Yürünmeyen yollarda yürüyen kadın girişimcileri yazdığım gün...
Başarılanlardan kendi adıma da ilham aldığım, beni çok heyecanlandıran gün...
Bugün Ebru Gültekin Alkanat’la birlikteyiz.
Ebru, hamileliğin 4. trimester’i olarak kabul edilen doğum sonrası ilk üç ayın ne kadar önemli olduğunu fark ediyor ve bu aylara özel bir tişört tasarlıyor. Biliyor muydunuz, insan yavrusunun başı diğer canlıların yavrularına göre daha büyükmüş ve doğumun gerçekleşme süresi aslında 4 trimester olmasına rağmen doğum 3. trimester’da gerçekleşiyormuş. Bebek, doğum sonrasındaki ilk üç ay gelişimini tamamlıyor ve bu sürede kendisini annesinin uzantısı olarak görüyormuş. Ebru da diyor ki “O zaman rahim içini taklit edip bebeklerimize son trimester’ı keyifle yaşatayım dedim ve Wallaby tişörtleri işte böyle doğdu...”
HAMİŞ: ‘Trimester’ gebeliğin her biri 12 hafta süren üç eşit dönemine verilen isim.
‘EBRU, İSTERSEN HAMİLE MODUNDAN ÇIK!’ DEDİLER. O İŞTEN ÇIKTIM, GİRİŞİMCİ OLDUM!
Benim favori yazarlarımdan. İkinci romanı ‘Tanık’ çıktı. Birinci romanı ‘Uçan Tabut’, herkesin ‘Mutlaka oku!’ diye birbirine tavsiye ettiği bir kitaptı, resmen patlama yaptı. Pınar 42 yaşında. Hacettepe İngilizce Mütercim Tercümanlık mezunu. Ama mesleğini yapmıyor, benim gibi sevdiği adamın peşinde dünyayı geziyor. Sevdiği adam bir mühendis ve yurtdışı projelerde çalışıyor. Kocasının peşinde dördüncü ülkesinde. Aynı zamanda dünya tatlısı bir kızı var. Ve Pınar yazıyor, hep yazıyor. Çok sinematografik bir anlatımı var. Her şey kare kare kafanızda canlanıyor. Ve müthiş duru yazıyor. Birbirlerinin hayatlarına dokunan, dokundukça uyanan, uyandıkça birbirlerinin hayatlarına dokunan insanları anlatıyor. Kurgu yeteneğine ve yaratıcılığına şapka çıkarıyorum. ‘Tanık’ta da sosyoloji doktorası yaparken aşk acısı yüzünden her şeyi bırakan, eskortluğu seçen ve şehrin en iyi eskortu olan Rüya Nilay Kosova’nın hikâyesini anlatıyor. Evlere şenlik bir roman...
- “Uçan Tabut” kendi çabanla bastırdığın ilk romanındı. Muazzam ilgi gördü, çok sevildi. Nasıl maceralar yaşadın ilk romanınla?
Müthiş şeyler oldu! Ama başlangıcı acıklı... Romanı bitirdim. Bir yayınevine gönderdim. Aylarca ne arayan var ne soran... Öylece duruyorum. Sonra bir arkadaşım, “Tanıdığın bir editör yoksa kitabın masada bekler, 15 yayınevine de göndersen cevap alma şansın çok düşük!” dedi. Belki de yanlış bir yönlendirmeydi, ama ben bunu içselleştirdim. “Madem kitabımı basmaları zor, ben bastırayım, eşe dosta hediye ederim!” dedim. Kendi imkânlarımla bastırdım. Öylesine... Anı olsun diye. Ama sosyal medyanın gücünü göz ardı etmişim! Romanım birden patladı! İnanılmaz sahip çıkıldı. Sevgi seli oldu. Çok okundu. Tabii inanılmaz mutlu oldum. Sonra “İkinci romanı da yaz!” diye baskı yaptılar. İşte şimdi de ilk romanımın karakterlerinden birinin hayatını anlatan “Tanık”ı yazdım...
