Zaman bana bir insan hakkında bilgi sahibi olmanın onu tanımak anlamına gelmediğini öğretti.
KOŞ KOŞ KOŞ!
Hayat gerçekten tartışılması gerekmeyecek kadar “sıradan” ve “yalın” mı?
Hayat, onu yaşamakta olan bizler için değerli, ama evrenin bütünü içinde “sıradan” bir şey. “Uygar insan” için karmaşık, “doğa insanı” içinse daha içgüdüsel ve yalın...
Biliyorum “hap formüller” yok. Ama yine de... Neyi bilirsek hayatımız kolaylaşır, güzelleşir?
“Bilgi edinme”, sadece bazı yönlerden hayatı kolaylaştırabilir. Çünkü ancak yaşantıya dönüştürmeye hazır olduğumuz bir bilgiyle karşılaştığımızda, onu değerlendirebiliyoruz. Bence asıl mesele “olmak” ile “yapmak” arasındaki farkta. Üst-sistemler bize “yaparak” var olabileceğimizi söylüyor. Bana göre ise öncelik “olabilmek”te. Çünkü olurken, zaten yapıyoruz.
Biraz açar mısınız?
Yıllar önce Time dergisi, dönemin top modellerinden Laureen Hutton’la bir röportaj yapıyordu. Dünyanın ilk top modellerinden, şu anda da hoş bir yaşlı kadın. Hutton’a “Mesleğinizi seviyor musunuz?” diye sorulmuştu. Cevabı, “Evet, çünkü zaman satın alabiliyorum” idi. Bu cevaba çarpılmıştım. Bir de günümüzdeki kapitalist reklamlara bak, “Time is money!” Zaman paradır! Yani koş, koş, koş... Oysa, bence sahip olduğumuz en değerli şey zaman...
“İçses” sizin için önemli. Etrafta çok gürültü olduğu için, bizler artık “içsesimiz”i duyamıyor muyuz?
Kendi sesimizin bize ulaştırdıkları işimize gelmediğinde, dış seslere kendimi daha fazla verebiliyoruz. Ankara’da bana Psikoterapiye gelen bir adam alt komşusundan yakınıyordu. Ne zaman gece tuvalete kalksa, alt komşu kapısına dayanıp, “Yine sifonu çektin!” diye söyleniyormuş. Yani alt komşu, artık uykusunda bile sifon sesini bekler olmuş! Öfkemizi boşaltmak için yer aradığımızda bulmak çok kolay...
Sev ve baş et
İnsanları sevebilmek, onlarla baş edebilecek yöntemleri geliştirebilmeyi gerektirir.
İçindeki sese kulak ver
İçimizden gelen ses, eğer onu dinlemeyi başarabiliyorsak, bize hangi doğrultuda davranmamız gerektiğini söyler.
ÖLÜMÜ HAK ETMEK
Ölümden korkuyor musunuz?
Bilmiyorum. Daha doğrusu bu konuda kendime karşı ne kadar dürüst olduğumu bilmiyorum. İçimde iki farklı ses var. Biri, artık dinlenmeyi hak ettiğimi söylüyor, diğeri ise hâlâ yaşıyor olmanın hoşluğunu hissediyor. Sanırım aslında iki ses de bana iyi geliyor. “Ölümü hak etmek”, tabii iddialı bir ifade. Çünkü ancak hayatın hakkını verebilmiş olanlar için geçerli. “I ching” öğretisinde bir söz vardır. “Ölüm, yaşanmış bir hayatın başına konan taçtır.” Bunu 94 yılında çok yakınım olan birini toprağa verirken yaşadım. İstanbul tarihiyle iç içe geçmiş, sıra dışı çocukluk ve ilk gençlik yaşantıları, görkemli dönemler ve zaman zaman trajediler içeren, yaşanmış bir hayatın finali. Hayattayken bir ziyaretim sırasında aile hikâyeleri konuşuluyordu. Bana, “Beni anlamanı bekleyemem” dedi “Çünkü sen hayatı kolay yaşadın”! “Evet ama benim seninki gibi bir tarihim olamayacak” diye karşılık vermiştim inanarak...
Tepkisi ne oldu?
Sustu. Sanırım hoşuna gitti. Konu buraya gelmişken bir şeyi açıklama gereğini duyuyorum. Ölmekten korkmak ve ölüm korkuları aslında birbirinden çok farklı hallerdir. Ölümden korkmak içgüdüseldir, hayatta kalmamızı sağlar. Mesnetsiz ölüm korkuları ise yaşamazlığın ifadesidir..
Herkes korkar mı?
Tabii ki! En çok korktuğumuz şey de hayattaki belirsizliklerdir. Hayatın tadı da buradadır, ama insanı ürkütür işte. Bu ürküntü bizi ucu açık süreçlere tahammülsüz hale getirdiğinde, süreçlerin ucunu bağlayıp kapatma yoluna gideriz. Böylece hayatı denetimize aldığımıza inanırız, ama yaşam sevincimizi kurutarak...
Sevme sevilme
Çoğu zaman, sevilme beklentilerimizin karşılanması uğruna sevmeyi unutuyoruz.
Ölüm korkusu yaşam korkusu
Ölümden korkarız. Bu korku, hayatta kalmamızı sağlar, içgüdüseldir. Ama yaşamdan korkmak demek, ölüm korkularıyla yaşamayı seçmek demek.
İnanç sistemleri yargılanamaz
İnanç sistemlerinin yargılanamayacağına inanıyorum. Kişinin kendisini iyi hissetmesine katkıda bulunduğu, “yalnız kalpler kulübü”ne dönüşmediği ve politik amaçlarla kullanılmadığı sürece...
TWITTER, INSTAGRAM FENOMENİ
Artık herkes, Twitter’da, Instagram’da her şeyini, her anını paylaşıyor... Bana eskiden kendimi anlatan yazılar yazdığım için “teşhirci” diyorlardı, şimdi artık herkes “teşhirci”... Nedir bu? Bu yüzyılın gerçeği mi?
Evet, öyle. Getirildiğimiz yer öyle bir yer ki artık birbirimizi hissedemez olduk. Dolayısıyla, kalabalık içinde de olsak, içsel yalnızlıklarımızın üstesinden gelemez haldeyiz. Üst- sistemler bizi öylesine silip süpürür oldu ki her zamankinden daha çok fark edilme ihtiyacındayız. Ama Milan Kundera’nın dediği gibi: “Hayat, bir kere yaşandığı için yargılanamaz!”
Yaşamın peşinde koşarken
Zaman zaman kendimizi, yaşam önde, biz peşinde koşarken bulduğumuz dönemler olabilir. Sürekli bir şeyler kaçıyormuşçasına yaşayan insanların sayısı giderek artıyor, “Yaşamın amacı ölümdür” ilkesini izlercesine. Birbirimize ulaşabilmemize fırsat tanımayan böylesi bir acele, insanı hızla sığlığa doğru sürüklerken, gün gelip de geriye bakıldığında, tekdüze sürdürülmüş bir yaşamın hüznünden başka bir şey bulmak mümkün değildir.
Paylaş