Parolası şu: “Ya hepimize ya hiçbirimize!”
Malzemeciden doktoruna kadar herkese eşit davranılmasını isteyen bir koç. Oyuncularda da öyle.
Ne yaşlarına ne pasaportlarına bakıyor, tamamen performanslarına ve karakterlerine...
Ülker Arena’da yaşıyor.
Birçok antrenör, idmandan birkaç saat önce gelirken, o saatler öncesinden gelip videoları izliyor, yardımcılarıyla oturup konuşuyor, tartışıyor... Obradoviç bir tane!
HİÇ KİMSE TAKIMDAN DAHA ÖNEMLİ OLAMAZ BEN DAHİL...
Fotoğraflar: Emre Yunusoğlu
Şimdi işsiz. Fakat öyle bir kitap yazdı ki, kayıtsız kalmak imkânsız. Çok sıkı bir araştırma. 2001 yılının ıcığını cıcığını çıkarttı. O yıl yaşanan 30 farklı olayı yorumladı. Neden mi yaptı? Bugüne nereden geldiğimizi anlamak ve anlatmak için. Geride bıraktığımız ve unuttuğumuz olayları okuyup yeniden hatırlayınca dehşete düşmemek elde değil! Mirgün Cabas’ın ‘2001-Eski Türkiye’nin Son Yılı’ kesinlikte okunması gereken bir kitap bence…
Mirgün, gönülden tebrik ediyorum. Manyak titiz bir çalışma bu! Tarihe kalacağı ve araştırmacıların bu kitaba başvuracağı kesin. Hadi başlayalım… Niye kafayı 2001 yılına taktın?
- Çünkü çok acayip bir yıl! Bugün yaşadığımız Türkiye’nin, başımıza gelen iyi ya da kötü her şeyin sebebini, temelini görüyorsun o yılda…
En önemli yanı ne?
- Görünürdeki en önemli yanı, AKP’nin kurulduğu yıl olması. Ama asıl önemli özelliği, AKP’yi işbaşına getiren zemini olgunlaştırmış olması. 30 ayrı olay anlatıyorum kitapta. Bunların arasında ekonomik kriz, siyasal istikrarsızlık, askerlerin siyasete müdahalesi, yolsuzluklar, 11 Eylül gibi olaylar da var. Ama siyasetle doğrudan ilgisi olmayan daha renkli konular da... O yılın medya, magazin gündemini, televizyon âlemini filan da anlatıyorum. Amacım, yaşadığımız dönüşümü de göstermek...
Sence ‘eski Türkiye’nin son yılı, ‘yeni Türkiye’nin başlangıcı mı 2001?
- Önce şu ‘yeni Türkiye’ tanımını bir konuşalım. Çünkü biliyorum, bu söze sinir olan çok. ‘Yeni Türkiye’ sözü benim için bir yargı ya da olumlama taşımıyor. Yani bunu, iktidarın kullandığı anlamda, bugünkü Türkiye’yi parlatmak için kullanmıyorum. Ama 15 yıl öncesine göre, yeni bir durum yaşadığımız da ortada. Yeni Türkiye de bir günde ortaya çıkmadı. Ama bir yere çizgi çekeceksek, her şeyin başladığı, AKP’nin kurulduğu yere çizgiyi çekmek bana yerinde geliyor…
O aslında milli kayakçı, milli snowboard’cu ve snowboard milli takım antrenörü, bir süredir de olimpiyat fotoğrafçısı. Yaptığı her şeyi iyi yapıyor ama son derece mütevazı anlatıyor.
Lozan Olimpiyat Müzesi’de dünya çapında 4 fotoğrafçının fotoğrafları sergileniyor. Onlardan biri de Mine Kasapoğlu. Spora ve fotoğrafa âşık bu kadını mutlaka tanımanızı istedim...
Mine tebrik ediyorum, Lozan Olimpiyat Müzesi’nde “Fotoğrafçının Lensinden Rio Olimpiyatları” sergisi için seçilmiş dünyadaki 4 fotoğrafçıdan birisin ve tek Türk’sün. Seni tanıyabilir miyiz?