- “Tanık” da en az “Uçan Tabut” kadar sarsıcı ve çarpıcı. Kurgu insanın aklını başından alıyor... Nerden esiyor bu acayip ve şahane hikâyeler?
(Gülüyor) Hayat öyle çünkü! Her birimiz, tek tek -en sıradan olduğunu düşünenimiz bile- ayrı ayrı ve hep beraber çok acayibiz bence. Ha ben bu acayiplikleri gözlemleyerek mi yazıyorum? Hayır! İçimden çıkıveriyorlar! Aslında ben edebiyatla uğraşan çoğu insanın daha onların bile haberi olmadan çok önce, zihinlerinde bilinçli olarak erişemedikleri bir yerde bütün bu hikâyelerin zaten yazılı olduğuna inanıyorum. Kalemi elimize alışımız aslında işin son safhası...
- “Tanık”ta çok farklı bir kadın karakter var...
Evet. Çok iyi eğitim almış ama kişiye özel simülasyonlu bir eskortluk hizmeti veren Rüya Nilay Kosova... Sosyoloji doktorası yaparken keskin bir aşk acısına deyim yerindeyse “kimyasal bir reaksiyon”la karşılık vererek tüm sahip olduklarını alt üst edip hayatını eskortluk yaparak kazanmaya başlayan bir kız. Uyguladığı aşk simülasyonları var. Âşık olmaktan korkan, aşktan kaçan, “aşktan sonra” sorumluluklarından haz etmeyen erkeklere “duygusal ilişki” paketleri sunuyor! Nilay’ın bu simülasyona dahil olan müşterilerini sürpriz zihinsel açılımlar bekliyor. “Günümüz kapitalist düzeninde satın alınamayacak hiçbir şey yok. Aşkı hissetmek bile!” mottosuyla Nilay, aslında müşterilerine “Korkmayın. Korktuğunuz yerden sormayacağım!” diyor.
Ama isyan etmekte haksız mı? Son romanı ‘Havva’nın Cezası’ bir isyan romanı. O, bu ülkede yaşanan ve gün geçtikçe artma eğilimi gösteren kadına erkek şiddeti, çocuğa tecavüz, cinayet, çocuk gelinler, cinsel istismar gibi sorunlara karşı var gücüyle haykırıyor. Toplumsal ayıplarımızı, acı ve yaralarımızı yüzümüze çarpıyor. Ona ‘Havva’nın Cezası’nı sordum...
DAYANAMADIM İSYAN ROMANI YAZDIM
- ‘Havva’nın Cezası’ insana tokat gibi çarpan bir roman. Nedir bu?
Bir isyan romanı! “Tokat” duygusu yaratıyorsa tamamdır, yapmak istediğimi başarmışım demektir. Çünkü ben gerçekten de üstü örtülen, sümen altı edilen, mazeret bulunan, kimilerince de “Çok üzüyor beni!” ya da “İçimi acıtıyor, dinleyemiyorum, okuyamıyorum!” diye bir kenara itelenen toplumsal ayıplarımızı, acı ve yaralarımızı tokat gibi çarpmak ve silkelemek istedim insanlarımızı. Bizzat bu suçu işleyenler kadar sessiz kalanlar, duyduğunda üzülüp sonra kavgasını vermeye korkanlar da aynı derece suçlu! Toplumumuzda genel bir kabulcülük, aymazlık, aldırmazlık ve sinmişlik aldı başını yürüdü. Buna daha fazla kayıtsız kalamadım.
- Yani bu bir manifesto mu?
Evet. Çünkü haberleri okudukça yüreğim yanıyor. Ağlıyorum, dağlara, denizlere haykırmak istiyorum. Ülkemde yaşananlara kırgınım, kızgınım. Ve bütün bu negatif duyguyu, kurbanlar adına müşterek haykırış olacak bir romana dönüştürmek istedim. Gittikçe benimsenen, şiddeti yükselen ve neredeyse milli hasletmiş, gelenekmiş, marifetmiş gibi sunulan bütün çirkinliklere, sefih ve sefil anlayışa, sahte din maskesi altında düşük ahlâk savunuculuğuna, kaba sabalığa, adiliğe; estetik, incelik, zarafet yoksunu maganda anlayışa tahammülsüzlüğümün manifestosu ‘Havva’nın Cezası’. Kız ve erkek çocuklarının, kadınların, zorbalıkla ruhlarının, düşlerinin ve bedenlerinin istismarına; şiddete, tecavüze, enseste, pedofiliye maruz bırakılmasına; çocuk gelin verilip kuma satılmasına; sonra da bunlara “gelenek”, “görenek”, “din” kisvesi altında mazeret bulunmasına isyanımdır bu roman!
