7 yıl önce kaybettiğimiz gazeteci Özer Yelçe’nin eşi. Hurriyet.com.tr’nin de yazarı. Yıllarca, engellilerle ilgili yazılar yazdı. Onların hayatındaki engelleri kaldırmak için uğraştı. Asla yılmayan, vazgeçmeyen, pes etmeyen biri. Üsküdar Amerikan Kız Koleji mezunu. Bilgili. İlgili. Meraklı. Dünyayı takip ediyor. Sürekli üretiyor. Müthiş bir kadın yani. Bu röportajı yapma sebebim de son yazdığı kitap: “Sesler, Yüzler, İzler...”
Ayşegül Domaniç Yelçe, 20 yaşından beri tedavisi olmayan bir kas hastalığıyla mücadele ediyor. Her gün bir kası daha eriyor. Hastalığının adı FSHD. Artık yürüyemiyor. Yardımsız yaşayamıyor. Kendi başına su içemiyor, yemek yiyemiyor, tuvalete gidemiyor, onu bir yerden, bir yere kucakta taşımak gerekiyor. Ama bütün bu zorluklar karşısında asla pes etmiyor, kendini yenilmiş hissetmiyor. Aksine bu hastalığın ona kazandırdığı olumlu özelliklerini çok seviyor. “Sağlıklı ama bundan farklı bir kişiliği olan Ayşegül olmak istemezdim!” diyor.
Kitapta da bu mesajları veriyor...
Aynı genetik hastalık kızında da var; o da artık yürüyemiyor. Ama kızı Zeynep de müthiş bir savaşçı, haftada üç gün Sabancı Üniversitesi’nde tarih dersleri veriyor...
Sizi muhteşem Ayşegül Yelçe’yle baş başa bırakıyorum...
Son bir haftadır izindeydim ve “İyilik Kolyeleri Atölyesi”yle uğraştım.
Bir de başıma Bodrum Gürece’de böyle bir atölye icat ettim!
Artık iyilik kolyelerini Güreceli kadınlarla birlikte yapmaya da hazırlanıyorum.
Amacım da elde edilen gelirin köy için kullanılması, köyün güzelleştirilmesi için, kadınların üretime daha çok katılması için...
Ama işin daha çoook başındayım.
Atölyenin bir kısmı bitti, ama tam hayata geçmesi gelecek yaz...
Olsun, ben mutluluktan ölüyorum.
*
Ben zaten onu meydanlarda sevmiştim. Ama karşımda kanlı canlı görünce daha çok sevdim. Diriliğini, ataklığını, zekâsını, gülümsemesini, gençliğini, muzipliğini, hazırcevaplığını, samimiyetini, cesaretini, açık sözlülüğünü... Benim için gelecek, Muharrem İnce! Böyle insanlar, böyle siyasetçiler seviyorum. Açık, şeffaf... Gözlerinden bulutlar geçmiyor. ‘Poker surat’ değil. “Ne dedi şimdi?” demiyorsun. Kafan karışmıyor. Gizlisi saklısı yok. “Şunu sorsam mı?” diye korkmuyorsun. Saygı sınırında her şeyi sorabilirsin. Karşında bir ‘insan’ duruyor. Duygularıyla, zaaflarıyla bir insan. Özür diliyor, “Hata yaptım” diyor, yenilince rakibini tebrik ediyor. Açık, apaçık. Üstelik eleştiriye de açık! Biz alışık değiliz böyle birine. Beni çok umutlandırdı. Bence Muharrem İnce uzun yol koşucusu, öyle olması dileğiyle. Güç diliyorum, kolaylıklar diliyorum ona. Galiba beni en çok, “O âşık olmadıysa ben n’apim!” lafıyla yakaladı. Mizah duygusu da güçlü, güldürdü beni. Huzurlarınızdan ayrılmadan şunu da itiraf etmek istiyorum: Onda şeytan tüyü var. Gerçekten öyle. Çok sempatik ve insanı feci etkileyen bir karizması var. Sevmemeye olanak yok, etkilenmemeye de... Bu kadar kısa zamanda bu kadar çok oy almasının sebebi de bu, hepimizi bir şekilde yakaladı. Valla ne diyeyim, siyaseti hiç bırakmaması dileğiyle...