- Tabii. Fotoğraf ve spor, iki büyük tutkum. Hayatım hep sporla iç içe geçti. Milli kayakçıyım, milli snowboard’cuyum ve snowboard milli takım antrenörüyüm. 99’dan beri de fotoğrafla ilgileniyorum.
E nasıl hissediyorsun kendini?
- Valla, Olimpiyat Müzesi’nde fotoğraflarımın sergilenmesi şaka gibi bir şey! Müthiş bir onur! Sonunda altın madalyamı aldım gibi hissediyorum! Rio Olimpiyatları’nda 4 fotoğrafçı olarak çalışmalar yapıp bir sergi ve kitap oluşturmamız istendi. 3 Amerikalı fotoğrafçı ve ben...
Gerçekten kutlarım. Peki böylesine başarılı bir sporcuyken olimpiyat fotoğrafçılığı nereden çıktı?
- Benim en büyük hayalim, 2010 Vancouver Olimpiyatları’nda yarışmaktı. Sporcu olarak gidemedim, “O zaman bari fotoğrafçı olarak gideyim!” dedim.
“Dünya Güzellerim” programının çekimleri yeni sona erdi, yurda döndünüz. İnince yeri öptünüz mü?
- Öpmez miyim!? Türkiye’me döndüm diye son derece mutluyum! Ülkemiz gibisi gerçekten yok. Dokusu, kokusu, ah o iyot kokusu bir başka. Ama ben aynı zamanda dünyalıyım, seyahat etmekten de hoşlanıyorum. Yine de yeri öptüm...
En çok neyi özlediniz?
- Denizin kokusunu. Bir de zeytinyağında pişmiş bol maydanozlu çok iyi bir köfte özledim.
Toplam kaç gün oldu gideli?
- Bir ay bebeğim.
Nasıl geçti?
- Muhteşem, muhteşem! Hiçbir zaman unutulmayacak anılar. İzlediğinizde kahkahalara boğulacaksınız Ayşe Hanımcığım. Her kelimede bir mesaj, her kelimede bir kahkaha. Ve olağanüstü bir hayat sevgisi...
‘Kedi’, Amerika’da tüm zamanların en çok izlenen Türk filmi oldu. Vizyona girdiği tüm şehirler, afişleriyle kaplı ve Türkiye’den böyle bir film çıkmış olması izleyicileri şaşırtıyor. Kediler aracılığıyla Türk insanının sevecenliğini de anlatan, bu nedenle yabancıların bize bakışını çok olumlu etkileyen şahane bir belgesel...
Sokakta kedilerin dolaşmadığı ülkelerde, İstanbulluların kedilerle kurduğu bu sıcak ilişki gönülleri fethetmiş durumda. Amerika’nın en popüler sinema sitelerinden Indiewire, yılın en iyi 10 filminden biri ilan etti. Eleştirilerde, kedi belgesellerinin ‘Yurttaş Kane’i olarak tanımlanıyor. Ben de yönetmen Ceyda Torun’u buldum ve sordum...
Tebrikler! Şiir gibi bir film ‘Kedi’. Belgesel diyemeyeceğim, benim için bir film. Ve şahane bir film. Bir kedi âşığı olarak çarpıldım. Amerika’yı da fethetti zaten. Tüm zamanların en çok izlenen Türk filmi oldu. Ve çok güzel övgüler aldı eleştirmenlerden. Neler hissediyorsunuz? Şaşırdınız mı, sevindiniz mi? N’aptınız? Havalara mı uçtunuz?
- (Kahkaha atıyor) Hepsi, hepsi! Film yapan herkes filmi başarılı olsun ister, o yüzden bu meşakkatli işe girer. Ama bu kadar olumlu tepkiyi gerçekten beklemiyorduk. Filmi yaptıktan sonra ilk altı ay, ne uluslararası satış şirketleri ne dağıtımcılar ne de festivaller ilgilendi. “Bu film politik değil, aktivist değil, nedir tam anlayamadık!” dediler. Bizim de moralimiz bozuldu, yanlış bir vizyonun peşinden gidiyoruz diye. Ama sonra çok acayip bir şey oldu...