HAVVA BÜTÜN KURBANLARIN SEMBOLÜ
Sepin İnceer’le yaptığım, pazar günü yayınlanan, devamını da bugün okuyacağınız röportaj. Çok sarstı beni. Hayat dersi gibi oldu. Sepin İnceer cüssesi minicik ama kalbi dev bir kadın. Eşi Okan İnceer, 27 Mayıs’ta Kaçkar Dağları’nda ‘istasyon patlaması’ sonucu düştü ve öldü. Büyük bir aşkla bağlıydı kocasına. Hâlâ öyle.
Dağcı değildi Okan, hayatında ikinci kez böyle bir tura gidiyordu. O turda ihmaller söz konusuydu. Okan şimdiye kadar hiç iple tırmanış yapmamış, hiç ip kullanmamıştı. Ama ‘istasyon’ kuruldu ve ekip Kaçkar Dağları’ndan iple indirilmeye çalışıldı. Hem de kuzey kanadından, çünkü uçağa yetişme telaşları vardı ve acele edildi. Kuzey kanadı da dağcılıkla gerçekten haşır neşir olan insanların inebileceği bir etapmış. İhtiyatlı ve sorumlu davranılmadığı için o ‘istasyon’ patladı, Okan düştü, 300 metre yuvarlandı ve boynu kırıldı!
Tüm bu ihmallerin bir insanın ölümüne sebep olduğu açık. Ama burası Türkiye, aylar geçmesine rağmen ihmale bağlı dava açılmadı. Halbuki dağcılık camiasından hemen herkes kazadaki ihmali kabul ediyor. İki minik çocuğuyla geride kalan Sepin’in tek istediği, hataları olanların bu hatalarla yüzleşmesi. Çok mu yani istediği?
Sepin’in 16 yıllık aşkına ve Okan’ına veda etme biçimine inanılmaz saygı duydum. Ben bugüne kadar hiç böyle bir vedalaşma görmedim, dinlemedim. Onu kendi elleriyle yıkıyor, asla morgda bir gece beklemesine izin vermiyor, eve getiriyor. Bir gece boyunca çiçeklerle süslü yataklarında eşiyle birlikte yatıyor. 41 yıl boyunca Okan’ın hayatına giren, onu seven insanlar o odaya gelip Okan’a Okan’ı anlatıyorlar. Sepin, sevdiği adama işte böyle veda ediyor...
AŞKIN KADAR YASIN VAR!
Peki, Okan’ın ölümünden önce yüreğinde bütün dünyanın yasını hissetmeni ve okuduğun o kitaplardaki yas ritüelini o öldükten sonra kendi kocana yapıyor olmanı nasıl açıklıyorsun?