Seçimi kaybettiniz ama bu seçimin ‘kazananlarından’ biri oldunuz, insanların gönlünde taht kurdunuz. Samimisiniz, sahicisiniz ve çok şeffafsınız. Bu özellikleriniz, bir siyasetçi olarak başınıza bela olmuyor mu?
- Başlangıçta evet. İlk anda yanlış anlaşılıyorum. Çünkü pek alışkın olunmayan bir durum bu. Ama uzun vadede kazanıyorum. Ben hep olduğum gibi olmaya çalışıyorum. Şiir okuyan Muharrem İnce. Öfkelenen Muharrem İnce. Ağlayan Muharrem İnce. Gülen Muharrem İnce. İnsan Muharrem İnce...
Şiir demişken, şiirlerinizin de ‘tutkulu’ yerlerinin altı çizildi, etrafta dolaştı. Rahatsız etmedi mi?
- Hiç problem değil. Onları ben yazdım, arkasındayım. Yaptığım hiçbir şeyden pişman değilim. Öfkem yapamadıklarıma...
Cumhurbaşkanlığı adaylığınıza bu kadar ilgi bekliyor muydunuz? Şaşırdınız mı?
- Hayır, çünkü bu benim milletle ilk karşılaşmam değil. 16 yıldır milletvekiliyim. Daha önce iki kez genel başkan adayı oldum. Grup başkan vekilliği yaptım. Referandumda 106 yerde miting yaptım. Bu seçimde müthiş kalabalıklara hitap ettim ama referandumda da polis kayıtlarına göre İskenderun mitingimiz 55 bindi örneğin.
Bugün o gün...
Bugün kadın girişimcileri yazdığım gün.
Yürünmemiş yollardan yürüyen kadınları yazdığım gün. İki müthiş girişimci kadınla tanıştıracağım bugün sizi. Deniz Sezen Akgüngör ve Ece Çırakoğlu Demirpençe. Biri iletişim, diğeri şehir ve bölge planlama mezunu iki pırı pırıl kadın. Yıllarca kurumsal hayatta çalışıyorlar ve bir gün canlarına tak ediyor, işlerinden ayrılıyorlar, kendi girişim fikirlerini hayata geçiriyorlar. Öyle hızlı bir giriş yapıyorlar ki girişimcilik hayatına, daha altıncı aylarında Amerika’nın en hızlı büyülen markası Chobani’nin kurucusu Hamdi Ulukaya’nın programı olan Hamdi Ulukaya Girişimi’ne seçilen 6 start-up’tan biri oluyorlar. Uluslararası platformlarda hak ettiği yerde olmadığını düşündükleri tekstil sektörünü, yurtdışında temsil etmek istiyorlar. Ve ve ve Amerika’da Türk peştamalları tasarlayarak bu pazara giriş yapıyorlar. Gerisini onların ağzından dinleyin...
- Sizi tanıyalım...
Ben Deniz Sezen Akgüngör. Marmara Üniversitesi İletişim mezunuyum. 15 yıl reklam, pazarlama ve iletişim alanında yöneticilik yaptım. Ortağım Ece Çırakoğlu Demirpençe de Mimar Sinan Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama mezunu. O da 15 yıl boyunca uluslarası şirketler için çalıştı ve yabancı fonlar adına büyük ölçekli alışveriş merkezleri geliştirdi ve yönetti.
- Nerede nasıl tanıştınız?
Altı yıl önce, katıldığımız bir kişisel gelişim seminerinde. Birbirimizi gördüğümüz anda sanki yıllardır tanışıyormuş gibi hissettik ve o günden sonra dostluğumuz güçlenerek devam etti.
90’lı yıllarda, ‘Arnavut Kaldırımları’ndan etkilenmeyen, dinlerken içi titremeyen var mıdır?
Ya ‘Kınalı Bebek’...
Müthişti Demet Sağıroğlu...