Nedir o?
- Seattle Film Festivali’nde –ki İstanbul’a benzeyen bir şehirdir- muazzam bir ilgi oldu. O kadar ki, saatlerce kuyrukta bekledi insanlar. Kedi takılarıyla, bereleriyle, aksesuarlarıyla...
BU BAŞARIYI RÜYAMIZDA GÖRSEK İNANMAZDIK
Vay be! Resmen yeni bir aşk sözlüğü oluşturmuş, bir de oturup ansiklopedisini yazmışsın! Tebrik ediyorum... Nereden esti?
- Kendimi bildim bileli aşkla ilgili bir derdim var benim. Aşk acısından tut da, aşık olamama kabızlığına kadar!
Güzelmiş…
- Ve bu kadar şey yaşayınca fark ettim ki, acının hangi türü olursa olsun, hepsine en iyi gelen şey ‘bilmek’. Her seferinde, “Normal mi şimdi bu yaşadığım?” diye ya kitaplara ya arkadaşlarıma koştum. “Ha tamam, başkaları da varmış bunu yaşayan!” deyince rahatladım. Bu kitabın fikri de, eski sevgililerimden birinin evlendiği gün çıktı. Aynı gün gittim, koluma kocaman ‘feniletalamin’ yazdırdım!
Hoppala! Aşk hormonu mu yazdırdın?
- Evet! O dövmeyi kolumda gördükçe, “Sakin ol! Bütün bunların sebebi hormonların. Ama hormonlarını yükseltecek tek erkek bu değil!” deyip rahatlayacaktım! Nitekim öyle de oldu. Ama sizin dövme yaptırmanıza gerek yok, kitabımı okuyun yeter! Bu kitap, benim rehabilitasyonum oldu, başkalarının da olsun istiyorum. Bilelim, anlam verelim, iyileşelim…
Yeni dönemin ve değişen ilişki anlayışının etkisi var mı kitabın ortaya çıkışında?
- Olmaz mı? Biz yalnızlaştık. Hepimiz. Ben eskiden her duyguda, koşa koşa en yakın arkadaşlarımın kollarına atılırken, kendimi şimdi bir yandan çok kalabalık bir yandan da çok yalnız hissediyorum. Kısacık durum güncellemeleriyle anlatmaya çalışıyoruz derdimizi, vakit de yok. Bu kitap, “Evet, şu an ne yaşadığını anlıyorum. Çünkü ben de yaşadım. Bir sürü kadın ve erkek de yaşadı” demek, biraz da sırt sıvazlamak için.
Kocası tarafından şiddet gören, sokağa atılan, ölümle tehdit edilen, gidecek yeri olmayan kadınların sığındığı merkezler onlar...
Ellimizden geldiği kadar çoğaltmak ve şartlarını daha iyi hale getirmek gerekirken kapatmak niye?
İstenen nedir?
Kadınlar, onlara dayatılan her türlü zulmü kabul etsinler, erkek şiddetine ve yaşamak zorunda kaldıkları bin bir türlü rezilliğe tahammül mü etsinler?!!
Gidecek, sığınacak yerleri
kalmasın mı?
“Kocandır, döver de sever de! Onun her şeyi yapmaya hakkı var!” gibi çağdışı, sakat bir anlayışa teslim mi olsunlar?
Bıktık ya, bu kadın düşmanı zihniyetten!
YAZIKLAR olsun!
Şule Gümüşoluk, Kayseri Kapalı Ceza İnfaz kurumunda tutuklu bulunun bir anne adayı.
Suçlu olup olmadığı henüz tespit edilmiş değil, yargılama sürüyor ve karnı burnunda.
8.5 aylık hamile.
Ve karnındaki bebeği kalp ve böbrek hastası.
Ne var ki, mahkeme Şule’nin tam teşekküllü bir hastanede doğurmasına izin vermiyor.
Neresi denk gelirse orada doğuracak, hapishanenin reviri mi, en yakın devlet hastanesi mi...
Hangi şartlarda doğuracağı da belli değil...