Katıla katıla ağladım bu röportajı yaparken. Sanki tanıyordum onları, sanki biliyordum o aşkı... 41 yaşında, iki çocuk babası Okan İnceer, geçen mayıs Kaçkarlardan düşüp ölmüştü. Karısı Sepin’in, ardından verdiği ölüm ilanını okurken içim oyulmuştu: “O güzel gözlerinde Allah’ı gördüm. Kalbinde, ilahi aşkı buldum. Sana hiç doyamadım, çünkü sana doyulmaz. Okan’ım, canım, aşkım, bebeğim, sevgilim, her şeyim, seni her şeyden çok seviyorum, biliyorsun. Yolun açık olsun...” Sadece sözcükler değil, fotoğraftaki o mutluluk ve saf sevgi de beni perişan etmişti. O kadar güzel bir aile fotoğrafıydı ki... O fotoğraftaki kadının önce mutluluğunu, sonra acısını kalbimde hissettim. Dağcı değildi Okan, hayatında ikinci kez böyle bir tura gidiyordu. Hayatında hiç ip kullanmamış bir adam, Kaçkarlar’dan iple indiriliyor. Hem de kuzey kanadından, çünkü uçağa yetişme telaşları var. Ama bu insanların hiçbir dağcılık tecrübesi yok. Tabii ki kimse kimsenin ölmesini istemez ama işte bazen iyi niyetli olmak yetmiyor, ihtiyatlı ve sorumlu da olmak gerekiyor. Ne var ki aylar geçmesine rağmen ihmale bağlı dava açılmadı. Gencecik bir adam hayata veda etti. Onun pisi pisine ölüp gitmesi bu kadar kolay olmamalı. Zaten Sepin İnceer de kimse ceza alsın, hapis yatsın istemiyor ama insanlar kendileriyle yüzleşsin diyor. Bence bundan daha doğal bir istek olamaz. Sepin’i tanıdıktan sonra anladım ki, çok çok cesur bir kadın. 16 yıllık aşkına, Okan’ına veda etme biçimine müthiş saygı duydum. Röportajı okuyunca ne demek istediğimi anlayacaksınız. Okan’ı asla morga sokturmuyor, Rize’de teslim alıyor, sabaha kadar onunla konuşuyor, başında bekliyor, kendi elleriyle Zincirlikuyu Gasilhanesi’nde yıkıyor, sonra eve getiriyor, bir gece boyunca çiceklerle süslü yataklarında Okan’la birlikte yatıyor, 41 yıl boyunca Okan’ın hayatına giren, onu seven insanlar o odaya gelip Okan’a, Okan’ı anlatıyorlar. Eşi benzeri görülmemiş bir cenaze. Sepin, sevdiği adama işte
böyle veda ediyor.
Ne denir, nasıl denir bilmiyorum. Başın sağ olsun, Allah sabır versin. Hiçbir şey çektiğin acıya merhem olmaz. Ne oldu size?- Kocam Okan, Kaçkarlar’da sadece dağ yürüyüşünden ibaret bir tura katıldı. Yani öyle olduğu söylenen bir tura. Rehber liderliğinde... Dağcı değildi, hayatında ikinci kez böyle bir şeye katılıyordu. Ve orada düştü, boynu kırıldı, öldü. Artık iki çocuğumun babası yok. Yaşadığın acı nasıl tarif edilir?
- Geçmişe, Okan’la yaşadıklarıma gidersem, bir sürü cam parçasını bedenime saplıyorlar sanki. Geleceğe, onunla daha yaşayabileceğimi sandığım şeylere gidersem, korku çöküyor üzerime: “Ben Okan’sız nasıl yaşarım? Öyle bir şey var mı, varsa ben ister miyim?” Şu anda kalabilirsem, dayanmak biraz daha kolaylaşıyor. Ama çok acıyor, çünkü saf acı. O acı da aslında aşk. Aşkla acı birbirine karışıyor. Bazen ağzımdan “Acıdan ölüyorum Okan!” çıkıyor, bazense “Aşkından ölüyorum Okan!”
Fotoğraf: Emre YunusoğluO AN KÖTÜ DAVRANDIĞIM HERKESTEN ÖZÜR DİLERİM
Yürünmemiş yollarda yürüyen kadın girişimcileri yazdığım gün. Huzurlarınızda girişimci bir bilim insanı: Aslı Semerci...
Yaşam süremiz uzuyor. Bu harika bir şey. Ama yaşam süremizin uzaması Alzheimer gibi yaşlılık hastalıklarının artmasına da neden oluyor. Oysa hepimiz sevdiklerimizle daha uzun ve sağlıklı bir hayat geçirebilmek istiyoruz. Eğer yaşam süremizin uzadığı hızda Alzheimer gibi hastalıklara çözüm bulamazsak bir sonraki gelişim düzeyine geçebilmemiz pek mümkün olmayacak. İşte moleküler biyoloji ve genetik okuyan, medikal bioteknoloji yüksek lisansı yapan Aslı Semerci ve ekibi, Alzheimer hastalığı için “erken tanı testi” geliştiriyor. Bu test, daha hastalık ortaya çıkmadan tanılamayı sağlayıp “önleyici terapiler”in başlatılması için bir araç olarak kullanılacak. Aslı ve ekibinin hedefi erken tanı testlerinde ülkemizde ve dünyada öncü konuma gelmek... İnşallah başarırlar... Kendisi ‘KAGİDER Proje 15’te seçilen 15 yıldız kadın girişimciden biri. Ben de teybimi kaptım ve Alzheimer hakkında merak ettiklerimi sordum...