Şarkıları, yorumu, sesi, edası, havası, hüznü... Evet ya, onun hüznü de güzeldi...
Asildi asil...
Ayrıca samimi ve sahiciydi...
90’lı yıllar sanki öyleydi...
Bir başkaydı... Ya da ben yaşlandım, geçmişi öyle yorumluyorum. Ama şimdilerde her şey aceleye gelmiş gibi değil mi? Hayat feci hızlandı, hiçbirimizin hiçbir şeye vakti yok...
Kaçırıldı.
Bedenine uyuşturucu enjekte edildi.
Birden fazla erkeğin tecavüzüne uğradı.
Türlü türlü işkenceye maruz kaldı.
Ne yazık ki yaşı da kendisi gibi küçük olan kızın bedeni bu vahşete dayanamadı, Sezgi hayata veda etti.
Daha doğrusu, insanlık dışı bir cinayete kurban gitti.
Yetmedi!
O aşağılık adamlar, onun cesedini parçaladılar.
48 yaşındayım, oy verdiğim siyasetçiler mesela, hiçbir seçimde benim istediğim oyu alamadı.
E ne yapalım.
Moral bozmak yok, enseyi karartmak yok, devam ediyoruz, çalışmaya, işimizi en iyi şekilde yapmaya...
Benim bildiğim tek şey bu...
Devam etmek... Yılmamak, pes etmemek...
Ben depresyona da girmem, giremem, sıkılırım. En iyi antidepresan üretmek ve çalışmak...
İşte böyle.
Önümüz yaz, güzel günler bizi bekler, enseyi karartmayın.
Fotoğraflar:Emre YUNUSOĞLU
Siz, bu ülkenin gelmiş geçmiş en parlak çocuk-genç ve yetişkin psikiyatrlarından birisiniz. Arı gibi üretkensiniz, pek çok kitabınız var. Bir de ilginç bir hayat hikâyeniz var. Rahmetli babanız Gültekin Yazgan görme engelli, hukuk mezunu bir Cumhuriyet öğretmeniydi. Doğan Cüceloğlu’nun tanımıyla o bir ‘kahraman’dı. Bize onun büyüleyici hikâyesini anlatır mısınız?
- Elbette, seve seve! Babamı, kendi krizini, başkaları için fırsata dönüştüren biri olarak tanımlayabilirim. 10-11 yaşlarındayken, geçirdiği bir hastalık sonucu, görme yetisini kaybediyor. Fakat müthiş mücadeleci. Asla pes etmiyor, sürekli kendini geliştiriyor. En önemli özelliği de, hayallerinin peşinden koşmaktan hiç vazgeçmemiş olması. 75 yaşındayken, küçükken kurduğu bir hayali gerçekleştirmek için harekete geçebilecek kadar bir ‘iç güce’ sahip...
Müthişmiş... Neydi o hayal?
- 13-14 yaşlarında Aydın’da kendi çabasıyla öğrendiği İngilizceyle, İngiliz hükümetinin Körler Kütüphanesi’nin kabartma kitaplarına abone oluyor. Ama Türkiye’deki görme engelli çocukların 2000’li yıllara kadar böyle bir olanağının olmaması hep onu üzüyor. Bir ömür, “Bunu nasıl aşarım”ın düşüncesiyle yaşıyor...
N’apıyor peki?
- 75 yaşına gelince, bu durumu düzeltmek için bir kurum oluşturuyor! Yani babam o hayalini de hayata geçirdi! Ve Fark Yaratanlar ödülüyle onurlandırıldı. Ona, “Hayatta başardığınız en önemli şey ne” diye sordular. Biz de kardeşimle bekliyoruz, “Çocuklarımı yetiştirdim, profesör oldular!” filan diyecek. Hayır! “Kurduğum kitaplık!” dedi. Günümüzde çok moda bir laf var ya; “krizi, fırsata dönüştürmek”. Babam işte bu tanımın canlı örneği, gerçekten kendi krizini başkaları için fırsata dönüştürdü.
Babamda gerçekçiliğin getirdiği bir üstünlük var!