- Çağın belası Alzheimer... Hepimizin korkusu sevdiklerimizi unutmak, çocuğumuzu unutmak, aynadaki görüntümüzü unutmak, yaşadığımız her şeyi unutmak...
Aynen öyle! Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre her 3 saniyede bir, birimiz daha Alzheimer tanısı alıyoruz. Ve hepimiz potansiyel Alzheimer hastasıyız. Gerçekten de çağın ve geleceğin belası bu hastalık. Evet, gelişen tıp teknolojileri sayesinde her gün hayatımıza yaşamımızı uzatacak bir yenilik daha ekliyoruz. Ama yaşam süremiz uzadıkça ne yazık ki Alzheimer gibi hastalıkların yayılımı da artıyor!
- Siz Alzheimer’ın erken teşhisi konusunda ne yapıyorsunuz?
İki senedir sürdürdüğümüz çalışmalarımızla Alzheimer’ın erken dönemde belirlenip alınması gereken önlemler hakkında yol haritası oluşturduğumuz bir test geliştiriyoruz...
- Bu test ne kadar önemli bir buluş?
Oldukça önemli. Şöyle ki: Alzheimer hem fizyolojisi hem de psikolojisi çok karmaşık bir hastalık. Özellikle demansla karıştırılıp hasta ve hekimi yanlış yönlendirebilen bir yapısı da var. Hekimin Alzheimer’dan şüphelendiği hastayı MR gibi cihazlar yardımıyla muayene etmesi de her zaman mümkün olmuyor. İşte biz geliştirdiğimiz bu testle tüm bu olumsuzlukları ortadan kaldırmak için çabalıyoruz. Bu sayede hastalığı, kişi bu hastalıktan etkilenmeye başlamadan önce belirleyebileceğiz ve “önleyici tedavi” sürecine başlayabileceğiz.
21 yaşında, gelecek vadeden pırıl pırıl bir genç Ayça Şahin. Bilim insanı olmaya hazırlanıyor, Koç Üniversitesi’nde genetik okuyor. Aşağıda hikâyesini okuyacaksınız.
SMA Tip 3 adı verilen bir hastalıkla boğuşuyor, her geçen gün kasları biraz daha eriyor. Aynı hastalık kardeşinde de var. Hayır, akraba evliliği değil! Gendeki bir mutasyondan kaynaklanıyor. İlacı var, ama SGK kapsamında değil. Onlar da her gün dua ediyorlar kapsama listesine girsin diye. O ilaç onlar için hayat demek. Lütfen artık Ayça’nın çığlığını duyalım...
- Seni tanıyalım?
Ben Ayça. 21 yaşındayım. Koç Üniversitesi’nde Moleküler Biyoloji ve Genetik bölümünde tam burslu olarak okuyorum. Üçüncü sınıftayım...
- Kutlarım Ayça seni, çok başarılısın, şahane bir bilim insanı olacaksın...
Çok teşekkür ederim. Çocukluğumdan beri en büyük hayalimdi. Şu hastalığımı bir yenersem, tedavi olabilirsem inşallah hayallerimi gerçekleştirebileceğim...
-
Alya karalar bağladı.
Aslına bakarsınız ben de üzüldüm.
Alya eylülde liseye başlayacak. Gelecek hafta Londra’da okul bakacağız, opsiyonlardan biri de İngiltere...
Ah Mumbai ah...
Çok güzeldi. Ömer de “Siz de bir tuhafsınız!” diyor, “Nereye gitseniz ışık hızıyla oralı oluyorsunuz ve her seferinde de kopamıyorsunuz...”
Haklı.
Dubai